Singapur ve Batam Notları

2010 Şubat ayında ben ve oğlum Demir, bir haftalığına Uzakdoğu’nun İsviçresi denilen Singapur ve komşu Endonezya adası Batam’da tatil yaptık. Ben Singapur’la ilgili önceki gezi izlenimlerimi daha öncesinde çeşitli gezi portallarına yazmıştım. Bu nedenle tekrara düşmemek için, bu kez oğlumdan gezimizi kaleme almasını istedim. Beni kırmadı, aklıma gelemeyecek ayrıntılarla dolu bir yazı yazdı. Eşim olmadan çıktığımız gezilerde maceranın dozu biraz yükseliyordu, Demir bunları biraz vurgulamış, ben de bir kez daha elden geçirip; bu uzak, egzotik, enerjik, sıcak adaları merak eden siz okuyucular için, aşağıdaki gezi anı ve öyküsü olarak toparladım.(Cengiz Özder) Demir E.Özder Uzun olduğu için yorucu bir uçak seyahatinden

2010 Şubat ayında ben ve oğlum Demir, bir haftalığına Uzakdoğu’nun İsviçresi denilen Singapur ve komşu Endonezya adası Batam’da tatil yaptık. Ben Singapur’la ilgili önceki gezi izlenimlerimi daha öncesinde çeşitli gezi portallarına yazmıştım. Bu nedenle tekrara düşmemek için, bu kez oğlumdan gezimizi kaleme almasını istedim. Beni kırmadı, aklıma gelemeyecek ayrıntılarla dolu bir yazı yazdı. Eşim olmadan çıktığımız gezilerde maceranın dozu biraz yükseliyordu, Demir bunları biraz vurgulamış, ben de bir kez daha elden geçirip; bu uzak, egzotik, enerjik, sıcak adaları merak eden siz okuyucular için, aşağıdaki gezi anı ve öyküsü olarak toparladım.(Cengiz Özder)

Demir E.Özder

Uzun olduğu için yorucu bir uçak seyahatinden sonra Singapur Changi havalimanına inmiştik. Orkideli merdivenlerden inip, bizden vize istemeyen ve Türk pasaportlarına şüpheyle bakmayan güleryüzlü ve hızlı çalışan bir kontrolden geçip, otelimize gitmek üzere taksiye bindik. Çift yönlü ama trafiğin soldan ve hızlı seyrettiği bir otoyoldan şehir merkezine doğru yol aldık. Yolun üzerini şemsiye gibi kapatan görkemli tropikal ağaçlar, ortadaki refüjdeki rengarenk çiçekleri kızgın güneşten koruyordu..

Şehir varoşları bile, aynen önceki seyahatlerimizde olduğu gibi tertipli idi. İlk izlenimimiz dünyanın yaşadığı krize rağmen, bu ülkede ekonomik kriz yaşanmıyor oluşuydu, çünkü hala sağda solda yeni gökdelenlerin inşa halindeydi. Sonradan görecektik, şehirde olağanüstü büyük ve görkemli bir çok yeni yapılar yapılmıştı ve bu küçük ada ülkesi aslında bir ekonomi devi idi!

Otelimiz Çin mahallesinin hemen kenarında, Japon kökenli bir oteller zincirine aitti. 20 küsür kattaki odamızdan Singapur nehrinin ağzı, Marina Bay ve yeni inşa edilmiş olan üçüz kule gökdelenlerin üzerine büyük bir gemi yerleştirilmiş izlenimi veren o tuhaf mimarisi ile, yeni yapılmış olan kumarhane ve otel kompleksi (Marina Bay Sands) görünüyordu.

Dışarı çıktık, Singapur’un en hareketli noktasındaydık. “Chinatown” denilen bu mahalle, geleneksel Çin ve koloni dönemi mimarisini yer yer koruyabilmiş, ucuz çin malı ürünler satan dükkanlar, gece pazarları, yeme içme noktaları, Hint ve Çin tapınakları ile hareketli bir turistik merkez. Seyahat tarihimize denk gelen Çin yeni yıl bayramı nedeni ile, çevre kırmızı ve altın rengi süslenmişti ve gerçekten görülmeye değerdi.

