Tanrıların Kum Havuzu

13 dk okuma

Serra Gürçay – Soğuk okyanusun dev dalgaları ve dünyanın en yüksek kum tepeleri arasına sıkışmış bir ülke Namibia. Aslında ülkeden çok dev bir kum denizi de denebilir…

Bu kum denizine tepeden baktığınızda, tepeler ve kumun aldığı şekiller insanı şaşırtıyor, yumuşak ve aynı zamanda keskin hatların, gelişigüzel rüzgar hareketleriyle oluşabileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Kendinizi çok daha derin anlamlar ararken buluyorsunuz. İşte o zaman anlayın ki çölün mistik havasına yakalanmışsınız bile…

Namibia öyle bir ülke ki, göz alabildiğince giden boşluk karşısında kendinizi yalnız ve güçsüz hissedebilirsiniz. Doğa bu topraklarda insanı kolay kolay barındırmıyor. Namibia insanoğlunun doğaya yenik düştüğü ender coğrafyalardan biri…Doğa sanki kendini korunma altına almış, ne okyanusun buz gibi dalgaları, ne de kızgın uçsuz bucaksız kum tepeleri insana geçit veriyor.

Namib çölü, dünyanın en eski çölü

Güney Afrika, Botswana ve Angola’nın sınır komşusu olan Namibia, 2110 $ milli geliriyle kara kıtanın zengin ülkelerinden sayılıyor. Yüzölçümü Türkiye ile neredeyse eşit olan bu ülkede bir kilometrekareye iki kişi düşüyor, 1.7 milyon nüfusla Afrika kıtasının en az nüfuslu ülkesi unvanına sahip. 1883’den 1914’e kadar Alman hükümeti tarafından yönetilen bu ülke daha sonra Güney Afrika’ya geçmiş. Şimdi resmi dili İngilizce olmasına rağmen, Alman kültürü, mimarisi ve Almanca hala şehirlerde kendini gösteriyor.

Namibia’yı diğer Afrika ülkelerinden farklı kılan, Güney batısında ki Namib çölü ve zengin elmas madenleri. 80 milyon yaşındaki Namib çölünün dünyanın en eski çölü olduğuna inanılıyor. Namib-Naukluft milli parkı 32.000 kilometrekarelik çöl alan ile dünyanın en büyük milli parklarından biri. Bu bölge aynı zamanda hareket eden 200 metreyi aşan, dünyanın en yüksek kumullarına da sahip. Bu kadar çok özelliği öğrendikten sonra, bu çölü görmemek olmaz demek düşüyor insana….Biz de kısa bir tatili bahane edip, şu an demir attığımız Johannesburg’dan sadece iki saatlik uçak mesafesinde olan Namibia’yı en sonunda keşfetmeye karar verdik.

Yolculuk Başlıyor…

Kısa bir süre öncesine kadar Güney Afrika toprakları sayıldığı için, bizim buradakiler Namibia’yı hala yabancı bir ülke gibi görmüyorlar. Johannesburg’daki turizm acentesı, bize dış hatlara gitmemizi ve yurtdışı uçuşlarda olduğu gibi en az iki saat önce havaalanında olmamızı tembihleme gereği bile duyuyor, gitmeden önce…

Artık bizimle geze geze Afrika uzmanı olan Defne ve Esra’ya, Güney Afrika’da her tatilde görmeye alıştığımız aslan ve filleri Namibia’da görmeyeceğimizi, onun yerine çöl, kum ve boşluk seyredeceğimizi söylediğimizde pek anlam veremiyorlar, haliyle… Birbirine zıt coğrafi özellikleri birkaç saatlik yolculukla görebilmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu “dört yaş” grubuna anlatmak pek kolay değil.

Namibia’nın başkenti Windhoek’a iner inmez havaalanının sakinliği, temizliği ve herşeyin tıkır tıkır işlemesi hala bir “Alman ekolünün” varlığını hissettiriyor kuşkusuz. Afrika’da bile Alman disiplininin korunabilmesi büyük bir başarı doğrusu… Ama karar vermek için daha çok erken. Araba kiralamaya gittiğimizde işin rengi biraz değişiyor. Ayırttığımız dört çekerin ellerinde olmamasından dolayı acenta bize eski model bir Mercedes vermeyi öneriyor. Sesimizi çıkartmıyoruz… Daha sonra çöle gideceğimizi duyunca görevlinin paniklemesi bizi biraz olsun “uyandırıyor”.

