Sürgün kente tren yolculuğu. Yazan Rahmi Yağmur
Moskova’daki birkaç arkadaşıma, Sibirya’ya doğru bir tren yolculuğu yapacağımı söyleyince bana bakıp güldüler. “Siyasi kavgalara mı girdin, hükümete isyan mı ettin de sürgün yedin?” diyorlar.
Çünkü bu mevsimde oraya gitmek biraz çılgınlık olarak değerlendiriliyor. 1800’lerden 1990’lara kadar o kente, o coğrafyaya hiç kimse gönüllü olarak gitmek istememiştir. Hatta bu coğrafyanın bir çok yeri daha bir iki yüzyıldır yerleşime açılmış. Rus Çarı 11 Nikola’ ya karşı Dekabristler’ in Senato Meydanı’ndaki ayaklanmasının hüsranla sonuçlanmasının ardından, isyancıların beşi idam edilir, yüzlercesi de buraya sürgüne yollanır. İşte o tarihten 1990’lara kadar bu coğrafyaya, yani Sibirya’ya yolculuk edenlerin çoğu sürgüne gönderilen politik mültecilerden oluşuyordu. Bu yüzden de Sibirya’ya yolculuk ucunda zorlu bir ölüm olan sürgüne gönderilmek anlamına gelmiş.
Bu Sibirya, tüm Sovyet coğrafyasında dehşet ve kâbus anlamına geliyor.
Hava burada Moskova’dan bile daha soğuk. Ve çantamı alıp dışarı çıktığımda, soğuk hava kendini çok daha fazla hissettiriyor. Gece 11 sıralarında, insanın iliklerine kadar işleyen bir soğuk var.
Tren garına daha önce tanıdığım bir taksici arkadaşım götürüyor. Taksici havanın soğukluğuna bakıp bu havada neden yollara düştüğümü merak ediyor. Ona gezmeye gideceğimi söyleyince bayağı şaşırıyor Vagzala’ ya (Rusça tren istasyonu) ulaştığımızda beraber yolculuk edeceğim arkadaşın geldiğini görüyorum.
Rusça’yı çat pat bilen, Uralları da biraz tanıyan bir arkadaşımla birlikte, Rusların Palasgart dedikleri ikinci sınıf bir trene biniyoruz. Aslında Rusya’nın ne kadar büyük olduğunu anlamak için böyle bir yolculuk yapmak gerek. Aynı zamanda bu uçsuz bucaksız ülkede seyahat etmek özellikle de Ruslar için Tren vazgeçilmez bir ulaşım aracı. İçinde yolculuk ettiğimiz palasgart tipi trenler, hem çok sık sefer yaptığından hem de ucuzluğundan dolayı Ruslar tarafından daha fazla tercih ediliyor.
Benim ise bu ikinci sınıf plasgart trenini tercih etmemin asıl sebebi ucuzluğu. İkinci sebebi ise; hem geçeceği yerleri kısmen görebileceğimden hem de Rusya’nın orta ve yoksul kesimleriyle birlikte yolculuk edip onları biraz daha tanıma fırsatı elde etme isteğim yatıyor. Bunlar benim için gerçek Ruslar ve ben onlarla yolculuk edeceğim için seviniyorum. Gerçekten de 60 kişilik vagona baktığımda içi, çocuklarını görmeye giden yaşlı kadınlar, satmak için birkaç koli eşyasıyla giden satıcılar, küçük işler için diğer kentlere gidecek sıradan insanlar, seks emekçileri, öğrenciler ve halkın diğer kesiminden insanlarla dolu. Bu vagonlar bir avuç devlet bürokratı ve oligarkın dışındaki Rusya’nın bir aynası gibi. Tren hareket eder etmez üstlerini değiştirip eşofman türü şeyler giymeleri, hazır birkaç parça yiyeceklerini masalarına koymaları ve yataklarını açıp hazırlama gibi rahat hareketleri, trene ne kadar alışık olduklarını gösteriyor.
