Serra GÜRÇAY – Geçen hafta Güney Afrika’dan New York’a kadar uzanan, minik dünya turumuzdan bahsetmiş, New York’u alışılmamış yanıyla, çocuk ve çocuklular adına inceleme altına almıştım… Bu haftaysa New York’un sokaklarında dolaşıp, insan manzaralarına bakıp, Manhattan’lı olmanın bazı püf noktalarına değineceğim.
İlk başta pratik bilgilerden başlayıp kendimizi bir Manhattan Cafe’sine atalım ve neler oluyor görelim…
Seçenekler…seçenekler…bitmek bilmeyen seçenekler
Amerika gerçekten de seçenekler ülkesi ve bu seçenekler bazen sizi hiç beklemediğiniz anda bir kafenin kasasında yakalayabiliyor. Amerika’da çocuklarınıza ne yersin diye sormak, yapacağınız en büyük yanlışlıklardan biri. Bir kere tatlı seçenekleri o kadar fazla ve baştan çıkarıcı ki, kahvaltı yapmak için gittiğiniz bir kafede (çoğu seç-beğen-kasada öde türünde) kızınızın zararsız bir “croissant” yerine dev gibi büyük bir dilim kremalı ve çikolatalı bir pasta seçmesine engel olmanız çok zor. Siz engel olmaya çalışsanız da arkanızda uzayıp gitmiş kuyrukta bekleyenlerin kafasından “çocuğun istediğini al da biz de beklemeyelim allahın cezası kadın” tipi hoş lafların geçtiğini tahmin etmek pek zor değil. Bol göz yaşı ve işlerine bizim yüzümüzden geç kalmış birkaç Amerikalının hayranlık dolu bakışlarından sonra, dersimi alıyorum ve çocukları masaya oturtup “ne verirsem onu yiyeceksiniz” mantığını uygulamaya başlıyorum.
Kahvenin türünü seç, ekmeğin kepeğini ayarla, salatanın içine koyulacak malzemeleri gözden geçir ve bu kadar bol malzemenin üstüne hangi sosun yakışacağına karar ver…Meyve sularının meyvesini beğen, çocukların seveceğini tahmin ettiğin tatlıyı bul, üstü ekstra çikolatalı olsun…ve bu işlemi hergün en az üç kez üç kişi için yap…İnsan anlatırken bile yoruluyor. Bu kadar seçenek arasında Amerika’da garsonlara ödenen % 18’lik bahşiş gerçekten de hak edilmiş bir kazanç.
Market yok mu buralarda ?
Cafe’lerden taneyle elma veya muz alıp işyerinin yolunu tutanları görünce, aslında Manhattan’da gözüme hiç market çarpmadığını anımsıyorum..Ara sokaklarda manav dükkanlarını andıran ufak tefek bakkallar var ama insanlar haftalık alışverişlerini nerede yapar ? Bu sorumun cevabını burada oturan Amerikalı bir arkadaşımdan alıyorum, işin püf noktası internet üzerinden alışveriş yapmakmış ! Manhattan’da yiyecek alışverişinin neredeyse tek yolu bilgisayardan geçiyormuş. Bir de bazılarının yaptığı gibi haftasonu için araba kiralayıp şehir dışındaki büyük süper marketlere giden de varmış.
Manhattan’da çoğu insanın arabası olmadığını öğrenince şaşırıyorum, burada araba sahibi olmak başa dert deniyor, trafikten çok otopark sorunu ve ücretleri yüzünden! Zaten şehirde ulaşım çok kolay, metro, taksi ve otobüsle istediğiniz yere 10-15 dakikada varmak mümkün. Arabası olanlar, otoparka ödedikleri aylık ücret ile her haftasonu ayrı bir spor araba kiralamanın neredeyse aynı kapıya çıktığını savunuyorlar.