Hemen daha ilk ara sokaklarda sokak büfecileri çeşitli Çin yemekleri yaparlardı ve babam orada sabah akşam farklı bir Çin yemeğini denerken, ben yanında ona eşlik etmeden oturduğum için, bana içerlerdi! Ne yapacaktım? Örneğin hamburgercilerde sabahları öyle değişik ve kuvvetli kahvaltı menüleri çıkıyordu ki, ben oraları tercih ediyordum! Çin mahallesini dikey kesen kalabalık sokağın en ucunda, girişi boyalı heykellerle çok belirgin olan bir Hint tapınağı vardı ki, eğer Pazar günleri ayin zamanı denk gelmişseniz, içeri girdiğinizde çok yabancı farklı ama renkli bir dünyaya girmiş oluyordunuz. Tertemiz tören sarilerini giymiş Hintli kadınlar sarı çiçekler ve çeşitli meşrubat, çerez vs. oluşan adaklarını kafalarının üzerinde ön plandaki süslü sunağa taşırken, yan avludan gelen davul sesleri ve ilahiler tapınağın içini doldururdu. Heryerde yakılmış binbir çeşit tütsünün sarhoş edici kokusu, dua nidaları, yerlerde sürünerek ibadet edenler! Kimse kimse ile ilgili değildi, burası sanki bir mahşer yeriydi!

Singapur’da genelde heryerden heryere ulaşım kolaydı. Chinatown metro istasyonuna indik, aynı yerli halk gibi ulaşım kartı edindik. Sonra bütün ziyaretçilerin durağı, ünlü alışveriş caddesi Orchard Road’a geçtik. Her iki tarafında her biri İstanbul’un büyük AVM’ leri boyutunda sayısız alışveriş merkezi, restaurantlar ve gece klüplerinin bulunduğu bu şehrin en haraketli yeri olan caddesinde, alışveriş merkezlerinin serinliğinden yararlandık. Daha önceki tecrübelerimizden de bildiğimiz için Suntec City alışveriş merkezine geçip burada mağazaları gezdik, buradaki tüm Asya mutfağından yemekler bulabileceğiniz şık büfelerde, yağda kızartılmış dim-sum ve çin böreği yedik. Oradan çıktık, karşı tarafındaki duryan meyvası biçiminde inşa edilmiş opera binasından geçip, başka bir kültür merkezinin içinden marina koyuna indiğimizde, artık inmekte olan akşamla birlikte ışıklanmaya başlamış muhteşem bir manzara ile karşılaştık! Kapitalizmin heykelleri dev gökdelenler bütün ihtişamıyla görüş alanınıza sığamıyorlardı. Kafamızı sola çevirdiğimiz anda ise devasa 3 lü kumarhane ve otel inşaatını görüyorduk. Bir turist kalabalığı içinde yavaş yavaş yürüyerek, nehirin üzerindeki kemerli köprüye çıktık. Sağda nehir boyunca şehrin eğlence merkezi, kafeteryalar, restoranlar ışıl ışıldı. Dev gökdelenlerin arasından yaya yürürken kafamızı kaldırdığımızda binalar üzerinize doğru geliyor, başımız dönüyor, düşecek gibi oluyorduk! Otelimizin önünden geçip tekrar Çin mahallesine geldik. Çin mahallesi deyince Çinlilerin sadece bu mahallede yaşadığını sanmayın, ülkenin %70 nüfusu Çinli ve kendi aralarında Kanton Çincesi konuşuyorlar. Nüfusun kalan kısımı Malay ve Hintliler. Sokaklarda o yoğun yemek kokusu içinde dayanamadık, bu yörelerin en ünlü yemeği kebabı satay kebabı ısmarladık. Çöp şiş benzeri olduğu için kuzu etinden satay bana yabancı gelmedi, yavan yedim. Babam ise şişleri ezilmiş yer fıstığı sosuna bandırarak, yanında soya sosu döktüğü haşlanmış pirinçle birlikte aynen yerlilerin yediği gibi yerdi.