Ben ise ilk geceyi oldukça çekingen atlattıktan sonra, sabahın ilk ışıklarıyla yatakta gözlerimi açıyorum. Ranzanın ikinci katından yatağımdan hiç kalkmadan, dönüp geçtiğimiz yerleri izlemeye koyuluyorum. Yol boyunca uzanan binlerce kilometre demir raylarının çevresi ağaçlarla kaplı. Çoğu doğal olarak yetişen çam ağaçları. Bu kadar uzun, soğuk ve karlı bir coğrafyada bu kadar çok ağaçla karşılaşacağımı tahmin edemezdim. Aslında burası hakkında çok az şey biliyorum bu yüzden gördüğüm her şey bana ilginç geliyor.
Ağaçların olmadığı alanlar ise ıssız bir kar çölü gibi görünüyor . Yataktan çıkarak vagonun sonunda bulunan çay ocağından bir çay alarak yerime dönüyorum. Çayı yudumlarken, dışarıyı izlemek gerçekten de çok hoş. Urallara özgü sisli ve soğuk hava içinde uzanan bu karlı coğrafya, bazen sonsuzluğa doğru uçmak gibi…
Tren irili ufaklı bir çok istasyonda duruyor. Rusların Vagzal dedikleri bu istasyonlara ellerinde mendil, kalem ve küçük öteberilerin yanında kendi evlerinde pişirdikleri börek, pasta ve balıkları satmak için trenin çevresine üşüşen onlarca genç ve yaşlı kadınla doluyor . Moskova’nın kapitalizmin ışıklı reklâm panolarıyla donanmış çatapatlı yaşamının tersine, ülkenin içlerine doğru uzandıkça yoksulluğun kokusu gelmeye başlıyor.
Rusya bana ne kadar tuhaf bir ülke gibi geliyor Saatlerce yol gitmeme rağmen hala küçük bir tepeciğe bile rastlamadık. Oysa haritaya göre geçtiğimiz yerlerin Ural bölgesi olması gerekiyor. Oysa buralarda değil dağ bir tepecik bile yok. Ve kendi kendime soruyorum o zaman Ural dağları nerde?
GÜZEL İMPARATORİÇENİN KENTİ YKATERİNBURG
30 saatlik bir tren yolculuğundan sonra Rusların 1. Piotır’ dan sonra batılılaşmayı sürdüren ve aynı zamanda kendisi de bir yazar olan İmparatoriçe Katerina’ nın kenti YKaterinburg ’ a geliyoruz. Kent 17. yy’ Kinyas Dimidov tarafından kurulmuş. Kentleşme sürecini yaşadıktan sonra İmparatoriçenin ismi verilmiş. Sovyet iktidarı kente dönemin sosyalist öncülerinden Sverlosk adını takmış ancak sistem çökünce kent yine eski ismini almış.
Şehrin büyük bölümünün göründüğü Nikola Tepesi’ ne çıktığımızda kötü bir anının güzel bir eseriyle karşılaşıyoruz. Kentin bu tepesinde Ekim Devrimi’ nden sonra yenilgiye uğrayan Çar 2. Nikola, eşi ve dört çocuğu ile birlikte kurşuna dizilmesinin anısına yapılan kiliseyle karşılaşıyoruz. Çar önce buraya sürgün edilmiş, daha sonra yani 1918’ de ailesiyle birlikte kurşuna dizilmiş. Devrimi halkın kendisi yapmış olmasına rağmen çarın ailesiyle birlikte kurşuna dizilmesi büyük bir üzüntüye yol açmış. Sovyet sistemi yıkılır yıkılmaz bu kötü olayın anısına büyük bir kilise yapılmış. Kentin en yüksek yerinde bulunan bu kilisenin üzerinde Kril alfabesiyle “Bu kilise Çar 2. Nikola’ nın kanı üzerine kurulmuştur.” yazılı bir tabela asılı.
