“Desenize, siz Türkiye’yi komünist yapamadınız ama biz sizi kapitalist yaptık Vladimir Semyonoviç” diye takıldım. Lenin Bulvarı’nın arkalarında bir kumaş deposunda çay içiyorduk. Kumaş toplarının önünde gürbüz yüzlü Semyonoviç’e bakarken, çocukluğumda hemen her işyerinin duvarlarında asılı ‘peşin satan, veresiye satan’ tablosunun kahramanı, ‘peşin satan tuzu kuru işadamını’ hatırladım.
“10 yılda ticareti yeniden öğrendiysek, katkınız inkâr edilemez elbette” dedi Semyonoviç. “Ama bakın ne diyeceğim: Biz 10 yıl önce hakikaten elimizde bir bavul, cebimizde birkaç yüz dolarla Laleli’ye gelip ticarete başladık. 10 yılda Ruslar kendini çok geliştirdi, bavulcuların çoğu kendi mağazasını açtı, hatta üretime başlayan oldu.
Ama sizin Laleli, 10 yıl önce neredeyse hâlâ orada. Hâlâ eli bavullu Rus bekliyorlar. Çok beklerler.”
Semyonoviç işe bavulculukla başlamamıştı. Sovyet devrinde bir kumaş fabrikasının müdürü olduğunu, özelleştirme sırasında epeyce bir hisseyi iç ettiğini, sonra İngilizlere satıp servet sahibi olduğunu çenesi düşük kapıcımızdan öğrenmiştim.
Orak çekicin peşinden servetin peşine…
Türkiye’yle de kumaş işi yapıyordu. 50’sini yeni geçmiş, zenginliğine rağmen hâlâ Lada’ya binen, metro önünde görseniz eski elbiselerine bakıp birkaç ruble vermek isteyeceğiniz türden garip bir ademoğluydu. Çocuğu yoktu. Şişman karısı ile hafta sonları daçalarına giderken seyrederdim onları. Daçanın bahçesinde yetiştirdikleri sebzeleri torbalarla eve taşıdıklarını görür, hayretlerle “İnsaf” derdim.
Semyonoviç, Rus tanımının karşıtı ne varsa temsil ediyordu. Zaten baba tarafından Yahudiydi. Ruslar para tutmayı beceremez. Borç içinde yüzen bir Rusa 100 dolar verseniz, son kuruşuna dek, bir masayı donatacak içki ve yiyecek alır, eş dostunu davet eder, sabaha kadar yenilir, içilir. Nasılsa hayat, ertesi sabah daha kötü olamayacaktır. Felekten bir gecenin mümkün olmadığı hallerde, bir geceyi ‘ödünç almak’ hiç yoktan iyidir!
Semyonoviç sürekli çalışıyor, hayatın kendisine, ‘okeyde dördüncü adam kontenjanından’ muamele ediyordu. Gece geç saatlerde eve geldiğini Lada’nın öksüren egzoz sesinden anlıyordum. Yazın Moskova ahalisi tatile giderken o kumaş deposunda paracıklarını sayıyordu.
Sorunca, “Şu işleri bir yoluna koyayım, hanımı alıp Antalya’ya gideceğiz. Herkes oraya gidiyor, bir kerameti olmalı” diyordu. Ve sürekli elini ovuşturuyordu ki bu, onun alameti farikası sayılırdı. Ben nadiren soğuk havalarda ısınabilmek için ellerimi ovuştururum, Semyonoviç gibi kanında tüccarlık olanlar, yaza kışa bakmadan yapar bunu. Bir işadamı arkadaşım buna ‘masal tadında’ bir izahat getirmişti: Alaattin lambasını ovuştururuz ki, cin çıksın. Biz de ellerimizi ovuşturur ki dilediğimiz olsun, yani para gelsin!
Semyonoviç bir yıl kadar önce bizim apartmandan taşındı. Merkezdeki bu büyük daireyi yüklü bir paraya satıp, Moskova dışında ölü fiyatına minik bir ev aldığını yine kapıcıdan öğrendim. “İnsafın kurusun Vladimir Semyonoviç” dedim. Sonra yine aynı ‘güvenilir kaynaktan’ arada bir haberlerini almaya başladım. Yeni bir depo daha tutmuştu. İşleri müthiş büyümüştü. Ama hâlâ Lada’ya biniyordu.
Semyonoviç öldü diyeler, üç günden sonra duyalar…
Birkaç gün önce nereden estiyse aklıma geldi. Kapıcımız Ludmila Ivanova’ya ‘en son havadisleri’ sordum. “Ah, yoksa size söylemedim mi?” dedi çatlak bir sesle: Vladimir Semyonoviç öldü.
Bir hafta önceymiş. O ilk feci soğuklar sırasında yeni bir depo kiralamaya gidiyormuş. Yanlış bir adım atmış. Kayıp düşerken başını kaldırıma vurmuş. Oracıkta ruhunu teslim etmiş. Kaderin cilvesi olmalı.
Her Türk gibi, bir köşede ‘kefen parası’ niyetine sakladığım birkaç kuruşum vardı. Semyonoviç’in sonunu öğrenince eşime “Bavulu topla” dedim. “Nasılsa bir gün gideriz” diye hep ertelediğim Paris için biletimizi kestik. Siz Vladimir Semyonoviç’i düşünedurun, biz ‘dersimiz almış’ olarak Eyfel’den âlemi seyre dalacağız. Çünkü ertelenecek bir hayat yok.
Her şey bir yana, düşünmeden edemiyorum: Vladimir Semyonoviç sahiden ‘var’ mıydı?
2001, Moskova