Rüya şehir: Paris

18 dk okuma

Bahar-Bağan Gidersoy – Paris insanın içini titreten saraylar, aşıklar, sanatkârlar şehri. Tolstoy gezilerinin birinde Paris’ten Rusya’daki bir arkadaşına şöyle yazmış:

‘Azizim bu şehir ne zaman benim üzerimde tesir etmez hâle gelecektir.’ Belki de yalnız Tolstoy değil ama galiba dünyada hiçbir insan yoktur ki Paris’in adını duyupda içi titremeyecek.Çünkü Paris sanat şehri, aşk şehri, hayat şehri. Herhalde Paris gerçek olmasaydı insanlar onu hayallerinde yaşatırlardı.

Hiç şüphesiz hepimizin kafasında Paris denince bir kaç resim belirir. Eiffel kulesi, Champs Elysées, Louvre gibi. Oysa ki Paris’e 3-4 günlük turların programları dışında gidip ona biraz vakit ayırdığınızda görürsünüz ki  mağaza vitrinleri, birkaç bildik yapısı dışında başka bir Paris vardır. Gazetelerini, kitaplarını okuyan, gözlerinde entelektüel çoşkunun sönmeyecek ışığı bulunan insanlarıyla, kafeleriyle, saraylarıyla, sanatçılarıyla, uzun ve geniş caddeleriyle görülecek bir başka Paris vardır. Öyle bir şehirdir ki Paris, içine düştüğünüz anda sizi sarıp sarmalar, meraklandırır. Ancak onu tanımak, anlamak telaşsız uzun yürüyüşleri gerektirir. Aslında Paris insanı sadece sokaklarında da değil kafanızın içinde de yürütür. Galya halkından parisiilerden oluşan Paris’in ilk ortaya çıktığı bölge olan adalar bölgesinde Conciergerie ve Adalet sarayının bulunduğu noktadan Saint Michel’e, Panthéon’a doğru yürüdüğünüzde aslında kafanızın içinde de yürürsünüz. Soufflot kim, Panthéon’da ne var yada Luxembourg parkındaki heykeller kime ait gibi. Sorular bitmez,  yürünecek yollarda.

Paris ile ilk karşılaşma için en güzel nokta belki de kurulduğu bölge olan adalar bölgesidir. Bilindiği gibi Seine nehrinin ortasında iki ada bulunmaktadır. Cité ve Saint Louis adası. Cité’de bulunan ve aynı zamanda eski sarayda olan Conciergerie farklı mimarisi ve yüksek kuleleri ile sizi hemen kendisine çekecektir. Paris’in diğer yapılarından gotik mimari tarzıyla ayrılan Conciergerie Fransa krallarının ilk saraylarındandır. Ancak 15 yy da hapisaneye çevrilmiş ve Fransız devrimi sonrasında Danton, Saint Just ve Marie-Antoinette buradan giyotine götürülmüşlerdir. Bu eski sarayın yanında büyük merdivenleri, altın yaldızlı heykelleri ile Adalet sarayı oldukça etkileyicidir. Özellikle apartman dairesinden bozularak yapılan adliye binalarımıza baktığınızda bu görkemli yapı insanı oldukça düşündürür ve böylece kafanızın içinde yürümeye başlarsınız.

Cité’de insanın görüp de etkilenmemesi olanaksız bir şaheser de Notre Dame kilisesidir. 12 yy da yapımına başlanan ve yapımı 200 yıl süren bu kiliseyi gezdiğinizde Napolyon’un taç giymesini yada Victor Hugo’yu düşünmeden edemezsiniz. Ancak Notre Dame’da insanı en çok etkileyen ne Hugo ne Napolyon ama şeytanı, kötülüğü dışarı atmak istercesine çığlık atan ifadeleriyle hayvan figürlü su olukları.