Şehir oldukça büyük, soğuk ve sisli. YKaterinburg, bölgedeki sanayi ve sermayenin merkezlerinden biri.
Her fotoğraf çekmek için sokağa çıktığımda soğuktan yüzüm donacakmış gibi oluyor. Hele bacaklarım kısa sürede yürüyemeyeceğim kadar donmaya başlıyor. Yine böyle olunca yakındaki bir kaffeye adeta sığınır gibi giriyoruz. İçeri giren yaşlıca bir Rus hemen yakınımızdaki boş masaya oturuyor. Biraz yaşlı ve entelektüel birine benziyor. Yanımdaki arkadaş nezaket kuralarını fazla zorlamadan bir yolunu bulup bozuk şivesiyle onunla kısa bir sohbete girişiyor. Oda yabancı olduğumuzu anlayınca sohbetten sıkılmıyor. Ben de fırsattan istifade Ural Dağları’ nı göremediğimizi ve nerde olduğunu soruyorum. Yaşlı Rus gülerek cevap veriyor. “ Ural Dağları diye birkaç tepe var, şu anda oturduğunuz yerde Ural Dağları sayılır. Urallar sizin bildiğiniz birkaç yükseltiden oluşan bir dağ değil. Urallar onlarca kent kasaba ve yerleşim yeriyle dağlardan bile yüksek bir coğrafik yükselti. Urallar derken bu geniş coğrafyanın ismi anlaşılır. Buranın bu kadar soğuk olması hatta çoğunca Sibirya’dan bile daha soğuk olmasının sebebi sadece kuzeyde olması değil, aynı zamanda yüksek oluşundan kaynaklanıyor.” Aslında bu cevap çoğu şeyi açıklamaya yetiyor.
YENİ BİR ZAMANA GİDİYORUZ
Yeniden bir plasgart trenine biniyoruz. İnsanda bazen bir üşüme bazen de bir ürperti yaratan ve bir hayal gibi gelen Sibirya’ya gideceğiz. Aslanda hakkında Dünyanın kuzeyinde olmasından başka pek bir şey bilmediğimiz bu coğrafyalar benim için bir büyük gizem. Rusya, o kadar geniş bir coğrafya ki insan bu ülkede yolculuk ederken sadece mekan değil, aynı zamanda zamanı da değişiyor. Moskova ile Sibirya arasında üç saat farkı var. Rusya’nın Sibirya ile Moskova arasındaki saat farkını görünce Sibirya’nın sadece kafamda değil, gerçek yer kürenin üzerinde de oldukça ıssız bir yerlere düştüğünü görüyorum. Rusya’ da beş zaman dilimi olduğunu duymuştum. Ruslar ortaya çıkan zaman farkını düzenleye bilmek için her yerdeki ulaşım saatlerini, Moskova saatine göre düzenlemiş. Zaten başka türlü de düzen oluşturmakta mümkün değil herhalde.
Ural zamanına göre sabah saatlerinde trene biniyoruz. Yine vagon dolmaya ve insanlar yerleşemeye başladıkça ortalığı konyak, votka, bozulmuş sucuk, parfüm ve yemek kokuları kaplamaya başlıyor. Bir Rus politikacı; Rusların önce midelerini yağla sıvazlayıp sonrada masanın altına sızıncaya kadar içtiklerinden söz eder. Bu vagonlardaki Rus erkekleri de -eğer yanında yılışacağı bir kadın yoksa- politikacının dediği gibi bir sürü alkollü içeceği kafasına dikiyor ve sonra sızıp kalıyor. Ama özellikle de buraların soğuğunu gördükten sonra Rusların neden doğal alkolikler olduğunu biraz daha iyi anlıyorum. İçmeden bu soğuğa dayanabilmek gerçekten de çok güç.
