Esra Abalı – Yıllardır merak ettiğim, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti ve en büyük şehri Prag’la tanışmak bu yaz ağustos ayına denk geldi. İzmir’in kavurucu ağustos sıcağından 2,5 saat içinde kurtulup, serin ve romantik bir şehre gitmek ne hoşmuş meğer. Eşimle birlikte sabaha karşı 03:00’da Prag havaalanından çıkarken kendimizi üç gün sürecek gezi maratonuna teslim ettik.Pasaport görevlilerinin suratsızlığını saatin geç oluşuna bağlamıştım, ama Çeklerin genel halinin böyle olduğundan o dakikalarda habersizdim. Alandan, bizi bekleyen otobüslerle ayrılıp otelimize doğru yola çıktığımızda pencereden hem çok tanıdık hem de çok yabancı bir şehrin sabah saatlerini izlemeye başladım.Yarım saatlik bir yolculuktan sonra otele vardığımızda, eşim ve ben bedenlerimizi yatağa kondurmak ve gözlerimizi bir an önce kapatmak konusunda hemfikirdik.Sabah olduğunda, beş saatlik bir uykunun ardından, şehri gezmeye hazırdık. Orta ve Doğu Avrupa’nın en gelişmiş ekonomilerinden birine sahip olduğunu duyduğumuz bu ülkenin başkentini görmek için sabırsızlanıyorduk.
Otobüsümüz otelin önünden bizi tam zamanında aldı ve orada yaşayan Azeri rehberimiz eşliğinde yaz ortasında Prag Kalesi’ne doğru yola çıktık. Yolda Skoda marka arabaları çok fazla görmemin nedeni, bu markayı dünyaya Çekler’in kazandırmış olmasıymış. Otobüsten ineceğimiz yere gelinceye kadar rehberimiz şehirle ilgili çok pratik bilgiler edinmemizi sağladı. Anlattıklarına göre Çekler, çok prensipli ve yavaş insanlardı. Garson sipariş için yanımıza geldiğinde hala kararımızı vermemişsek arkasını dönerek gider ve bir daha yirmi dakika sonra ne istediğimizi sormak için yanımıza uğrardı. Bu nedenle sonraki günler sipariş için kararsız kaldığımızda “beş dakika sonra lütfen!” cümlesi dilimize resmen yapıştı. Başka bir bilgi de, kapkaççılığın bu şehirde çok yoğun olduğu ve dikkatli olmamız konusundaydı ki, bu uyarıyı orada yaşayan başka insanlardan da çok defa duyduk. Bu ve benzeri bilgilerle gündelik yaşama biraz aşina olmuş bir şekilde Prag Kalesi’nin biraz yukarısında otobüsten indik. Amacımız yürüyerek kaleden aşağı inmek ve Charles Köprüsü’nden geçerek Old Town’a ulaşmaktı. Kale denilince hepimizin kafasında surlarla çevrili bir yapı resmi belirmişti, fakat yanıldığımızı anlamamız geç olmadı. Burası, eski binaların günümüzde hükümet binaları olarak kullanıldığı, bir katedralin ve aşağıya doğru minik mahallelerin bulunduğu hoş manzaralı bir tepeydi. Yol boyunca eşimle birlikte, turdan bir an önce ayrılıp yalnız gezdiğimizde tekrar göreceğimiz yerleri kafamızda bir yere not alarak, fotoğraflar çektik. Charles Köprüsü’ne kadar, sokak ressamlarına, hediyelik eşya satanlara ve daha pek çok şeye bakıp hayretlerimizi paylaşarak yol aldık. Vltava Nehri’nin kıyısına geldiğimizde bende uyanan his, ortasından nehir geçen şehirlerin az çok birbirine benzediğiydi. Nehri birbirine bağlayan romantik köprüler, iki yakada görülen cafeler, güzel binalar ve daha pek çok ayrıntı…
Altın Şehir olarak anılan Prag, II.Dünya Savaşı sırasında çok zarar görmediği için, tarihi dokusu önemli ölçüde korunmuş. Önceki bilgilerimle, o an gördüklerimi birleştirdiğimde şehrin farklı bir ruhu olduğu düşüncesi beni hemen ele geçirdi. Nazım Hikmet vatan hasretiyle ilgili pek çok şiir yazmıştı burada, ama ilham kaynağı şüphesiz şehrin bu büyülü atmosferiydi.Öğleden sonra gruptan ayrılıp kendi kendimize gezme isteğimiz iyice kabarınca, rehberimizden gerekli birkaç bilgiyi öğrenip özgürlüğümüzü ilan etik. Bu bilgilerden belki de en önemlisi Exchange ofislerle ilgili olanıydı. Çok yüksek komisyonlarla çalışan bu ofislere karşı uyarıldıktan sonra, bize gösterilen yerde paramızı bozdurabildik. Yeri gelmişken, 2004 yılında Avrupa Birliği’ne tam üye olan Çek Cumhuriyeti’nin para birimi halen “koruna”. Önümüzdeki yıllarda pek çok değişiklikle birlikte Euro’ya geçiş olacakmış. Günümüzün geri kalan kısmını, şehir merkezindeki küçük Pazar yerlerini gezip şehri tanımaya çalışarak geçirdik.
