Sofya’dan Notlar

Çiğdem Ülker – Doksanlı yılların başında sık sık geçtiğim ve Kapitan Andreov sınır kapısından başlayıp Makedonya’yaki Kriva Palanka’ya kadar giden yol, başkent Sofya’ya da teğet geçerdi ama ülkeyi kaplayan o gri sessizlik ve içe kapanıklık hiçbir yerde değişmezdi. Sadece tam sınırda kaşkaval peyniri satan derme çatma dükkânlarda birkaç tezgâhtar olurdu. 1994 yılbaşında, Sofya’da Nedelya’da yeni açılan gösterişli Hotel Sheraton, ülkede bir şeylerin değişeceğinin ilk habercisiydi ama öyle belirgin bir yoksulluk vardı ki bunun işaretleri pek de kolay görülemezdi. Otelin önündeki kaldırımda yüz görümlülüğü antika kolyelerini ve bakır alyanslarını satmaya çalışırdı yaşlı kadınlar. Zaten hiçbir şey olmayan devlet mağazası TSUM’daki nemrut

Çiğdem Ülker – Doksanlı yılların başında sık sık geçtiğim ve Kapitan Andreov sınır kapısından başlayıp Makedonya’yaki Kriva Palanka’ya kadar giden yol, başkent Sofya’ya da teğet geçerdi ama ülkeyi kaplayan o gri sessizlik ve içe kapanıklık hiçbir yerde değişmezdi. Sadece tam sınırda kaşkaval peyniri satan derme çatma dükkânlarda birkaç tezgâhtar olurdu. 1994 yılbaşında, Sofya’da Nedelya’da yeni açılan gösterişli Hotel Sheraton, ülkede bir şeylerin değişeceğinin ilk habercisiydi ama öyle belirgin bir yoksulluk vardı ki bunun işaretleri pek de kolay görülemezdi. Otelin önündeki kaldırımda yüz görümlülüğü antika kolyelerini ve bakır alyanslarını satmaya çalışırdı yaşlı kadınlar.

Zaten hiçbir şey olmayan devlet mağazası TSUM’daki nemrut tezgâhtarlar, naylon poşetten de ayrı para alırdı. Kocaman piyanolar, sadece bin dolara müşteri beklerdi ve sanıyorum Sofyalılar için hayat o yıllarda çok zor geçerdi.

2009’un son gününde gittiğim Bulgaristan’da her şey tamamen değişmiş, artık Sofya’daki marketler, fransız peynirlerle, pahalı şaraplarla, uzak denizlerin balıklarıyla dolup taşıyor ama sıra naylon torbaya gelince her şey yine eskiye dönüyor. Bir toplum yokluk günlerinin korkularından kolay kolay vazgeçmiyor. Öte yandan küresel kapitalizm, Bulgaristan’ın geniş otobanlarında müthiş bir süratle koşuyor,dünyanın bütün ünlü markaları fabrikalarını, gökdelenlerini çoktan dikmiş bir milyon nüfuslu bu küçücük Balkan kentini bir dev metropole dönüştürmüşler. Avrupa Birliği de bu yeni üyesine belli ki iyice cömert davranmış; Devlet mağazası TSUM şimdilerde Akmerkez’in kopyası ve Sofya ışıklar içinde bir kent olmuş…

Bulgar komünizminin ikonları yerle bir olurken Ortodoks hristiyanlığın mabetleri, neo klasik devlet yapıları, Avusturya mimarili dev binalar, yeni çağın modern ve renkli makyajıyla Sofya’nın yeni çehresini oluşturmuş. Anılarımdaki solgun, soğuk ve yaşlı yüzlü kent, yeni bir slogan da bulmuş kendine: “Büyüyor ama eskimiyor”

