Serra GÜRÇAY – New York… New York… Aslında bu şehri hepimiz yakından tanıyoruz. Son seyrettiğiniz film nerede geçiyordu dersiniz? Evet tam üstüne bastınız bu şehirde. Peki üzerine en çok yazı yazılan, şarkı söylenen, klip çekilen şehir neresi ? Paris’in hakkını yemek istemem ama cevap yine aynı: New York.
Bu şehir için aklınıza gelebilecek tüm cümleler, kelimeler daha önce kullanılmış gibi geliyor insana. Ben de New York’u biraz daha alışılmamış yanıyla, çocuk ve çocuklular adına inceleme altına aldım bu gezide…
Afrika’nın Ucundan Amerika’nın Tepesine
Güney Afrika’dan New York’a ailecek gitmek, küçük çaplı bir dünya turuna çıkmakla neredeyse eşdeğer. 18 saatlik bitmek tükenmek bilmeyen bir uçak yolculuğunun ardından karaya ayak basmak ve air condition’sız bir havayı solumak insana basit şeylerden keyif almayı öğretiyor. Yine de, iki küçük çocukla kazasız belasız nispeten sakin bir yolculuk geçiriyoruz. Hatta uçaktaki Amerikalı amcalar kızlarımızı geceyi “gürültüsüz” bir şekilde geçirdikleri için kutlayıp şeker vermeyi de ihmal etmiyorlar.
New York’a ayak basar basmaz kendimizi bir taksiye atıp Manhattan’ın yolunu tutuyoruz. Insan zamanla Amerikalıların ve özellikle de taksi şoförlerinin ne kadar geveze olduğunu unutuyor. Kilise hikayeleriyle pek ilgilenmediğimizi anlatsak da şoför pek aldırmıyor ve konuşmaya devam ediyor… Brooklyn köprüsüne geldiğimizde, İngilizce dersinde “gökdelen” kelimesinin ne anlama geldiğini anlamayan “Afrikalı” kızımız Esra’ya, bunlardan burada bol bol bulunduğunu anlatıp gökdelenleri gösteriyoruz. Şimdilik pek etkilenmişe benzemiyor.
Manhattan’da bulunan otelimize geldiğimizde, bizi kötü bir sürpriz bekliyor, odaya ancak akşam üstü girebileceğimizi öğreniyoruz. Daha sabahın körü olmasına rağmen saat farkından ötürü kendimizi yorgun hissetsek de, meşhur Manhattan sokakları bizi bekliyor ve dalıyoruz ilk karşımıza çıkana…
Manhattan’da Çocukla…
Akşam yemeğine kadar kızları ayakta tutabilmek için onları heyecanlandıracak ve yorgunluklarını unutturacak bir program yapıyor ve Manhattan’daki oyuncakçılara dalıyoruz. FAO Schwartz gerçekten de büyük küçük herkesi heyecanlandıracak nitelikte ve büyüklükte bir mağaza. Bu mağazada oyuncak ile ilgili ne ararsan var. Mağazadaki dekor ve oyuncaklar insanı baştan çıkartıyor. Zaten etrafta çocuktan fazla büyük ve genç var. Bu gezide Amerikalıların değişik bir yanını keşfediyorum: Ne yaşta olursa olsunlar çocuk yanlarını gizlemeye çalışmıyorlar…. Ağzında lolipop’la gezen adamlar, Mickey Mouse t-shirt’ünü sırtına geçirmiş kadınlar, tek başına dönme dolaba binen dedeler…Herkes kendi çapında çocukluğunu tekrar yaşar gibi…
FAO Schwartz’da yaklaşık üç saat geçirdikten sonra, soluğu 5. caddedeki Disney Store’da alıyoruz. Bu mağazada pek oyuncak yok daha çok Disney karakterlerinin boy gösterdiği kıyafetler ve süs eşyaları var. Prenses elbiseleri kız çocuklarını çıldırtacak gibi… Bir kaç kabarık etekli elbise ve onlara uygun rüküş ayakkabı aldıktan sonra kendimizi zor dışarı atıyoruz.