Akşam Old Town’un merkezinde, U Prince Hotel’in restoranında Çeklerin meşhur yemeği olan “goulash”ı yedik. Çekler’in sudan çok tükettiği meşhur biralarıyla tanışmamız da akşam yemeğimize denk geldi. İlk günümüzü çok keyifli geçirmiştik ve bu güzel akşam yemeği de güne hoş bir vedaydı.İkinci gün yağmurlu bir Prag sabahına uyandık. Pencereyi açıp temiz ve serin havayı odaya davet ettim ki bizi uyandırsın. İlk günün yorgunluğu tüm ağırlığıyla bedenlerimizdeydi ve ayaklarımız çoktan isyan bayrağını çekmişti. Sıkı bir kahvaltı bizi biraz diriltti ve tekrar yollara düştük. Bu günü tamamen yalnız ve bağımsız geçirmeye karar verdiğimiz için, otelden metro haritası ve otobüs tarifesi edindik. Hemen otelimizin önündeki duraktan 22 numaralı otobüse binip üç durak sonraki Chodov Metro istasyonunda indik. Metro yolculuğumuz da Museum İstasyonu’nda son buldu ve kısa sürede şehir merkezine ulaştık. Otobüsler ve metro biraz eskiydi, ancak ulaşımın rahatlığına kesinlikle bir engel değildi bu durum.Şehirdeki ikinci günümüzde, bir gün önce önünden geçip gitmek zorunda kaldığımız pek çok ayrıntıya derinlemesine dalmayı planlamıştık.
Gün boyu bu amaç uğruna, ayaklarımızın isyanına aldırmadan yürüdük ve bu arada ilgimizi çeken tüm dükkanlara girmeyi ihmal etmedik. Prag’ı pek çok yönüyle sevdim; fakat bir yönü var ki o da, şehre özgü pek çok değişik obje satınalma şansınızın olması. Örneğin el yapımı kuklalar insanı cezbediyor. Charles Köprüsü’ne yakın, diğerlerinden oldukça pahalı ve gerçekten sanat eseri kuklalar yapan bir dükkandan, kendimize çok hoş bir tane satınaldık. Ayrıca yine Charles Köprüsü üzerindeki fotoğraf sanatçıları, ressamlar ve takı tasarımcılarından çok özgün şeyler alınabilir. Zaten sağda solda incik boncuk bakarken şehri altına üstüne getiriyor ve yürüyerek upuzun mesafeleri fark etmeden bitiriyorsunuz.. Prag Kalesinde bir gün önce gördüğümüz “oyuncak müzesi”ni gezme hevesiyle epey yol aldık ve sonunda yokuş çıkmamız gerektiğinde tramvaya bindik. Bir gün önce bu dar sokaklardan geçmenin verdiği aşinalıkla gideceğimiz yeri kolayca bulduk. Oyuncak Müzesi 4-5 katlı eski bir binadan oluşuyordu. Açıkçası bu kadar eski ve çok çeşitli oyuncağı bir arada görmeyi beklemiyordum. Oyuncakların tarihi 17-18.yy’a kadar dayanıyordu ve çeşitlilik gerçekten beni çok şaşırttı. Ancak en büyük şaşkınlığı üst katta, yani Barbie katında yüzlerce Barbie’yi bir arada görünce yaşadım.