Ertesi gün, fotoğraf makinemizin Singapur’un temposuna ayak uyduramayıp bozulduğunu fark ediyoruz. Önceki gezimizde aldatmaya yatkın tüccarlarla olumsuz tecrübe yaşadığımızdan(büyük pazarlık yapmamıza rağmen, iki adım ötede aldığımızın aynısını yarı fiyatınına görmüştük!) yine de Orchard caddesine gittik, bu kez yine sıkı bir pazarlığın ardından beğendiğimiz fotoğraf makinesini bizce(!) uygun bir fiyata alıyoruz.

Singapur bu dönemde Yeni yıl tatilinde; çoğu yer kapalı, şehir durgun, tatil havasında. Anlıyoruz biz burada vakit geçiremeyiz. Zaten aklımızda Malezya’nın Tioman adasına gitmek vardı, ama ne mümkün. Bütün seyahat acentaları kapalı; açık olan birisine giriyoruz, Türkiye’de çalışmış bir Almanla sohbet ederek tam bir saat sıra bekliyoruz. Hangi ada ve tatil merkezini sorduysak dolu çıkıyor, ya da günü bize uymuyor.

Otele döndüğümüzde otelin havuzunda kendimizi serinletip, jakuzide rahatlattıktan sonra ertesi gün için Endonezya’nın yakın adalarına gitmek üzere karar alıyoruz. Bilgisayar odasına gidip kendi turumuzu kendimiz aramaya koyulduk. Yakınlarda Batam adasında üç günlük bir paket var, gerçi planımızda olan Tioman adasının yerini tutmaz ama tek seçenek! ‘Zaten bu mevsimde Tioman denizi berrak değilmiş!’ diye avunuyoruz. Ertesi gün erkenden Endonezya’nın Batam adasına gitmek üzere yola koyulduk, Harbour bölgesindeki Vivo alışveriş merkezinden kalkan ferry’ lerle yaklaşık 1 saat 15 dakikalık bir yolculuğun ardından, Batam adasına ulaştık.

İlk başta deniz üzerindeki balıkçı köyleri incecik kayıklar üzerinde balık tutan gençler gelen gemilere yaklaşan satıcılar dikkatimizi çekiyor. Denizin ise oldukça kirli olduğunu görüyoruz. Bu cennet gibi adanın denizi nasıl bu denli pis olabilirdi? Cevabını almak için çok kafa yormadık, çünkü her şey gün gibi açıktı. Bir tarafta Singapur, güneş gibi parlayan bir devlet, diğer tarafta kalabalık ve izafi olarak fakir bir Endonezya. Singapur kapitalizmi Endonezyadaki ucuz iş gücünden yararlanıp, bütün kirli ağır sanayini bu ülkenin yakın adalarına kurduğundan, çevre kirleniyor olmalıydı. Adanın tropikal sahil dokusunun güzelliğine tezat, yer yer dev tersaneler ve fabrika binaları görüntü kirliliği de yaratmaktaydı.

Terk edilmiş gibi duran, şimdilerde bakımsız kalmış ama karakterli bir yerel ahşap mimarisi örneği iskele terminalinde indik. Herkes geçti, görevli bizim pasaportumuzu bir yerlere sordu. Bize vize uygulanmadığını düşünen babam görevliye:’ on sene önce Endonezya’ya geldim. Türklere vize uyguluyor olmamanız gerek!’ türünden bir şeyler söyledi. Neyse adam sonunda giriş mührünü vurdu, adaya ayak bastık. Kalabalıktan yoksun ve Hindistan cevizi ağaçlarıyla bezenmiş sahil, balta girmemiş ormanlar ve insanın gözünü yoran kuvvetli ekvator güneşi! İskelede bizi otelimize götürecek servis bizi bekliyor ve gelmemizle birlikte bizi kaptığı gibi otele götürüyor. Otelde bize odaklanan bir ilgi var, güleryüzlü otel çalışanları getirdikleri kokulu havlular ve hoş geldin içkileri ile bizleri şımartıyorlar. Odamızın manzarası güzel, turkuvaz havuz ve etrafındaki mamur bahçelerin ötesinde, otelin dışında tepelerle birlikte tropikal cangıl yani yağmur ormanı görülüyordu.