Cité’den nehrin sol yakasına geçtiğinizde Notre Dame’ın tam karşısına denk gelen ve mutlaka görmeniz gereken bir küçük dükkan: George Whitman’ın Shakespeare and Co kitapevi. Tam anlamıyla kitaptan kurulu bir dünya. 1950 li yıllarda kurulduğunda genç kitapseverlerin, yazar olmak isteyenlerin  bu iki katlı kitapevinde çeşitli hizmetleri karşılığında ücretsiz olarak kitaplardan faydalandıkları, daktilo başında yazılarını yazabildikleri yada istedikleri kadar burada kalıp kitaplarını okudukları bir toplanma yeri olmuş. Günümüzde de kitapçının içinde istediğiniz kadar oturup, istediğiniz kitabı okuyabilmeniz için divanlar, koltuklar hatta eğer isterseniz emrinizde kitabınızı yazabileceğiniz bir daktilo bile bulunmakta. Notre Dame’ı seyrederek bu kitaptan dünyada saatler geçirebilirsiniz. ImageGeorge Whitman inanılmaz bir düşü gerçekleştirmiş. Kitapevinin girişine bir tabelaya aşağı yukarı da şöyle yazmış: ‘Bana Don Kişot diyorlar…Raskolnikov, Sorel bana kapı komşumdan hep daha yakın gelmiştir…’. Yazıyı okuduğunuzda  bu türden bir yakınlığı hisseden  insanın gerçekleştirdiği düşünü de anlıyorsunuz , ona büyük bir hayranlık da duyuyorsunuz. O bir anda belki de sizin için dünyanın en büyük insanı oluyor.

Kitaptan kurulu bu dünyadan çıkıp Saint Michel bulvarına çıktığınızda görmeniz gereken Cluny ortaçağ müzesi size Paris’teki ilginç Roma izlerini gösterecektir. Saint Michel bulvarını biraz daha yukarı doğru yürüdüğünüzde ise Seine nehrinin sol tarafında kalan ve sol kıyının sembolü okullar bölgesine ve Panthéon’a ulaşırsınız. 13. yy da Paris üç bölgeden oluşmaktaydı. Birincisi idari bölge olan ada, sol kıyı üniversite ve sağ kıyı şehir. Robert de Sorbon tarafından kurulan ImageSorbonne üniversitesi, I. Francois tarafında üniversiteye karşılık kurulan College de France ve IV Henri lisesi sol kıyının ana damarlarını oluşturmaktadır. Bu okullar bölgesinde yine Paris’in en önemli yapılarından biri olan Panthéon bulunmaktadır. XV. Louis’nin isteği ile mimar Soufflot’ya inşa ettirilen ve ilk taşı kral tarafından 1764 yılında konulan yapı Soufflot öldükten sonra 1790 yılında tamamlanabilmiştir. 1885 yılında Hugo’nun Panthéon’a gömülmesiyle birlikte Panthéon bugün Voltaire, Rousseau, Marie-Pierre Curie, Malroux gibi 30’a yakın önemli Fransız kimliğinin yattığı eski yunancadaki anlamına uygun olarak kelimenin tam anlamıyla bir ‘Tanrılar tapınağı’ olmuştur. Üzerinde içindeki insanlara yakışır şekilde de ‘Büyük insanlara Vatan minettardır.’yazılıdır.

Paris’te birkaç gün daha uzun yürüyüşler yaptığınızda görürsünüz ki bu isimler sadece Panthéon’da yatmazlar. Paris’in her köşesinde yaşarlar, yaşatılırlar. Sokak isimleriyle, heykelleriyle, kitaplarıyla….Aslında bu durum Fransızların tarihiyle süreklilikleri olan bir toplum olduklarına da işaret eder. Eskiyi bugünlerine taşırlar, eskiyi biriktirirler, muhafaza ederler ve yaşatırlar. Onun için Zola, Balzac yada Soufflot hiçbir zaman ölmezler.

Panthéon’dan bu düşüncelerle çıktığınızda dinlenmek için uğrayabileceğiniz en uygun yer Luxembourg parkıdır. Pazar günleri çeşitli grupların konserlerini dinleyebileceğiniz, içinde senatonun da bulunduğu bu park Paris’te bulunduğunuz günler boyunca bekli de kaç defa geldiğinizi hatırlamayacak kadar çok uğradığınız, düşüncelerinizi dinlendireceğiniz bir yer olmalıdır sizin için.

Bu ana Paris bölgesinden sonra ikinci olarak gezebileceğiniz kısım Paris’in sağ kıyısı Châtelet ve çevresi olabilir. Châtelet meydanındaki sütun hemen dikkatinizi çekecektir. Sütun 1808 yılında Napolyon’un zaferleri adına dikilmiş, palmiye yapraklı dekorasyonundan dolayı Palmiye çeşmesi adını almıştır. Meydanda karşılıklı duran iki büyük yapı Châtelet tiyatrosudur. Önemli bale, opera, klasik müzik konserleri burada yapılmaktadır.Châtelet meydanından merdivenlerle Seine nehrine doğru indiğinizde ise bambaşka bir dünyaya girebilirsiniz. Şezlongları, kumsalı ile Paris Plajı. Plaj dünyanın hiçbir plajında göremeyeceğiniz  eski saray Cociergerie, Eiffel kulesi gibi manzaralarıyla oldukça etkileyici ve rahatlatıcıdır. Özellikle gece Paris’i buradan izlemek tıpkı  masal içinde olmak gibi bir şey.