Yolculuğa başladığımız epey bir saat oldu. Birkaç istasyonu geçiyoruz. Her istasyondan sonra daha kalın kürkler giyinmiş insanlar ve yol boyunca yoğunlaşan sis, sık ormanları, ahşap denemeyecek kadar kalın kütüklerle yapılmış köyler ve ıssız bucaksız tabiatıyla Sibirya alanına girdiğimizi fark ediyorum. Büyüklüğüyle dünyadaki birçok orta ölçekli ülkeden bile geniş bir coğrafyası bulunan bu bölge, insanda doğaya karşı bir çaresizlik, garip bir ürperti ve sesiz bir gizem hissi yaratıyor. Hiçbir filmin animasyonunda yada hiçbir kitabın anlatımlarında rastlanmayan tanımsız bir sonsuzluk var. Bazen insanda ölüm fobilerinin arkasındaki cehennem soğukluğu ve sonsuzluğu gibi geliyor, bazen de sisin içinde hızla ilerleyen terinin sanki ulaşacağı hiçbir yer yokmuş gibi uzanıyor.
Giderek yol boyunca çoğu 30 – 40 evden oluşan küçük köylerle karşılaşıyoruz. Bu köylerdeki evlere ahşap demek yetmez. Özel kalın kütükten örülen ve içine kalın yalıtım malzemeleri kullanılarak yapılan evlerin çatıları duvarlarından yüksek. Bu evlerden yapılan köyler çoğunca kar çöllerinin ya da sık çam ormanlarının arasında kurulmuş. Çoğunca insanda masal diyarlarını andırıyor. Ama bir çok köyün sadece iki yada üç evinin bacasından dumanlar yükseliyor. Yine içinden geçtiğimiz köylerdeki bazı evlerin önen de kırılmış odun yığınları duruyor. Bazı köylerin sadece yazın kullanılan köyler olduğunu şimdi öğreniyorum. Yol boyunca çok sayıda kereste fabrikasına ve ağaç taşıyan trenlere rastlıyoruz.
Bu arada bazen küçük defterime bazı notlar alırken bazen de trenin kirli camlarından biraz fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Vagonda bazı Rusların bana meraklı gözlerle baktığını hissediyorum. Ben de olsam merak ederdim. Ne bir turist ne de bir gazeteci -eğer aklı başındaysa- bu havada ve bu ikinci sınıf palasgart treninde buralara yolculuk etmez.
Sosyalist sistemin etkisinden mi? yoksa tarihsel bir şekilleniş mi? bilemiyorum. Ama Ruslarda sınıfsal davranış farkları diğerlerinden daha az görünüyor. Örneğin gittiğim diğer ülkelerdeki insanların davranışlarından zengin mi- yoksul mu, eğitimli mi, cahil mi? hemen anlaşılır. Ama Rusya’da kimin, zengin kimin fakir, kimin öğrenci yada kimin işçi, olduğunu anlamak güç. Çoğunca bunları ancak giyimlerinden veya yaptıkları işlerden anlamak mümkün oluyor. Belki de bunun farklı sosyolojik sebepleri vardır. Ama benim gözlemlerimden çıkardığım sonuç ülkedeki eğitim düzeyinin yüksek olması ve okuma alışkanlığının yaygın olmasından kaynaklanıyor olmalı. Rusların diğer bir özellikleri isi bir Rus sohbet ederken ne zaman gerçeklerden, ne zaman fantezilerinden söz ettiğini, kestiremezsiniz.
Sibirya’nın neden bir sürgün yeri olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur. Soğuk havası, yaşam koşullarının zorluğu, yerleşim yerlerinin uzaklığı ve ıssızlığı… Tüm bu koşullar sürgün edilenlerin hem cezalandırılması, hem de düşünceleri ve davranışlarıyla ülkenin geri kalan kesimlerini etkilemesinin önlenmesi amaçlanmış. Ama bütün bu alışılmış sebeplerin dışında Sibirya’nın bir sürgün yeri olarak kullanılmasının farklı bir nedeni daha var. Oda bu ıssız bucaksız coğrafyaları insanlar için yaşam sahaları haline getirmek. Yani bu sahalarda da nüfus yoğunluğu yaratmak Bu yüzdende Rusya’ya süregelen tüm yönetim ve rejimleri oraya göçü yada yerleşimi özendirmek yerine, insanları zorla sürgün etmeyi tercih etmişler.