Havuza indik, beyaz bulutlarla süslenmiş mavi göğün altında, gölge bir yerde uzandık, zaman kavramını kaybettik. Bir suni göl gibi büyük ama girift şekilli havuza girdim, saatlerce yüzdüm. Havuzda bir köşede Türk’e benzeyen otel müdürü ile sohbet ettim, Kıbrıs Rum kökenli ve hayret ki güleryüzlüydü. Sonra bir İngiliz çift ile tanıştım, uzun uzun sohbet ettik. Babamın yanına döndüğümde, uzun süreli ingilizce konuşma cesaretim yüzünden takdir aldım!

Sonra babam kalktı dolaşmaya gitti. Karşılardan bana el sallayıp; ‘gelsene!’ işareti yaptığını gördüm. Gittim, çiçek meraklısı olan babam, arkalardaki bir orkide yetiştirme kameriyesinde bir şeyi işaret ediyordu. İşaret ettiği yere baktım, orkide çiçeklerinden başka bir şey göremedim. ‘Dikkatli bak!’ diye parmağını uzattı. Baktım ki, incecik,alacalı yeşil renkte bir yılan, yaprakların içinde kamufle olmuş, hareketsiz duruyordu. Babam en sakin ve yavaş haliyle parmağını dikkatle yaklaştırıp, sırtına dokundurdu. Yılan ise aniden atak yapıp, yüzüne doğru saldırdı ve neyse ki aradaki mesafe yetmediğinden ısıramadı! Ama ya yüzüne saldırmak yerine geri gönüp babamın eline saldırsaydı ne olurdu? Kesin oraya yetişirdi. İşte babamın böyle saçma maceracı yönleri de vardır!

Gün batımı yaklaşırken kuru elbiselerimizi giyip çevreyi keşife çıktık.Tesislerin denize bakan tarafı çok daha güzeldi, bu kesimde denize bakan begonvil ve hibiskusların içine gizlenmiş bungalowlar vardı. Önlerinde durunca zarif hindistan cevizleri arasından denize bakılıyordu. Solda ufak bir marina, daha ötelerde güneşin batmakta olduğu burunda ise yüksek hindistan cevizi ağaçları profil veriyordu. Alçak gelgit yüzünden denizin çekilmiş olduğu kumsal çamurdu, kötü kokuyordu. Biraz ileri yürüdük, görüntü bozuldu, kumsalda atık sandalyeler vardı. Otel sınırındaki bekçi kulübesini deniz devirmiş, kunsala yatırmıştı. Kendimi lost dizisi setinde gibi hissettim. Bu his hele yemeğe kadar vakit geçirmek için girdiğimiz bowling salonunda daha da kuvvetlendi. Salon 70 li yıllardan kalmaydı.(Ne yazık ki bowling ayakkabıları da öyleydi!) Aynı ‘Lost’ sahnesinde olduğu gibi konsolda siyah beyaz monitörler ve eski tip puşbutonlar vardı. Aydınlatma ise loş ve donuk beyazdı!

Ertesi gün kahvaltıdan sonra sıcak bastırmadan broşürlerde çok övdükleri büyük alışveriş merkezine gidelim dedik. Otelin servisine atladık, şartların oldukça kötü olduğu köylerden geçip, hiçbir kuralın olmadığı trafiğin kargaşası içindeki şehire geldik. Bizi getirdikleri alışveriş merkezinde verilen süreyi geçirmek mümkün olmadı. Dışarı çıktık, Tahtakale sokaklarını andırır sokaklarda sürekli müşteri arayan korsan taksicilerin ve bir şeyler satmak isteyen satıcıların peşimizde dolaşmasından bunalıp, tekrar AVM’ye döndük, bir kahve salonuna girdik oturduk. Bir turist çiftten başka kimse yoktu. Sonra karşımıza pilot gözlükleri takmış üç adam geldi oturdu. Hiç konuşmadıkları gibi, birisi kulağına cep telefonunu dayamış ama yine hiç konuşmadan dinliyor gibi yapıyordu. Kahve içip, pasta yiyecek tipler değildi. Babam güldü: ‘Bunlar sivil polise benziyor!’ dedi. Hayret, acaba bizi mi izliyorlardı? Sokakta dolaşan iki Batılı dikkatlerini mi çekmişti?