Çehre ve slogan tamam ama belli ki 2010 Sofya’sının kafası hayli karışık. Kırk yıllık komünizm, ardından Todor Jivkov döneminin Türk komşularını dışarı atan sert milliyetçiliği ve şimdilerde Avrupa Birliğinde üye olma heyecanı… Eski doğu bloku ülkelerinin hepsinde olduğu gibi Bulgaristan’da da hıristiyanlık çok moda ve bu yılbaşı günü Sofya kiliseleri tıklım tıklım dolu… Nitekim yılbaşı gecesi Aleksandar Batenberg meydanında konser veren Goran Bregoviç, beyaz ceketinin yakasında sallanan kocaman gümüş bir haçla sahneye çıkıyor ve müziğiyle üç saat boyunca çıldırtıyor Sofyalıları. Kendini “Osmanlı’nın eski bir vilayetindenim” diye tanımlayan ve karısı da Bosnalı bir Müslüman olan Goran Bregoviç, Sofyalılarla Boşnakça konuşuyor ve on binlerce kişi onun Balkan folklorundan esintiler taşıyan pop-rock şarkılarına eşlik ediyor. Bregoviç’in “Düğün ve Cenaze Orkestrası” nın ritmleri bize de hiç yabancı değil; aynı çoşku, aynı hüzün aynı neşe ve şarkılarda aynı çocuksu sözler… Son albümü Alkohol’den okudukça, Arizona Dream, Underground, Crna Maçka, Dom Za Vesanje dedikçe bütün Sofyalılar ona katılıyor. Goran Bregoviç sahneden “Haydee!” diyor, meydan yanıtlıyor: Haydeee! Bulgarlar, Boşnakçayı kolayca anlıyor ama zaten bu topraklarda dil hiç sorun değil. Bulgarca, geniş Balkan coğrafyasında ortak olan Slavcanın bir varyantı; Sırpçaya, Boşnakçaya Hırvatçaya çok yakın, Rusça’yla çok benzer bir alfabe kullanıyor. Bütün Balkanlar neredeyse aynı dili konuşarak ve ufak tefek aksan farklılıklarıyla birbirini anlıyor.

Ülkenin büyük gazetelerinden Dnevnik’in yazarı Yulian Popov ise Bulgarca ile ilgili başka bir konuya dikkat çekiyor ve “Bulgaristan’ın Türkiye Ufku” adlı yazısında şöyle diyor. “Evet dilimiz Türk dilinin istilasına uğramıştır ve bugün de dilimizde bol sayıda Türkçe sözcük vardır. Bu sözcükleri dilimizden çıkaracak olursak raflardaki edebiyat eserlerimizden yarısını çıkarıp atmamız gerekir, muhtemelen tam yarısını.” Popov’un bu cümleleri kaçınılmaz bir Balkan gerçeğini ifade ediyor: Balkan dillerinde, Bulgarcada, Sırpçada, Makedoncada bugün hâlâ yaşayan, hayatın her alanına ait binlerce Türkçe sözcük var. İşte bu Türkçe sözcükleri ayırt edebildiğim ve Bulgarcayı anlayabildiğim için doğrusu Popov’un makalesini seviyorum ama herhalde ünlü Bulgar şairi İvan Vazov’un kemikleri sızlıyordur kentin kalbindeki kırmızı kiremitli tarihi tiyatroya adını veren şair İvan Vazov, ömrünün çoğunu sürgünde geçirmiş. Osmanlı’ya ve onun kültürel etkisine karşı durduğu için Sofya’dan Romanya’ya sürgüne gitmiş Bulgar yazarı. Garip ama bütün milliyetçiliğine rağmen Vazov’un eserlerinde o kadar çok Türkçe sözcük var ki, Bulgarlar bile onu zor anlıyor ama yine de Vazov, Bulgar edebiyatının yapı taşlarından sayılıyor. Eserlerinin adları bile onun Osmanlı’ya muhalif ruh durumuna uygun düşüyor: Bulgaristan Hüzünleri(1877), Kurtuluş (1878), Unutulmuşların Epopesi (1881) Aynı kırılganlığa günümüz Bulgar şairlerinde de rastlamak olası. Cevat Çapan’ın Çağdaş Bulgar şiirini yorumladığı ve Yordan Kırıçmarov’u (1948-86), Saşo Serafimov’u(1953), Krasimir Simeonov(1967) ve Dimitr Kalev’i tanıttığı yazısını dönüşte tekrar okuyorum .