SÜRGÜN KENT NOVOSİBİRSKİ
Sabah erkenden gözlerimi açtığımda kendimi Novosibirski’ de buluyorum. Yollardaki tek eşyam olan orta boy sırt çantamı alarak istasyonda iniyoruz. Bizi taksisiyle kente götüren yaşlı adam nereli olduğumuzu öğrendikten sonra bize sorduğu ilk soru Novosibirski kızlarını isteyip istemediğimiz oldu, burada çok. Bana hiçte cazip gelmeyen bu teklifi soğuk bir teşekkürle geri çevirdikten sonra geçtiğmiz yerlerden kenti izlemeye çalışıyorum.
Ertesi gün inip biraz kenti dolaşmaya çıkıyoruz. Tabi kötü fotoğrafçılığımla biraz fotoğraf çekmekten de geri durmuyorum. Kentin yüksek binaları ve üzerlerine asılı dev reklam panoları içinde yürürken soğuktan olmasa sanki Sibirya’nın bir kenti değil dünyanın başka bir yerindeki bir mega kentte dolaşıyorum sanacağım. Novosibirski sadece mimarisi ile değil sanayisi ile de oldukça gelişmiş. Ruslar, İkinci Dünya Savaşı’ nda Almanların tüm ülkeyi işkal edeceğini düşünerek bütün ağır sanayiyi buraya taşımış. Ruslar sadece bu kötü tarihi anıdan dolayı değil aynı zamanda bölgenin zengin yer altı kaynaklarının işletilerek aktarılması içinde sanayinin ve ulaşımın gelişmesine önem vermiş. Zaten yukarda söz ettiğimiz sürgün politikasının yaygınlaşmasının sebebi de aynı zamanda burası için planlanan ekonomik etkinlikler için iş gücü sağlamak.
Sosyalist dönemin tersine artık insanlar buraya gönüllü geliyor, çünkü burası da artık her yer gibi güzel bir yaşam sahası dönüşmüş durumda. Kent nüfus olarak büyüme sürecini sürdürüyor. Büyük alışveriş merkezleri, sanat atölyeleri, sinema ve eğlence merkezleriyle var olan yaşam Standardlarını daha da geliştirme ve çekici hale getirme çabası da azımsanmayacak düzeyde. Ve taksicinin de dediği gibi güneş yüzü görmemiş genç insanları, soğuğa alışkın halleriyle, karlı caddelerinde hayatın tadını çıkarıyorlar. Ne soğuk ne de kar onların bu özgürlük çağında eğlenmelerine engel değil. Kentin Kızıl Meydanı’nda fazla sanat kaygısı duyulmadan kabaca yapılmış ve üzerine kar düşen Lenin ve yanındakiler sosyalist devrimde halkı tasvir. Ykaterinburg da olduğu gibi Novosibirski’nin bir çok yerinde de hala sosyalizme ait semboller duruyor. Ama artık halkın çoğu bunları birer ideolojik kot veya mesaj olarak değil geçmişleri hatırlatan sanatsal tasvirler olarak algılıyor.