Sokaklardan insan manzaraları…
New York’un dünya iş merkezi olduğunu herkes biliyor ama yine de insan yaşamadan tam olarak algılayamıyor. 5. Caddede alışveriş yapanlar bile telefonla devamlı iş konuşuyor. Kabinde pantalon denerken bir yandan da telefonda müdüre rapor vermek, pratikle kazanılan bir beceri olsa gerek…
Reklam Ajanslarının yoğunlukla bulunduğu Madison Caddesinde trafik ışıkları biraz daha uzun kırmızıda kalsa, yanınızdakilerden Pepsi Cola’nın henüz vizyona girmemiş yeni reklam kampanyasını dinlemeniz mümkün…New York’da “sokak ajanı” diye bir iş alanı henüz doğdu mu bilmiyorum, ama sokakta iş hayatıyla ilgili önemli bilgilere kulak misafiri olmak çok kolay…
Akşam Broadway şovundan çıkıp “Europa Cafe”de sıcak bir çorba içerken artık bu saatte insanların sokaklara bir tek eğlenmek için çıktığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Karşımda iki tane 50′ lerinde gösteren kadın, laptop’larını ve dosyalarını geç saatte sakin olan kafenin masasına yaymış çalışıyor ve bir toplantı yapıyorlar….Kafede geceyarısı toplantı yapanı hiç görmemiştim. Herhalde bu da bir diğer New York’lu olma tarzı…Daha sonra görüyorum ki New York’lular için kafeler hayatın çok önemli bir parçası. Tıklım tıklım bir kafede sakin sakin kitap okuyanlar, hamburgercide şarap kadehlerini tokuşturup romantik bir gece yaşayanlar… Bu şehirde gördüğüm insan manzaralarından sadece birkaçı. Neredeyse Manhattan’da yaşayanların evinde buzdolabı olmadığına inanacağım….gerçekten var mı dersiniz ?
New York’u anlatırken, turist manzaralarından da bahsetmeden geçemeyeceğim. Aslında New York’lular açık hava müzesinde yaşıyor ve çalışıyor gibiler. Çoğu iş merkezi gökdelenlerin altı halka açık ve kafelerle dolu. Rockefeller, Trumph, Sony olsun tüm bu iş merkezlerine turistler akın akın otobüslerle geliyor ve devamlı fotoğraf çekiyor. Siz toplantıya yetişeyim diye işyerinize koşarken, fotoğraflarınızı çeken bir turistle karşılaşmak biraz asap bozucu olsa gerek !
New York’a gelenler de öyle kolay kolay memnun kalacak turistlerden değil, bu şehirin filmlerde gördüklerine tıpa tıp uymasını istiyorlar. Rockefeller Plaza’da bir çok filmde görünen buz pateni sahası baharda yerini orkide şovuna bırakıyor. Buz pateni pistini göremeyen Japon turistlerin hayal kırıklığı görmeye değer doğrusu.
Gece Manhattan Turu
Artık çoğu büyük şehirde karşınıza çıkan iki katlı ve üstü açık kırmızı turist otobüsleri New York’ta da işlemeye başlamış. Bu otobüsler özellikle yorulan çocukları dinlendirmek için ve soğuktan korunmak için çok yararlı. “Gray Line” otobüs şirketinin broşürlerini otellerde veya duraklarda bekleyen biletçilerden bulabilirsiniz. Ben günlük pas yerine gece turu yapmak istediğimi söyleyince, biletçinin “Aa demek New York’lusunuz” demesi garibime gitti. Meğer son zamanlarda, akşam yemeklerini köşedeki restorandan paketletip ellerine alıp, kulaklarına “iPod” larını geçirip, iki saatlik Manhattan ve Brooklyn turu yapmak buralı gençlerin son eğlencesiymiş!
Güzergah gerçekten de çok iyi düşünülmüş. Broadway’den kalkan otobüsle, Empire State binasının önünden geçip, Greenwich Village’a doğru yol alıyorsunuz. Köşede bir park var ve duvarlarında 9/11 faciasında hayatını kaybedenlerin resimleri asılmış, hala duruyor. New York üniversitesinin önünden geçerken, öğrencilerin doldurduğu cafe ve barlar hafta içi bile çok canlı, masalar ve sandalyeler caddelere taşıyor. Bu şehirde öğrenci olmak büyük bir ayrıcalık olsa gerek ! Greenwich Village’da çoğu butiğin penceresinde gökkuşağı renklerinde bayraklar var, kimi mağazaysa vitrinlerine gökkuşağı renklerinden dekorasyon yapmış. Muavinimizin açıklamasına göre bu mağazalar eşcinsellere de hizmet verdiklerini vurguluyorlarmış. Böylece etrafta sık sık gördüğüm gökkuşağının anlamını da öğrenmiş oluyorum. SoHo’dan geçerken, eğer müzisyen ve meşhur aktör görmek istiyorsanız hafta sonu SoHo’nun dar sokaklarında gezinmemizi tavsiye ediyorlar. Yolumuz “Little Italy”den geçip “China Town”a gelince otobüsteki Uzakdoğulular heyecanlanıp inmek için atakta bulunuyorlar. Burada durak olmamasına rağmen şöförümüz, durup bu vatandaşları ana topraklarına iade ediyor. Çin restoranlarının arasından geçerken sokakta yürüyen geleneksel kıyafetli Budist din adamlarının önünden geçiyor ve köşedeki Budist tapınağının yanında duruyoruz. Tapınaktan Uzakdoğuluların yanı sıra bir o kadar da Amerikalı çıkıyor, bu kültür dostluğu karşısında hayranlık duymadan edemiyorum.