Sofya’da dolaşıp da gençlik yıllarımızın ünlü romanı “Sarı Dünya Tütün”ü ve adına bir de edebiyat ödülü konan yazarı Dimitr Dimitrov’u hatırlamamak mümkün mü. Yanılmıyorsam; çevirmen Burhan Arpad, romanı orijinalinden değil Fransızca’dan tercüme etmişti; Bulgarca, Slav kökenli Kiril alfabesiyle yazılıyor ve okumak da öyle her yiğidin harcı değil elbet. Bu alfabenin mucidi, bugün Sofya meydanında heykeli bulunan Kiril ve Metodiy Kardeşler. Onlar, bütün Balkanlar’da aziz mertebesine taşınmış iki bilim adamı. Üsküp’te dört yıl çalıştığım sevgili üniversitem de (Saint Kiril and Metodiy University) onların adını taşırdı.

Sofya’daki “Milli Kütüphane”nin ise sadece Kiril alfabesi ile değil Osmanlı alfabesiyle yazılmış el yazmaları ve kayıtları ile dolu olduğunu biliyorum Osmanlı arşivlerini barındıran en zengin kütüphanelerden biri Sofya Kütüphanesi. Eh; kentin adı da “kutsal bilgelik” anlamına geliyor zaten, Sofya, İmparatorluğun Rumeli Beylerbeyinin Sancak Merkezi. Sofyalılar yakmamış, saklamışlar Osmanlı’nın kayıtlarını ve eserlerinik … Bulgaristan, 1878’de Berlin Antlaşması ile başkent İstanbul’a özerkliğini kabul ettirmiş anc bağımsızlığını tam otuz yıl sonra 1908’de elde etmiş.

Osmanlı’nın Sofya’daki son mutasarrıflarından biri de tanıdık bir isim. Ahmet Vefik Paşa. Türk tiyatrosunun babası… Kimbilir;belki de Paşa’nın tiyatro sevdasının temelleri Sofya’da atılmıştır, nitekim sonraları Bursa valisi olunca ilk işi kentte bir tiyatro binası kurmak olacaktır. Çünkü Sofya bir tiyatrolar kenti ve belli ki konserler, oyunlar kentin karakteristiği. Biz bile, bu gerçekten kaçamıyoruz, kentteki her gecemizde bir performans izliyoruz.

Şehir parkının içindeki Vazov Tiyatrosu küçük, klasik ve şık ama Ludmila Jıvkova meydanındaki modern Kültür Merkezi doğrusu akıllara ziyan büyüklükte, her yıl uluslar arası Kitap Fuarı burada düzenleniyor. Vitoşa’nın sonunda tiyatro, sinema ve opera salonlarıyla heybetle dikiliyor.

Mustafa Kemal’in de Sofya’da ateşe militer olarak görev yaptığı yıllarda (1913-1915) sık sık operaya gittiği, Verdi’nin Aida’sından çok hoşlandığı anlatılır ya, açıkça belli ki Sofya’da yaşayınca bu kaçınılmaz bir şey. 2010’un ilk gecesi Kültür Sarayındaki Tosca gösterisi tıklım tıklım, ertesi gece İtalyan Aryaları var ve sekiz bin kişilik salonda yine tek bir boş koltuk yok.

Büyük elçiliğimizin rezidansı da Vasil Levski caddesinde, Kristal Park’ın dibinde, pembe boyalı biblo gibi bir bina. Bulgaristan’daki baş konsolosumuz sevgili kuzenim Ahmet Ülker, yeni bir binaya geçileceğini söyleyince üzüldüm doğrusu. Burası Mustafa Kemal’den izler taşıyor, onun Sofya yıllarında oturduğu evin tam burada olduğu biliniyor. Sofya, sadece tiyatrolar değil bir parklar şehri. Büyükelçiliğin önündeki caddeden karşıya geçince o dev parkın içinde kayboluyorum. Bu koyu yeşil ve yaşlı ağaçlarla dolu parklar ve mesken olarak kullanılan aynı tip binalar bana hep Üsküp’ü hatırlatıyor. Komünizmin klasik konut mimarisini hemen ayırt ediyorum. Hiçbir lüksü olmayan ama eksiği de olmayan bir oda bir salonluk mini mini daireleri Makedonya’dan biliyorum. Bütün kent tek bir merkezden elektrikle ısıtılıyor, sıcak su devamlı ve elbette bu hizmetleri devlet çok ucuza sunuyor.