Çölde Mercedes’le…

Arabayla sekiz saat sürecek olan Namib çölüne yolculuğumuzu eski ve yere yakın bir Mercedes’le yapacağımızın verdiği huzursuzlukla biniyoruz arabamıza. Uçakta Namibia havayollarının dergisinde okuduğum ” Çölde Susuzluk” isimli iç açıcı makaleye göre, çöle giderken arabası bozulan ve susuzluktan ölenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu hatırlayarak litrelerce su depoluyoruz.

Yola çıktıktan biraz sonra… Windhoek’u iyice gerimizde bırakıp… ağaçlar seyreldikten ve toprak kızarıp yavaş yavaş kuma dönüşmeye başladıktan sonra… karşı istikametten ancak saatte bir araba gelmeye başladığını farkediyoruz. Geçen arabalar sanki kırk yıllık dostuna rastlamış gibi bize selam veriyor…Telefonumuz çekmiyor, etrafta kuru ağaç ve kumdan başka hiçbirşey yok. Daha önce taş ve kayalarla karışık kum tepeleri artık iyice kızıllaşmaya başlıyor ve herşey ince kuma dönüşüyor, arabanın içi bile!

İşte çöle nihayet geldik diyoruz. Üstelik kilometre hesabımız doğruysa tüm broşürlerde, gezi kitaplarında yer alan “Miranda’nın Terası” isimli meşhur restorana yaklaşıyor olmalıyız. Ufukta derme çatma bir yapı beliriyor, iyice yaklaştığımızda aradığımız restoran olduğunu fark ediyoruz. Arkamızda bir kamyonet bizimle birlikte duruyor. Kamyonetten beyaz, yaşlı ve iri yarı çiftçi bir kadın çıkıyor. Bize “restoran”a girip girmeyeceğimizi soruyor. Kendisinin Miranda olduğunu öğreniyoruz, broşürlerde bir mihenk taşı olarak gösterilen “Miranda’nın Terasının” ta kendisi. Uzaktan araba sesi duyunca evinden çıkmış restoranını bizim için açacakmış. İçeri girince birden restoran değil bir kafeterya hatta çok küçük bir bakkal dükkanına girdiğimizi anlıyoruz. Raflarda üstü tozlu bisküvi kutuları, deterjanlar ve donmuş içeceklerle dolu eski bir buzdolabı var. Herşey çok eski, neredeyse satılan ürünler bile 60’lı senelerden kalma gibi. Ama sohbet iyi… Türk olduğumuzu öğrenince Miranda şaşırıyor, ilk gördüğü Türklermişiz! İçeceklerimizi alıp, yiyecek bulamamanın hayal kırıklılığıyla, tek bacağı eksik köpeği ve Miranda’ya dönüşte tekrar uğrama sözü verip çıkıyoruz.

Yollar gittikçe uzuyor ve uzadıkça bozuluyor, çocuklar arabada sıkılıyor, etrafta seyredecek hiçbir şey yok…bir ağaç bile. Artık her yer kum oldu, etrafta hiç köy veya kasaba yok. Nihayet sekiz saatlik yolculuktan sonra Sossusvlei’ye ve çölün ortasında bir vaha gibi duran otelimize varıyoruz. Otelin bahçesindeki kaktüsler ve çakıl taşları bizi odamıza götürüyor. Daha doğrusu biz öyle zannediyoruz… Bilmiyoruz ki bizi bir çadır bekliyor. Acentamız bize bu küçük detayı söylemeyi unutmuş…