Çin mahallesinden sonra yolumuz Manhattan köprüsünden geçiyor. Gece köprüden geçerken Manhattan’ı seyretmek çok güzel, hele bir de Brooklyn’den Manhattan’ı izlemek daha da güzel. Kendinizi çok seyrettiğiniz bir filmin setinde gibi hissediyorsunuz. Bu tura neden New York’luların rağbet ettiği ortada, otuz yedi dolara iki saati aşkın bir süre ışıl ışıl sokakların arasından geçip, değişik mahalleleri ve hayat tarzlarını görmek, New York’un çok kültürlü yüzüne tanık olmak son derece etkileyici. Üstelik tüm bunları Broadway şovlarının neredeyse üçte biri fiyatına yapmak… Manhattan’ı gece yaşamak görsel bir şovda yer almak gibi bir şey…üstelik başrolde siz varsınız ve yanınızdaki oyuncuları da seçebilirsiniz !
MoMa (Modern Museum of Art) Modern Sanat Müzesi
Gece turundan sonra, ertesi sabah New York’un yeni elden geçmiş, koleksiyon zenginliği ve mimari açıdan tam bir şaheser olan 53.cü caddedeki MoMa’ ya gidiyoruz. Bu müzeye girmek için uzun bir süre kuyrukta beklemeniz gerekiyor. İlk girdiğinizde, müzenin içindekilerden çok mimari özelliklerine takılıp kalıyorsunuz. Japon mimar Yoshio Taniguchi tarafından yeniden ele alınıp Manhattan’a taşınan müze yalın çizgileri ve yakaladığı modern perspektiflerle mükemmel bir mimari örnek. Boydan boya cam ve taş mimarisiyle, binanın içinden Manhattan’a açılan görüntüler sanki müze içinde ayrı bir müze gibi . İçerdeki sanat eserlerini bırakıp, Taniguchi’nin yarattığı perspektiften dışarıyı seyretmek bile son derece keyif verici.
Bu müzenin içindeki sanat eserlerine gelince, burada hangi ressamı ararsanız bulabiliyorsunuz. MoMa’da ressam diye tanıdığınız kim varsa hepsi en geniş koleksiyonlarıyla yer alıyor. Benim anımsadıklarım arasında: Pablo Picasso, Van Gogh, Paul Cezanne, Claude Monet, Marc Chagall, Paul Gauguin, Henri de Toulouse-Lautrec, Gustav Klimt, Henri Matisse, Paul Klee, Vasily Kandinsky, Amadeo Modigliani…var. Bu ressamların dışında en az bir bu kadar da sayamadıklarım…
Sanatla ilgilenenler olduğu gibi sadece eğlence arayanların da kaçırmaması gereken bir yer burası.
New York’ta zaman çok çabuk geçiyor
Sayılı günler çabuk tükeniyor ve biz Güney Afrika’ya doğru yola çıkma hazırlıklarına başladık bile. Bu şehirde zaman su gibi geçip gidiyor, dönüşte insan aslında hiçbir şey görmediğini ve yapacak çok şey kaldığını düşünmeden edemiyor. New York’tan ayrıldıktan sonra bir kaç gün dinlenmek herkese iyi gelse de, insan farkına varmadan bu şehri özlemeye başlıyor. New York’tan döndükten sonra çoğumuzun içini herhalde benzer hisler kaplıyor: “Dünya bu şehrin etrafında dönüyor ve biz uzaklarda bir yerlerdeyiz.