Châtelet meydanına tekrar çıkıp Rivoli yoluna girdiğinizde adeta bir sarayı andıran Paris belediyesiyle karşılaşırsınız.Burası kışın önünde buz pateni pistinin kurulduğu yazında çeşitli aktivitelerin yapıldığı canlı bir bölgedir. Bu bölgede gezilmesi gereken yerler içinde değerli resimler ve büyük bir kütüphaneyi barındıran modern yapısıyla Pompidou merkezi, Paris’in tarihine 16. yy dan 20. yy a kadar resim, yazı, eşyalar, mektuplar gibi belgelerle tanıklık eden Carnavalet müzesi ki bu müzede özellikle Fransız devrimi bölümü, Bastille’in yıkılması, 1789 insan ve yurttaş hakları beyannamesi ile görülmeye değer. Edebiyatseverler için 17.yy Madame Sévigné bölümü ve Marcel Proust’un  odası ilginç olacaktır. Yine bu bölgede başka bir müze, Rönesans sitilinde yapılmış bir binada yer alan ve gelmiş geçmiş en ilginç ressamlarından biri olan Picasso’nun resimlerinin bulunduğu Picasso müzesi. Müze oldukça geniş bir Picasso arşivine sahiptir. Avrupa’daki bir çok Picasso müzesinden çok daha zengin ve etkileyicidir. Yine bu bölgede bulunan Place des Vosges bir çeşit Madrid’deki Plaza Mayor gibidir. Dört tarafı evlerle çevrili ve ortasında geniş bir meydan . Sanatçıların, galerilerin bulunduğu bu bölge de ilgi çeken bir nokta ise Victor Hugo’nun küçük ve mütevazi evi olacaktır. Bu meydandan Saint  Antoine yoluna çıktığınızda zaten Rivoli yolundan itibaren farkettiğiniz bir sütün üzerinde yükselen altın yaldızlı heykeli görürsünüz. Bastille meydanı ve elindeki meşalesini güneşe doğru tutan figürün bulunduğu sütun. Carnavalet müzesinide gezdikten sonra meydandaki kafelerden birine oturup sütunu izlemek ve 207 yıl önce yaşananları 14 temmuz 1789’u hatırlamak emin olun ki size değişik duygular yaşatacaktır.

Bastille meydanından geldiğiniz yöne doğru Rivoli yolunun sonuna doğru gittiğinizde ise yine Paris’in bildik resimlerinden olan ancak gördüğünüzde hakikaten etkileneceğiniz Louvre sarayı ile karşılaşacaksınız. Saray, bahçesi Tuileries, Concorde meydanı, Champs Elysées, Arc de Triomphe ve modern Paris Defense’da bulunan Grand Arc. Yürüyerek yaklaşık üç saatte tamamlıyabileceğiniz bu yol Paris’in en uzun ve en geniş caddelerinden biridir. Champs Elysées  ve Napolyon için yapılmış Arc de Triomphe gece  mutlaka bir kerede olsa görülmelidir. Chams Elysées gezinize yakışır şekilde Molière, Cesar ve Pagnol ödüllerinden sonra gece yemeklerinin yendiği Fouquet’s de arzu ederseniz bir kahve de içebilirsiniz.

Ieoh Ming Pei’nin piramidi ile Eiffel’den sonra  Paris’in ikinci sembolü olan Louvre sarayına geri dönersek, bu büyük saraya neredeyse bir gününüzü bekli de daha fazlasını ayırmanız gerekecektir. Burada bir çok turistin görmek için sabırsızlandığı ünlü Mona Lisa tablosunun dışında İtalyan ressamlar, heykeltıraşlar, Fransız ressamlar ve daha bir çok sanatçının eserleri sergilenmektedir. Ancak burada insanı en çok etkileyen ressamlardan biri Jacques-Louis David’dir. David ‘Marat’nın ölümü’ yada Marie- Antoinette’tin giyotine giderken saçları kesilmiş halde resimlerini çizerek dönemin siyasi olaylarını da resimlerinde kullanmıştır. Resimlerinde hem bir estetik hem de tarihi bir arka plan vardır. Dalar gidersiniz.