New York’un kalbinin attığı Times Square’e geldiğimizde, burada dev bir mağazası olan Toys r us’a giriyoruz. Oyuncak çeşitliliği ve uygun fiyatları görünce daha önce ki mağazalarda fena kazıklandığımızı anlıyoruz. Bu mağaza diğer ülkelerde ki Toys r us’lara pek benzemiyor gerçekten de çok özenip bezenip yapmışlar. Dev dinozorları görmek, katları dönme dolaba binerek gezmek isteyen ve uygun fiyata hediye bakanlar için bir cennet burası…
Otele dönüş yolunda, çoğu Amerikalıdan duyupta merak ettiğimiz 5. caddedeki “American Girls” isimli mağazaya da girip son kalan enerjimizi de burada harcıyoruz. Bu çok katlı ve gösterişli mağazada eski tip bebekler ve onlara uygun elbiseler ve aksesuarlar bulunuyor. Aldığınız irice “American Girl” markalı bebeğin kıyafetinin aynısından çocuklara da yapmışlar. Amerikan ırkını temsil eden bebekler arasında her tür ırk, renk ve ebat bulmak mümkün, hatta tekerlekli sandalye de olanı bile var. Bizi bu mağazada en çok eğlendirense, oyuncak bebeklerin kuaför salonu oldu. Minyatür bir kuaför salonu kurmuşlar ve minik koltuklara bebekleri oturtup, sahibinin isteğine göre bebeklerin saçları fönlenip, şekil veriliyor veya kestirip saç ilave ettiriliyor. Buraya ayda bir kez gelip bebeğinin saç tarzını değiştirtmek için sıra bekleyen küçük leydi’leri görünce insan biraz şaşırıyor doğrusu…Neyse ki bizim kızları fazla heyecanlandırmayan bu mağazadan kısa sürede ayrılmayı beceriyoruz.
Çocuklara bir günde bu kadar heyecan yeter deyip fazla geç olmadan akşam yemeğine gitmeyi başarıyoruz. Oteldeki “concierge”in tavsiye ettiği 59’uncu caddedeki “Serafino” isimli pizzacıda buluyoruz kendimizi. Pizzacı, pizzacı derken…orada durun… Burası Manhattan, haliyle her şey çok havalı ve “trendy”. Bu çok popüler olduğunu sonradan öğrendiğimiz pizzacıda bizden başka acele karnını doyurup kendini yatağa atmayı düşünen yok ! Daha henüz yemekler bile gelmeden sandalyede oturur şekilde uyumaya başlayan iki çocuk görünce insanlar yüzümüze garip garip bakmaya başlıyor…”Hayır, hayır…rahat bir yemek yiyebilmek için çocukları uyuşturmadık…sadece uçaktan bugün indik saat farkından dolayı “jet lag” oldular” türü açıklamalar yapmak zorunda kalıyoruz. Yemeği bitirdikten sonra kucağımızda biri 15 diğeri 25 kilo civarındaki “paket”lerimizle birlikte birkaç blok ötede bulunan otelimize yürümek haliyle zor oluyor.
Etrafta, işten yeni çıkmış şık ve zarif New York’lular koşarak akşam programlarına yetişmeye çalışıyorlar. Kadınlarda ince topuklu ayakkabılar ve Louis Vuitton’un boy boy kiraz desenli çantaları var, saçlar ve görünüşleri kusursuz.
Evet…Ben de onlar gibi koşuyorum… Benim saçlarım darmadağın, köşedeki şık “lounge” a değil… yatağa koşuyorum ben… Üstelik kolumdaki şık ve ağır çanta uyanmaya başladı, bağırıyor…Eyvah ! New York halkına rezil oluyoruz.
Miniklere New York Kültürü
Otelden aldığımız “babysitter” fiyatlarından sonra (Saati $ 20 ve en az 4 saat bırakmanız gerekiyor), aslında gece hayatına pek meraklı olmadığımıza karar vererek, New York’u daha çok gündüz gözüyle gezmeyi uygun görüyoruz. Güney Afrika’da saatine $ 2 verdiğimiz babysitter’ımızın bu arada kulaklarını çınlatıp kendisine bir hediye almayı da ihmal etmiyoruz.