Bir arkadaşımın daha önce adresini aldığı bir tanıdığı görmeye giderken içinden geçtiğimiz Pervin Pazarı’ nda ,açık havadaki, tezgahtarlar ve yanındaki satıcıları gördüğümde tüylerim ürperiyor. Bir açık hava pazarı tekstil ve deri gibi şeylerin satıldığı bu pazarda bu kadar soğukta çalışa bilen insanları gördüğümde kafamdaki bazı şeylerin değiştiğini hissediyorum. Üzerlerinde kalınca birkaç parke ve elbiselerin yanında ayaklarına taktıkları Ruslara özgü valinki ayakkabıları, ile soğuğa karşı verdikleri yaşam mücadelesi coğrafya yaşama çabasının iyi bir örneğini gösteriyor. Bu arada kalın keçeden yapılan valinkilerin orijinal biçimi keçeden yapılan bölgeye özgü bir özel bir ayakkabı türü olduğunu öğreniyorum. Ama orijinal halinden farklı olarak kalın muşamba ve içine özel pamuk ve yünle doldurulmuş yeni biçimleri de üretilmiş. Hatta özel bazı tipleri bazen bir ayakkabının üzerine de giyilebiliyor. Tabi ayakkabının üzerine giyilirkenki halini siz düşünün ayaklar yarım metre büyük görünüyor.
Ayağında valinki olan bir satıcı kadından fotoğrafını çekmek için izin istediğimizde yanındaki arkadaşı devreye giriyor “Önceden söyleseydiniz de makyajını ve kostümünü iyi yapsaydık.” diyerek takılıyor. Fotoğrafını çekmek istediğimiz orta yaşlı, hafif şişmen kadın da bir elini kafasına bir elini kalçasına koyarak esprili bir poz veriyor . Gerçekten dayanması güç bu soğukta, sokak satıcılarının yaptıkları şey yine her coğrafyada değişmeyen yaşam sevincinin göstergesi gibi geliyor.
Gezmekten yorulduğumuzda önümüze gelen biraz mütevazı kafelere oturuyoruz. Buradaki Ruslar Moskova’da kilerden farklı, en azından o kadar milliyetçi değiller ve daha konuşkanlar. Onlar göre Sibirya her zaman böyle soğuk değil. Onlar bu konuda biraz esprili şekilde şunu söylüyor.”evet burda kışlar biraz uzun olur ama burda da bir iki mevsim vardır. “ Bazıları geçmişten sürgün edilen ailelerin çocukları ama onlar artık birer sürgün değil buranın yerlileri ve buralarda yaşamayı seviyorlar. Çünkü onlar buraların gönülsüzde olsa babaları ve dedelerinin emek ve çabalarıyla yaşanıla bilinir hale geldiğini biliyorlar.
Bu coğrafyanın diğer ünlü yerlileri ise beyaz ayılar ve Sibirya kaplanları. Şüphesiz onları göre bilmek için karsal bölgelere gitmek gerekir. Buna bizim imkanımız yok ama buralara kadar gelmişken onları ziyaret etmeden gitmekte pek olmaz. Bu yarı esprili fikrimizi gerçekleştirmek için Kentin kenar mahallesine düşen hayvanat bahçesini ziyaret ediyoruz. Bu gün pazar olduğu için kar serpintisine rağmen bizim dışımızda birkaç ziyaretçi daha görüyoruz.
Kafesinde ağır ağır hareket eden yaşlı beyaz ayı tahmin ettiğimden biraz daha büyük. Nesillerinin tükenmesinden korkulan Sibirya kaplanı ise diğer kaplanlardan daha kalın kürküyle daha genç ve daha çevik görünüyor.
Novosibirski’ nin diğer kentlerden farklı olarak, değişik mahalleleri göze çarpıyor. Örneğin kentin merkezinde yükselen betonarme binaların yanında kenar mahalleler hala ahşap yada Rusların srubi dedikleri kütüklerden yapılan küçük evlerden oluşuyor. Hafif tepeciklerin sırtlarında binlerce aynı boyda şirin srubi evlerinin oluşturduğu şehir manzarası çok güzel. Bu mahallelerde ellerinde alış veriş çantalarıyla otobüslerden inerken gördüğüm insanları baktığımda kendini bir dünya vatandaşı gibi hissediyorum.
tren yolculuğu
tren yolculuğu, moskova, rusya, avrupa, sibirya, sürgün, kent,Novosibirski