Oradan çıkıp yolumuza devam ederken ünlü romancı Kafka’nın evini gördük. Aslında bu eski bina Kafka’nın evlerinden sadece birisiymiş. Ünlü romancı pek çok evde yaşadığı ve burada kısa bir süre kaldığı halde, bu bina Kafka’nın evi diye ünlenmiş. “Kafka’nın Evi”ni gezmek için bir miktar parayı gözden çıkarmanız gerekiyor. Kafka’nın resimlerinin süslediği hediyelik eşyalar da ihmal edilmemiş Çekler tarafından. Biz evi gezmek yerine fotoğraf çekmekle yetindik.Öğle yemeği zamanı geldiğinde, nehir kıyısında “Hergetova Cihelna” adlı şık restoranı görünce, rehberimizin burayı önermiş olduğunu hatırladık. Prag’da yemekleriyle ön planla çıkan bu restoranın nehir manzarası, servisi ve dekorasyonu gerçekten çok güzeldi. Arka masamızda oturan Amerikalıları ağırlayan Çek bayanın dediklerine kulak misafiri olunca, buraya oturmakla doğru kararı verdiğimize ikna oldum.
Karnımızı doyurup keyfimizi katladıktan sonra yürüyüşe kaldığımız yerden devam ettik. Bu şehirde, bakkal dükkanı misali her köşe başında sanat galerisi görmek bizi ciddi anlamda şaşırttı. Günümüzün kalan kısmında resim ve seramikle ilgili bu galerilerden pek çoğunu gezdik. Gördüğümüz her resmi, fotoğrafı veya objeyi inceleyelim derken, saatlerimizi bir çırpıda harcamışlık hissi akşam olmaya başladığında bizi kendimize getirdi. “Prag’da mutlaka yapılması gerekenler” diye bir liste oluşturacak olsak, ilk maddelerden biri kesinlikle “Black Light Theatre izlemek” olurdu. Yoğun gezi programımıza bu gösteriyi de sıkıştırdık ve akşam Paris Caddesi’nde, bu konuda iyi olduğu duyumunu aldığımız tiyatroya gittik. Paris caddesi, adından da anlaşılacağı gibi şık bir caddeydi ve yol boyunca caddenin iki yanında, dünyaca ünlü markaları görme şansımız oldu. Black Light Theatre kesinlikle görülmesi gereken bir gösteri. Simsiyah sahne üzerinde, capcanlı renkli kostümler giymiş oyuncuların, bilgisayar efekti hissi veren sahne şovu diye tanımlayabiliriz Black Light Theatre’ı. Bu gösteriyi şehrin pek çok yerinde izlemek mümkün, fakat her yerde bu kadar iyi değilmiş.Gösteri bitiminde açlığımızı, Steak House’da meşhur Arjantin bifteği yiyerek dindirdik. Yemek sonrası, geceyi eskiden çok meşhur bir bar olan, Roxy’de noktalamaya karar verdik ve kesinlikle hayal kırıklığı yaşadık. Roxy geçmişte nasıldı bilmiyorum, ama şimdi gidilecek bir mekan değildi. Oradan bir an önce çıkıp günün yorgunluğunu sonlandırmak üzere otelimize koştuk.
Ertesi sabah Karlovy Vary’e doğru erken bir saatte yola çıkacak olmamızın düşüncesiyle uykuya daldık. Sabah erkenden otobüsteki yerimizi aldık. Karlovy Vary ve Prag arasındaki mesafe daha kısa sürmesi gerekirken, yaklaşık 2,5 saat yolculuk yaptık. Otoban olmaması ve eski yoldaki kamyon trafiğinin yoğunluğu sürenin uzamasına sebep oldu.Yolda bize eşlik etmesi zorunlu olan Çek rehberimiz sayesinde, Çek Cumhuriyeti’nin yakın tarihi hakkında hatırı sayılır bilgiler edindik. İngilizce’yi çok iyi, ama Çek telaffuzuyla konuşan yaşlı adamın, en ufak ayrıntıyı bile atlamadan anlattıklarını, bilgi bombardımanına tutulmuş bir şaşkınlıkla dinlerken, bu kadar çok şeyi nasıl bilebildiğinin cevabını geç olmadan öğrendik. Meğer bizim çok sevdiğimiz Çek amcamız, iki üniversite bitirmiş bir profesörmüş.Çek profesörün anlattığı ve yaklaşık 1.5 saat süren tarih dersi özetle şöyleydi: 1918 yılında Avusturya İmparatorluğuna karşı bağımsızlığını ilan eden Çekoslovakya, II.Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada Sovyet sistemi etki alanında yer almış. Ülkede, 1948 yılından itibaren Komünist Parti yönetime el koymuş. 1970 ve 80’li yıllarda uygulanan baskı ile muhalefet susturulmuş. 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Çekoslovakya “Velvet Revolution” (Kadife Devrim) ile özgürlüğüne kavuşmuş. Slovak ve Çek halklarının birbiriyle hiçbir derdi olmamasına rağmen, yöneticilerinin anlaşmazlıkları neticesinde ayrılmak zorunda kalmışlar. Yetmişbeş yıl boyunca bir arada yaşayan iki halk, 1993 yılında Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye ayrılmışlar. Bu gün, Çek Cumhuriyeti Slovakya’ya oranla, şüphesiz pek çok yönden daha iyi durumdaymış.