Manhattan’da iki çocukla gezmek…nasıl anlatsam… otoyola bisikletle çıkmak gibi birşey. Herkes o kadar aceleci ki, sokakta yürürken insanların kendilerine çarpıp durmalarından sarhoş oluyor çocuklar… Manhattan’da hafta içi etrafta çocuk görmek insanları şaşırtıyor.
Biz de kendi meraklarımızı birkaç gün erteleyip, çocukları şehir koşturmacasından biraz uzak tutmak için Central Park’a gidiyoruz.
Central Park’ın hemen girişinde duran atlı arabalar ve at üstünde ki polislerin güler yüzüne bir de baharın doğada yarattığı hoş renkler eklenince, buraya gelerek doğru bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Parkın içinden geçerken koşanlara çarpmamaya dikkat ederek 79. sokaktaki “American Museum of Natural History”e geliyoruz. Burası dünyanın en büyük tabiat ve doğal yaşam tarihi müzesi. Bu müzede özellikle dinozorlar, dünyanın farklı bölgelerinden sergilenen insan ve hayvan figürleri, okyanus canlıları ve diğer hayvan örnekleri çocukların çok ilgisini çekiyor. Burada bir iki saat geçirdikten sonra müze keşiflerimize devam etmek için Brooklyn’e doğru yola çıkıyoruz.
Eğer çocuklarınıza müze kültürü aşılamak istiyorsanız New York tam yeri. Bir tane Manhattan’da da olmasına rağmen, biz Brooklyn’deki “Çocuk Müzesi”ne gittik. Burası tüm dünyadaki çocuk müzelerine örnek olmuş. Brooklyn Children’s Museum tasarımı ve ileri teknolojik yapısı, labirent şeklinde yapılmış koridorlarıyla insanın başını döndürüyor. Bu mekan klasik müze anlayışından tamamen uzak, çocukları değişik oyunların içine sokarak interaktif yollarla minikleri eğitmeyi amaçlıyor. Küçük bir Brooklyn turu da attıktan sonra kültürel turumuzu Broadway’deki “Lion King” müzikalini izleyerek bitiriyoruz.
Broadway’e gitmek zaten çocukları fazlasıyla heyecanlandırıyor, ışık ve dev reklam panolarını seyretmek bile başlı başına bir gösteri zaten. Biz yine de kendimizi “New Amsterdam” tiyatrosuna attık, DVD’sini ve kitaplarını artık ezberlediğimiz “Aslan Kral” şovunun, “yakın bir tanıdığımızı” bekler gibi, başlamasını bekledik. İyi ki de beklemişiz !
Bu çok ödüllü müzikalin muhteşem bir prodüksiyonu var. Afrika’yı ve Afrika’nın bozkırlarında koşturan hayvanlarını, sadece insan figürü kullanarak bu kadar güzel anlatabilmek büyük bir başarı doğrusu. Afrika’yı az çok bilen biri olarak, tüm kostüm ve dekor detaylarını incelerken, bu şovu hazırlayanların uzun seneler Afrika’da yaşamış olmaları gerektiğini düşündüm. Tüm detaylar o kadar orjinaline uygun ki !
Bu arada, şovda Rafiki’nin Zulu’ca yaptığı konuşmanın bazı kelimelerini anlayınca, bizim kızlar yanda oturan Amerikalıların fazlasıyla ilgisini çektiler. E nereden bilsinler bizim Afrika’dan geldiğimizi !!! Şovun sonunda tahminimde yanılmadığımı, oyuncuların büyük bir bölümünün Güney Afrikalı olduğunu ve şovdan elde edilen gelirin bir kısmının Afrika’ya gittiğini öğreniyoruz.
“Aslan Kral” müzikalinden de çıktıktan sonra, artık yeterince çocuk programı yaptığımıza karar verip, biraz da New York’un “yetişkinlere” sunduğu olanakları incelemeye koyuluyoruz. Bu da izninizle, bir sonra ki yazımın konusu olsun…