Sekiz milyon nüfuslu ülkenin Türk soylu yurttaşları da her şeye ortak elbette; ama Bulgaristan Türklerinin 1989’daki zorunlu göçü ve Todor Jivkov’un ad değiştirme politikalarını da unutmayacağı muhakkak. Murat Bardakçı’nın yazısından öğreniyorum ki Jıvkov’un bu ad değiştirme harekatından sadece tek bir kişi kurtulmuş:

Sultan Abdülhamit’in torunu Alaettin Efendi, Sofya’da yaşamış ve orada ölmüş. Şehzade Abdülkaadir Efendinin oğlu olan Alaettin Efendi, sonradan Türk vatandaşlığını almış ama hayatının son günlerine dek, kendi küçük elektrikçi dükkanında çalışmaya devam etmiş. Başkan Jivkov’un bizzat, “Türk prensinin ismine dokunmayın” dediğini yazıyor Murat Bardakçı.

Şimdi düşünüyorum da, Şehzade’nin dükkânı mutlaka Jenski Pazarot’daydı (Kadınlar Pazarı) diye karar veriyorum. Sofya’nın bu semt pazarında, öyle tanıdık bir iklim hüküm sürüyor ki, mahzun ve temiz yüzlü bir İstanbul sürgününün adeta fısıldayarak konuştuğunu, henüz altı yedi yaşında bir çocukken ayrıldığı Dolmabahçe’yi sorduğunu duyar gibi oluyorum. Jenski Pazar’da, bir yaşlı çınar, Türk mallarıyla dolu tezgâhlar, havada eskimiş bir Bursa kokusu, meşhur Bulgar çömlekleri ve yerde kırık dökük Arnavut kaldırımları.

Bütün Sofya’nın bu tür kaldırım parkeleriyle döşendiğini fark etmemek zaten olanaksız.

Tarihi barok binalarla aynı renkte olan pembe sarı parkelerle kaplı kent merkezinden uzaklaşıp kentin sınırlarına doğru yürüyorum. İşte “Gülüm Restoran” gerçek bir Türk lokantası ama yılbaşı sabahı ne yazık ki kapalı. Küçük bahçesindeki gül fidanları bu kentin bir başka gerçeğini, Sofya’nın ve Bulgaristan’ın Türk nüfusunu işaret ediyor. . Sekiz yüz bin Türk yaşıyor burada. Ankara’daki Bulgaristan Büyükelçiliğinin kapısında karşılaştıklarım artık Avrupa Birliği bir ülkenin yurttaşı olmaktan hoşnut görünüyorlar. Sofya’da ise otuz altı tarihi camiden bugün sadece üçü ayakta. Büyük Camii’yi de Arkeoloji Müzesi olarak kullanıyorlar. İbadete açık olan tek cami ise Kadı Seyfettin Camii, 1V. Yüzyıla ait bir Mimar Sinan eseri. Gerçi 1989’daki büyük göçte 310 bin Türk soylu Bulgaristan vatandaşı Türkiye’ye göç etmiş ama bugün Türk partisi Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), ülkenin üçüncü büyük partisi. HÖH de, otuz altı milletvekiliyle parlamentonun ağırlıklı üyesi.

Çağdaş Bulgar Şiiri, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.05 2008

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Önceki Yazı

Moskova’nın ortası ve Tolstoy’un konağı

Sonraki Yazı

Fransa Notları: Paris’e Bayıldım

OKUMA ÖNERİSİ