Kızıl sıcak ve keskin kıvrımlar

Çadırımız büyükçe… branda bezinin rüzgarda kumu elek gibi içeri aldığını tecrübeyle öğreniyoruz. Çölde kumdan kaçış yok! Çadırımızdan çıkar çıkmaz, ay ışığında etrafımızdaki kumulların aldığı rengi görünce birden bire yorgunluk dahil her şeyi unutuyoruz. Sanki kızıl bir ateş topu sarmış etrafımızı… Şaşkın şaşkın etrafımıza bakıyoruz, şimdiye kadar hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştık. Ay ışığında bu nefes kesen kızıllığın içine dalınca, ne buz gibi esen rüzgar ne de saçlarımıza karışan kum taneleri bizi ilgilendiriyor. Etrafın boşluğu, sakinliği ve manzara sanki aya ayak basmış izlenimi veriyor. Bu hissi daha sonra kumulların içine dalınca da hissedeceğimizi henüz bilmiyoruz. O an ki tek düşüncemiz sabah olsa da bu kızıl güzelliğin içine dalsak oluyor…

Sabah hava aydınlanır aydınlanmaz Sossusvlei’e, hareket eden kumulları görmek üzere arabamıza biniyoruz.

Bu yazıyı çok uzatmamak için, kumulların nasıl hareket ettiğini, ölüm vadisini ve elmas madenlerini haftaya bırakıyorum. Biz o zamana kadar kumullarda elmas aramayı düşünüyoruz. Çocukları oyalamak gerek…Hem şu an dünyanın en zengin elmas madenlerinin hemen yanı başındayız, kim bilir belki bize de bir tane çıkar ! Haftaya görüşmek üzere…

Geçen hafta başladığımız kumullarda elmas arama misyonumuz başarısız geçse de, Namib kumunu şişelemeyi ve içine küçük kristal parçaları yerleştirerek çocukları avutmayı başardık. Onlar memnun olduğuna göre, biz de Namib çölünü keşfetmeyi geçtiğimiz hafta bıraktığımız yerden devam edebiliriz…

Nehrin bittiği vadi: Sossusvlei

Sabah erkenden Namibia’nın keşfetmeye en müsait olan dev kumullarının bulunduğu bölge “Sossusvlei” milli parkına dalıyoruz. Bir önceki gece ay ışığında görüp büyülendiğimiz kumulları yakından görüp onlara dokunmak için adeta yanıp tutuşuyoruz. Parkın içine girdikçe kumullar yükselmeye başlıyor. Bu parkta her tepenin, her kumulun bir numarası, bazılarının kendine özgü bir ismi var. En meşhuru, en kolay tırmanılanı, yola en yakını gibi… Çölde yürümeyi göze alamayan turistler için, yola yakın olması fotoğraf çekmek ve üstüne tırmanmak için elverişli anlamına geliyor. Bu bölgede tek bir araba yolu var ve bu yolun dışına ancak yürüyerek çıkabiliyorsunuz. Bu kuralı çiğnerseniz çatlamış kumların üzerinde bırakacağınız tekerlek izleri en az 10 – 20 sene silinmiyor, bir de hemen yakalanıp ceza ödeme ihtimaliniz var.

45 numaralı kumulun önünde duruyoruz. Bu gördüğümüzün, Sossusvlei’in en meşhur kumulu olduğunu öğreniyoruz. 45 numaralı kumul, Toyota reklamlarından, Jeniffer Lopez’in at sırtında göründüğü klipe kadar birçok uluslararası çekime konu olmuş. Gerçekten de yumuşak kıvrımları ve güneş ışığının üzerinde bıraktığı ışık oyunlarıyla, bu kumulun çok estetik bir görünüşü var. Adeta bizi davet eder gibi duruyor…45 numaralı kumula hep beraber çıkıyoruz. Adım attıkça ayaklarımız kuma saplanıyor ve ayak izlerimiz kumun aşağıya dökülmesiyle büyüyor. Kumullara çıkmak zannedildiği gibi zor değil, kum o kadar yumuşak ve aynı zamanda parlak ki, yorulunca insanın içinden kuma yatıp saatlerce oynamak geliyor. Biz şanslıyız çünkü şu an Namibia’da kış sezonu. Hava en fazla 22-23 derece, geceleri çok soğuk olduğundan üzerinde yürüdüğünüz kum aşırı sıcak değil. Yazın kumda akrep ve yılanların olabileceğini duyunca, iyi bir mevsimde geldiğimize seviniyoruz.

