Yelda Horozoğlu – Ertesi gün Yosemite’nin en yüksek şelalesine ‘Upper Yosemite Fall”a çıkmaya karar verdik. 740 metre yükseklikten akan Yosemite Şelalesi dünyanın 5.si. Lower ve Upper diye 2 tane farklı şelaleden oluşuyor. Alttan bakıldığında bile tırmanması bir hayli güç görünen bu zirveye çıkma kararımızı bir kez daha gözden geçirdik. Buraya kadar gelip yarı yoldan geri dönmek bize yakışmazdı. Biz de bize yakışanı yapıp zirveye çıkan dar yola girdik.
İlk başlarda kolay olacağını düşündüğümüz bu tırmanış tahmin ettiğimizden zorlu görünüyordu. Çalıların ve kayaların arasında zorlukla yürüyebiliyorduk. Gezi kitaplarımızda bu yolcluğun bir gün süreceği belirtilmesine rağmen kararlıydık. Ne olursa olsun zirveye varacaktık. Tırmanış sırasında birkaç kişiyle karşılaştık. Her seferinde ‘Daha çok var mı?’ diye soruyorduk. Aldığımız yanıtlar aşağı yukarı aynıydı. ‘Yarım saat sonra şelaleyi en iyi gören noktaya ulaşacaksınız!’ Dedikleri gibi oldu. Yaklaşık yarım saat sonra şelaleyi gören noktaya ulaşmıştık. Ama burası zirve değildi. Yarısı bile değildi. Zirvenin başlangıcı diyebiliriz. Bu noktadan şelale mükemmel görünüyordu, ama biz zirveye çıkmak istiyorduk. Başımızı kaldırıp baktığımızda bu düşüncemizi gerçekleştirmek için daha çok tırmanmamız gerektiğini anladık.
Bu ilk mola noktasından sonra tekrar yola koyulduk. Yolun zorlu kısmı da burdan itibaren başladı. Artık belimize kadar uzanan çalıların içinde yürüyorduk. Attığımız her adımı hesaplamamız gerekiyordu. Zemin kayalık ve kaygandı.
Bu şekilde 2 saat kadar daha tırmandıktan sonra tekrar mola verdik. Zirve nedense hep aynı uzaklıkta görünüyordu. Baktıkça insanın moralini bozan bir durumdu bu. Onca yola rağmen sanki daha yolun başında gibiydik. Artık kimselere de rastlamıyorduk. Bu yükseklikte bizden başka kimse olmadığını anladığımızda yaklaşık 4 saatlik bir tırmanışı da geride bırakmıştık.
Çıksak mı, dönsek mi?
İşte bu noktada yola devam edip etmeme tartışması başladı. Ben zirveyi görmeyi, oradan Yosemite’yi seyretmeyi çok istiyordum. Remzi ise zamanın hızla geçtiğini bu çıkışın bir de inişi olduğunu, bunu hava kararmadan gerçekleştirmek zorunda olduğumuzu bana hatırlatıyordu.
Sonunda biraz daha hızlanıp molalarımızı da azaltarak yola devam etme kararı verdik. Tırmanışa başladıktan yaklaşık 6 saat sonra zirveye ulaşmıştık. Suyumuz bitmişti, yanımızda karnımızı tok tutacak çerez türü yiyecek malzemeleri vardı.
Önce zirvedeki nehir kenarına gittik ve burada mola verdik. Nehirin buz gibi suyundan içip biraz dinlendikten sonra çevreyi keşfe başladık. İnsan elinin değmediği, bu güne kadar gördüğüm ender güzelliklerden biriydi bu zirve. İlerdeki ormandan çıkan nehir ayaklarımızın altından akıp uçurumun kenarına, buradan da 740 metrelik yükseklikten vadiye akıyordu. Bu başdöndürücü yükseklikte ne bir korkuluk ne de merdiven bulunuyordu. Birkaç adım önümüzde korkunç bir uçurum uzanıyordu.
Burada birkaç saat geçirdikten sonra zamanın oldukça geç olduğunu bu yolun bir de dönüşü olduğunu hatırladık ve iniş için geldiğimiz yola girdik. İşte o an hesapta olmayan bir olay yaşadım. Sol dizim bükülmüyordu. Şiddetli ağrı bir yandan ayakta durmamı, adım atmamı engelliyor, bir yandan da yolun geri kalan bölümünü nasıl tamamlayabileceğimi bana hatırlatıyordu.
Biraz dinlenip ağrının geçmesini bekledik. Ancak geçecek gibi bir ağrı değildi. Yürümekten başka da çaremiz yoktu. Hava karardıktan sonra ayıların cirit attığı bu dağda kalmayı hayal bile edemiyordum. Yanımızda bulunan bandajla dizimi sıkı sıkı bağladıktan sonra yola devam ettik. Her adım atışımda artan ağrıdan çok kampa dönememek korkusu beni endişelendiriyordu.
Yaklaşık 5 saat bu şekilde yürüdüm. Son bir saat sağlam dizim de ağrımaya başlamıştı. Bütün yükü sağlam dizime yüklemiştim ve artık o da bu ağırlığı karşılayamıyordu. Hava kararmaya başlamıştı ancak biz hala vadinin zeminine ulaşamamıştık.
Herşeye rağmen…
Hayatımda yaptığım en zorlu yolculuk olarak hatırlayacağım zirveden indiğimizde, kampın ilk ışıklarını gördüğümde bir daha asla bu kadar zorlu bir yola girmeyeceğime söz verdim. Yukarda kalıp ayılara yem olmaktansa acı içinde kıvranmanın daha şanslı bir durum olduğunun da farkındaydım. Şimdi geriye dönüp baktığımda nedense o anki ağrım ve yaşadığım korkumdan çok zirvedeki manzara aklıma geliyor. Yosemite’ye gelip bu zirveye tırmanmadan dönmenin vicdan azabına tahammül edemeyeceğimi biliyordum.
Akşam pizzamızı yiyip ve biralarımızı yudumlarken birkaç saat önceki çektiklerimizi gülerek anıyorduk. Doğanın Amerika’ya sunduğu cömertliklerin bu en ilginç noktasında geçirdiğim günü hayatımın sonuna dek unutmayacağım. Şimdi fotoğraflarına baktığım zirveye bir zamanlar tırmanmış biri olarak bu anımı Yosemite’yi görme imkanı olan ya da olamayan sizlerle paylaşmak istedim. Yolunuz bu parka düşerse mutlaka bu zirveye tırmanın ancak daha önceden sıkı bir kontrolden geçmeyi unutmayın…