İlk otel servisi ile geri döndük, soyunduk otel broşüründe gördüğümüz skiboard(kablolu deniz kayağı) tesisine yollandık. Yol üzerinde bir köy bakkalından su ve oda buzdolabında çok pahalı fatura edilen diğer bazı içeceklerden almak için durduk. İngilizce bilmeyen kadınlar çok meraklı ve konuşkandılar. Ama ne Türk kimdir? İstanbul nerededir? Bir fikirleri yoktu. Bizlere sadece Amerikano! Diyorlar bizse: ‘no, no, Törk!’ diyorduk. Demek ki onlar için bütün yabancılar Amerikano’ydu! Adalı gençlerin yanımızdan süratle tozu dumana katarak motosikletlerle ulaştıkları bir göle gitmek için yürüdük. Hipodrum büyüklüğünde çamur renkli suni gölde sporcular board üzerinde su kayağı yapıyorlardı. İki saatlik spor için kılavuzda yazan fiyattan fazla fiyat istediler. Benim İngilizce seviyem yetmedi. Babam işletme müdürü gibi duran gürültücü adamla pazarlık etti.’Otelin broşürü beni bağlamaz! Biz otele bağlı değiliz türünden bir şey söylüyordu. Neyse sonunda lütfetti; ‘Bir kerelik olmak üzere kabul!’ dedi. Yarım neopren elbiseyi ve can yeleğini taktım. Adalı yaşıt gençlerle konuşarak olayı öğrenmeye çalıştım. Onları izledim, sıra bana gelince denileni ve gördüğümü yapmaya çalıştın ama nafile. Önce beş on, sonra otuz-kırk metre gidebildikten sonra yüzüstü kapaklanıyordum. Ne yaparsam yapayım, kablonun çekiş gücü beni suya kapaklıyordu. Uzun çabalardan sonra ayakta ski yapmaktan vaz geçtim, dizüstü oturup, öyle skiboard yapmayı becerdim. Öyle yorucuydu ki, düşerek, sonra geri yüzerek bitkin düştüm. Çok keyifli bir spordu ama o esnada fark etmediğim, gölün suyunun büyük olasılıkla devretmediği ve kirli olduğuydu. Her düştüğümde genizime ve burnuma kaçan sular, sonradan bende sağlık problemi yarattı. Dönüş yolunda tesisin maymun kafesinin yanında durduğumuzda, içerideki makak maymunlarını çok aç olduklarını gördük. Babam daha çantasında kraker paketini ararken, o kadar uzak bir mesafeden bir maymunun aniden kolunu uzanıp çantanın ağzından paketi kaptığında gerçekten ürktü. Yiyecek kapmak için insana zarar verebilirlerdi. Ormanın hemen kenarında ama kafeste tutulan bu maymunların birçok insandan daha anlamlı hareketler edip, içlerinde bulundukları kafesin onları ne denli bunalttıklarını anlatan hareketlerinin ardından ise, Darwine selam edip davasında ona bir kez daha hak verdim.

Batam’da iki gece üç gün kaldık. Sonra tekrar Singapur’a dönmek üzere iskeleye döndük. Herkes’den önce gelmiştik, vapur saati açıldığında ilk biz kontuara gittik. Ama bir sorun vardı, görevli ‘durun kenarda!’ işareti yaptı. Ne oluyor dedik, anlamadı. Sonra İngilizce bilen birisi geldi. ‘Sizin giriş vizeniz yok, nasıl girdiniz?’ diye sordu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Endonezya vize uygulamıyor!’ diye konuştu babam. Görevli ‘Hayır!’ dedi. Vize var! Ama bizi içeri alan sizsiniz!’ Adam sıkıntıyla sigara yaktı. Daha üst rütbeli olduğu otoritesinden anlaşılan bir adam daha geldi. Kendi dillerinde konuştular. O da sıkıntıyla sigara yaktı. Vapurun kalkma saati gelmişti, babam tur rehberi aradı, sonunda İngilizce bilen vapur görevlisi geldi. Ondan yardım istedik, bizim herhangi bir suçumuz olmadığını, tatilimizi bitirdiğimizi ve tek istediğimizin dönmek istediğini söyledik. Konuştular ama tam ümidimizi kaybetmek üzereyken amir pozisyonundaki adam bu kez İngilizce konuştu: ‘Girişte görevlinin bir hata yaptığını, aslında vizesiz giremeyeceğimizi bu nedenle giriş vizemizi iptal etmek zorunda olduğunu’ söyledi. İtiraz edemezdik. Vizeye iptal kaşesi vurup, çıkmamıza izin verdiler. Koşa koşa vapura kalkmak üzereyken yetiştik. İyi insanlardı, Endonezya yine de dost ülkeydi. Bu kapıdan pek TC pasaportlu geçmiyordu anlaşılan!