Hayat veren sis

Çölü gezerken dikkatimizi bazı hayvanlar ve yer yer kendini gösteren bitki örtüsü çekiyor. Bu kadar kuraklıkta bu canlıların nasıl yaşadığını öğrenince, doğaya inancımız bir kat daha artıyor. Bu bölgede yaşayan antilop cinsi hayvanların kendini sıcaktan korumak için bir tür iç klima geliştirdiğini, bu bölgede ki kum sincaplarının kuyruklarının diğer sincaplara göre daha uzun olduğunu ve güneşe karşı siper olarak kullandıklarını, karınca ve böcek türlerinin ise çölde bacaklarının uzadığını, böylece kızgın kuma deymeden yürüdüklerini öğreniyoruz. Çöl koşullarına adapte olan hayvanlar, etrafta buldukları yeşillikleri yiyerek hayatta kalıyorlar.

Çölde gördüğümüz yeşilliklerin nasıl yaşadığını öğrenince şaşkınlığımız bin kat artıyor. Kum tepelerinin 150 kilometre ardında ki Atlantik okyanusundan her sabah kalkan sis, rüzgarın verdiği yönle Namib çölüne gelip, kum dağlarının üzerine buğusunu bırakıyor. Atlantik’ten esen soğuk rüzgar dalgasıyla, çölün kuru havası buluşunca oluşan sis çölün yaşam kaynağı ve her sabah çölü sulama görevini eksiksiz yapıyor!

Yürüyen Kum Dağları

Namibia’da bulunan kumulların bir özelliği de rüzgar akımından etkilenerek her sene kuzeye doğru göç etmeleri. Sossusvlei’nin güneyinde, iyice kurak bölgede bulunan kumullar adeta koşarcasına kuzeye doğru yol alırken. Sossusvlei’dekiler komşularına göre biraz daha yavaş hareket ederek, yılda 1 metre kadar kuzeye ilerliyorlar. Bu kumulların ilerlemesini durdurmak ve kum fırtınasında civar köylerin kumlar altında kalmasını önlemek için kumulların etrafına çöl bitkileri ekmek gerektiğini öğreniyoruz. Çölün her sene genişlemesi, senelerdir duyduğumuz klasikleşmiş” dünya çöl oluyor” lafının gerçekliğini kanıtlıyor adeta…

Rehberimiz, bizi Sossusvlei parkının içinde bulunan “Ölüm Vadisine (Deadvlei) götürebileceğini, fakat arabanın bu bölgeye giremediği için biraz yürümemiz gerektiğini söylüyor. Kızları biraz rüşvet ve tatlı dille ikna etmeyi başarıp, çölün ortasına doğru sürecek toplam 6-7 kilometrelik yürüyüşümüze başlıyoruz. Yarım saat sonra arkadan gelen ” Buralarda niye dondurmacı yok ? Çok yorulduk” namelerini duyunca biraz yavaşlasak da sonunda “Ölüm Vadisine geliyoruz. Bu bölgeye “hayat veren sis” gelmediği için tamamen toprak kurumuş, çatlamış, sertleşmiş ve beyaz bir renk almış…Bu ölmüş toprağın üzerinde cansız duran ve hayaleti andıran ağaç kütükleri var. Etrafı kızıl kumullarla sarılı olan “Ölüm Vadisine” biraz uzaktan bakınca ışığın ve belki de sıcağın oyunuyla sanki beyaz bir göl görür gibi oluyoruz. Serap görmenin de ne anlama geldiğini öğrendikten sonra, kendimizi zar zor arabaya taşıyor ve bir süre hiç kımıldamadan manzarayı seyrediyoruz.