Nüfusu 10 milyon olan ülkede İşsizlik oranı yüzde 10.3. Kendimizi kaptırmış, Çek Cumhuriyeti’nin yakın tarihini dinlerken yolu bitirmiş, Karlovy Vary’e ulaşmıştık. Karlovy Vary Çek Cumhuriyeti’nin SPA merkeziymiş. Çeşitli mide rahatsızlıklarına iyi gelen çok şifalı, ama çok lezzetsiz (sıcak ve tuzlu diyebiliriz) bir suyu vardı. Şehir, yeşilin ortasında, rengarenk, masalsı evlerin sıralandığı, sevimli bir yerdi. Son yıllarda Karlovy Vary, adını dünyaya sinema festivali ile duyurmaya başlamış. O dönemde inanılmaz kalabalık oluyormuş burası. Ayrıca Hollywood’da burayı keşfetmekte gecikmemiş ki son James Bond’un bazı sahneleri burada çekilmiş.Karlovy Vary bir nedenden ötürü de biz Türkler’in dikkatini çekiyor. Buranın senatoryum özelliği nedeniyle Atatürk, 1918 yılının temmuz ayında Karlovy Vary’de bir süre kalmış. Kaldığı otelin önüne yerleştirilmiş tabelada bu bilgi yazıyor.Birkaç saat kalabildiğimiz bu şehrin granada (granit) taşı, porselenleri ve kağıt helvası meşhurmuş. Ayrıca Çeklerin meşhur içkisi “Bacherovka”yı da buradan uygun fiyata alma şansınız olabiliyor. Biz, rehberimizin “burada çok güzel kızarmış ördek yapan bir yer var” cümlesinden sonra, açlığımızın da etkisiyle o dakikadan sonra dikkatimizi başka bir şeye yoğunlaştıramadık.
Bir süre peşinde didindikten sonra (ki gerçek anlamda didindik, meşhur restoran çok kalabalıktı ve garsonlar çok tersti, ama yılmadık) meşhur “kızarmış ördek” bize hayal kırıklığının dayanılmaz ağırlığını yaşattı. Açlığımızın şiddeti bile yemeğimizi bitirmemizi sağlayamadı. Bu olumsuz tecrübeye rağmen, lezzetli yemeklerin yenilebileceğini düşündüğüm başka restoranlar da gördük. Sadece ördek konusunda inatçı olunmamalı bizim gibi.Karlovy Vary’de de aynı Çek suratsızlığı bizi karşılamaya devam etti. Çekler, bizim anlamını çok iyi bildiğimiz misafirperverlik kavramına çok uzaklardı. Sadece işlerini yapıyor, yaptıkları işle ilgili değilse müşteriyle diyaloğa girmiyor ve gerektiğini hissettiklerinde müşteriyi terslemekten çekinmiyorlardı. Sanırım komünizmin etkileri bunca yıla rağmen tam anlamıyla silinmemiş.
Bu ülkede beni şaşırtan bir başka bilgi ise halkının yüzde 70’inin ateist olmasıydı. Prag’da kiliselere ibadet etmeye giden olmadığı için, bari kiliselerin akustiğinden faydalanalım demişler. Her gün pek çok kilisede klasik müzik konserleri düzenleniyordu. Bu şehrin sanata verdiği önem bende hayranlık uyandırdı. Ufak tefek olumsuzluklarla beraber, Prag ve Karlovy Vary seyahati hoş anılarım arasına dahil oldu. Prag’ın tadı damağımda kalmadı dersem yalan olur. Küçük bir şehir denilip geçilmemeli ve buraya iki günden fazla zaman ayrılmalı. Yoksa bizim gibi doymamışlık hissi yaşamanız mümkündür.
Yaz ortasında
yaz ortasında, 3 gün, Kadife Devrim, Karlovy Vary, Çek Cumhuriyeti, Prag,Charles Köprüsü,Kafka’nın evi,Prag