Dönüşte Singapur kontrolünde yine sorun çıktı, iptal mührünü görünce huylandılar, babam uzun uzun olayı anlattı, Endonezya tarafında, Türklere vize olup olmadığını bilmediklerini anlattı. İkna oldular, onlar da anlayışlı davrandılar.

Tekrar otelimize dönüşümüzden mutlu, akşam yerli halkın yeni yıl kutladığı bir panayıra katıldık. Ses ve ışık gösterilerini izledik.

Ertesi gün otelimizden sabah saatlerinde kendimizi dışarı attık. Bayramın son günüydü, boş caddelerin birisinden merkeze doğru giderken, ejderha davullarını işittiğimiz bir yere yöneldik. Şık bir tapınağa girdik, revaklı avlunun sonunda davulların ve zillerin çılgınça çaldığı tapınak girişinde tüylü, aslan kafalı kırmızı çin ejderhasıyla fotoğraf çektirdik. Bir mihmandar bize içecek ikram ettikten sonra bizi üst katlarda bayramlaşma odası olması gereken bir yerlere çıkardı. Dile ve konuşmaya ihtiyaç yoktu, kalabalıkla kaynaştık. İnsanlar etrafımızı sardı, ejderha ise bir yılan gibi aniden aramızda bitti, grupla birlikte fotoğraflar çektirdik; melek tavırlı mihmandarımızla ve bu güler yüzlü insanlarla selamlaşıp, ayrıldık.

Öğlen sıcağını nehir kenarında İngiliz tarzı bir pub’ın loşluğunda geçirdikten sonra, Hint mahallesine alışverişe geçtik. Oradan Müslüman Malay’ların caddesi Arap Street’e geçtik. Altın kubbeli Sultan Cami’i gördük. Lokantalarda ‘Turkish Buryan kebab’ yazıları gördük ama ne yazık ki tok olduğumuzdan giremedik. Sonra aniden yağmur başladı, nereye gittiğine pek bakmadan ilk yakaladığımız otobüse atladık, ters yöne gidiyormuş, birkaç durak sonra anlayıp, otobüs değiştirdik ama caddeyi geçinceye kadar da su gibi olduk.

O son gecemizde tekrar marina tarafına döndük. Şık otelin yanındaki köprüden şehir ışıklarını seyrederek geçtik, nehrin karşı yakasında Singapur’un genç, modern ve sosyetik insanlarının gittiği KlarkeQuay’e gittik. Tarzı olan şık bir kafede, Singaporean Sling denen dünyaca meşhur bir yerel içeceği yudumlayarak oturduk.

Ertesi günün sabahı, bunca güzellikten sonra, kar serpintili bir İstanbul’a ayak bastık. Nasıl gece yarısı uçağa binip, ertesi gün ulaştınız derseniz; yine 12 saat uçtuk ama sonuçta Batı yönüne uçmakla, yerel saat olarak sekiz saat kazandığımızdan derim! Ve ne yazık ki, bu yolculuğun bedelini sinüs ve kulak enfeksiyonlarından ötürü en az on gün süren bir hastalık dönemi ve antibiyotik tedavisi ile ödedim!

Yine de Singapur’u ve Endonezya adasını çok sevdim! Umarım size de kısmet olur!

Demir E.Özder- Mart 2011

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ

OKUMA ÖNERİSİ