Elmaslara Yaklaşmak Yasak

Bütün gün kumulların içine dalıp, çölde bol bol yürüdükten sonra çöldeki son günümüzü de bu kum denizini yukarıdan görerek bitirmeyi uygun buluyoruz

Gün batımında yaptığımız minik pır pır uçak gezimiz, genç ve cesur pilotumuz sayesinde oldukça heyecanlı geçiyor. Kumulların neredeyse üzerine konacak kadar yakınlarından geçiyor, pervanenin rüzgarıyla kumların hareket ettiğini bile görebiliyoruz. Tepeden bakınca bu manzaranın dev bir kum havuzuna benzediğini, kumulları şekillendirenin mükemmel bir estetik duygusuna sahip olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Geçtiğimiz yerler tamamen bakir, çöl ve kumdan ibaret, yol olmadığından dolayı burayı gezmenin tek yolu havadan… Pilot bizi 150 kilometre batıya, okyanusa götürüyor. Okyanusun göründüğü noktada kumun üzerinde daireler görüyoruz. Pilot bunların esrarengiz bir şekilde belirdiğini, nedeninin de henüz bulunamadığını söylüyor. Bu da doğanın biz insan oğluna oynadığı bir başka oyun diye düşünüyoruz.

Okyanusa geldiğimizde manzara inanılması zor bir hal alıyor. Bu noktada, Atlantik’in dev mavi dalgalarıyla, kızıl kum tepeler birbirlerini kucaklıyorlar. Yola çıktığımızdan beri etrafta, ne bir canlı, ne bir ağaç ne bir yol gördük. Mavi ve sarı rengin dışında hiçbir şey yok. Okyanusun dalgalarına doğru yaptığımız pikelerden ve etrafın vahşi güzelliğinden olsa gerek, başımız dönüyor.

Dönüş yolunda pilotumuz biraz daha güneyden giderek bizi “Yasak Elmas Bölgesi”nden geçiriyor. Güneye Oranj nehrine kadar giden bu bölge, Güney Afrika’daki madenlerle birlikte dünyanın en büyük elmas madenlerinden biri. Namibia devleti ve Güney Afrikalı De Beers firmasının ortak olduğu bu madenlerden çıkan elmaslar, tüm dünyaya buradan yayılıyor. Elmas bölgesine girmek yasak, zaten girebilecek bir yol da yok, bizim üzerinden geçtiğimiz “Yasak Bölge Zone 2” şimdiye kadar gördüğümüz manzaranın aynısı. Maden araştırmalarının daha güneyde yapıldığını öğreniyoruz.Aslında pilot dahil bu bölge ile ilgili pek bilgisi olan yok, malum yasak bölge. Hazineler büyük itinayla saklanıyor. Bu bölgede çalışan madencilerin izin günlerinde tamamen soyunarak arandıkları ve bu bölgeye izni olmayan kimsenin adım atamadığını öğreniyoruz. Yasak bölgenin üzerinden geçerken, insan kumların altında ne hazinelerin yattığını hayal etmeden duramıyor.

Namibia’nın zengin madenlerinden elimizde sadece kum tanelerinin kalmasına biraz içerleyerek dönüş yoluna geçiyoruz.

Bizim Namibia serüvenimiz burada bitiyor, evimize geldiğimizde kızıl kumlardan temizlenmemiz epey zamanımızı alsa da…Danimarkalı bir antropologun dediklerine katılmadan edemiyoruz: “Namibia’ya bir kez ayak basmış bir kişi, bu topraklara tekrar gitmeyi istemiyorsa, onun aklından şüpelenirim”

Önceki Yazı

Cennetin Başkenti: Hawaii

Sonraki Yazı

Kamboçya’dan taze anlar: Khmer dansları

Yoldan Notlar son yazılar

BAE Yollarında 9 gün

Birleşik Arap Emirlikleri Seyahati Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), keşfetmeyi göze alanlar için pek çok sürprizi de

Kuzey İspanya’da 8 gün

İspanya’yı Madrid’le tanıyıp, Barcelona ile sevmiştim. Granada’nın Alhambra Sarayını, Cordoba’nın sütunlu camisini, Ronda’nın uçurumlarını gördüğümde bu

Kopenhag’ dan Malmö’ye

Noel tatili dolayısıyla Kopenhag sokaklarında in cin top oynadığından, programımda ani bir değişiklik yaparak İsveç’e gitmeye

Katmandu’ya doğru…

Mel Ozsimsek – Ilkokul donemimde istanbul un mahallerinde kosup oynarken, dar geldi o sokaklar bana, agaclar

Mozart’ın Evinde

Tüm Avusturya’ya  Mozart’ın kokusu sinse de  Salzburg’un ayrı bir yeri var. Ne de olsa Mozart’ın doğduğu