Louvre sarayından tekrar Rivoli yoluna çıkıp fransızların önemli tiyatrolarından Comédie Française’i geçerek Opera yoluna girerseniz kısa bir yürüyüşten sonra Garnier’in 1875 yılında inşa ettiği muhteşem Opera binasını  görebilirsiniz. İçinde herhangi bir eseri mutlaka izleyin. Gördüklerinizi asla unutamıyacaksınız. Tekrar Louvre’a dönüp Tuileries  parkını geçtiğinizde ise karşınıza  Marie-Antoinette dahil birçok ismin giyotine gittikleri Concorde meydanı çıkacaktır. Sultanahmet’te bulunan sütuna benzer bir sütun yanında iki müthiş çeşme, meydanın sağında ve solunda birbirine benzer iki yapı, nehrin sol tarafında Bourbon sarayı,bugünkü meclis, diger tarafta ise yunan tapınaklarını andıran Madeleine kilisesi. Bu kilisede klasik müzik konseri dinlemek inanılmaz derece etkileyici olacaktır.
Concorde meydanını geçtiğinizde Fransız sanatı adına yapılan ve içinde hepsinin adını sayamıyacağımız büyük isimleri sergileyen Grand palais, Petit palais gökyüzüne doğru koşan heykelleri ile özellikle gün batarken müthiş. İnsan sadece gökyüzüne doğru bakarak saatlerce durabilir. Hissettiğiniz  ise: Büyüklük, yücelik ve sonsuzluk. Başınızı gökyüzünden indirebildikten sonra  Seine nehrine doğru yürüp muhteşem Alexandre III köprüsünü geçtiğinizde karşınızda Napolyon’un mezarının bulunduğu İnvalides ve tabii ki Eiffel kulesi.

Eiffel kulesi birçoklarına göre bir demir yığını olarak 1889 yılında tamamlandığında neredeyse Paris’in utanç sembolü olarak görülmüş. Hatta dönemin ünlü simaları Eiffel’in görülmediği tek yer Eiffel’in kendisi olduğu için Eiffel’de yemeklerini yemişler. Oysa ki bugün Eiffel Paris’in sembolü. Bir gece özel olarak Eiffel’e ayırmanız gerekir. Trocadero’da metrodan indikten sonra hemen karşınızda duran Eiffel’e Seine nehrini geçip ulaştığınızda arkasında askeri okula kadar uzanan Champs de Mars’da yeşillikler üzerinde kendinize bir yer ayarlayın ve çimlere uzanın. Saat 10’u bekleyin. Eiffel her saat başı 5-10 dakika ışıl ışıl yanıyor. Saat 11’de hâlâ orada olun ve sanki arka bahçenizde, sadece sizin için yanan dev gece lambasını tıpkı bir masaldaymış gibi seyredin. İnanın bu seyir o kadar hoş ki bunu Paris gezinizde birkaç kere mutlaka  yapın.

Paris’in bir diğer dev yapısı, Paris’te ki tek tepeye 1870’lerde kurulan Sacre Coeur kilisesidir. Bölge ressamlar bölgesidir. Picasso gibi birçok ünlü ressamın yaşadığı ve etkilerini bıraktıkları tepeyi gezerken 20 Rachel yolunda Sthendal, Degas, Dalida’nın da mezarlarının bulunduğu mezarlığı da gezebilirsiniz. Paris’te mezarlıklar adeta açık hava müzesi gibidir. Bu noktada Père-Lachaise mezarlığı mutlaka görülmesi gereken bir müze. Monmartre’dan aşağıya doğru Pigalle’e doğru indiğinizde Moulin Rouge ve ünlü Fransız kankan dansı görmeniz gerekenler arasındadır. Belki Toulouse Lautrec resimlerindeki hava böylece  daha iyi hissedilir.

Paris ulaşım sorunu 1900 yılında çözmüş olmasına rağmen ve metroyla yada otobüsle istediğiniz herhangi bir noktaya çok kısa bir zamanda ulaşabilecekken Paris uzun ve geniş yollarında yürünmesi gereken bir şehir. Sabırla yürümezseniz iyi tanıdığınız bir dost olamaz Paris. Onu anlamak, tanımak ve sadece alışveriş torbaları, küçük hatıra heykelleri ile ülkenize dönmemek için hiç hatırlamadığınız kadar Saint Michel’den, Luxembourg parkından yada Saint Jacques’tan geçmiş olmanız gerekir. Bir de hatırlamadığınız kadar Paris kafelerinde belki arkadaşlarınızla belki de yalnız  olarak oturmayı gerektirir.

Kafeler tüm Avrupa da ülkelerin siyasi, kültürel hayatlarında etkili olmuştur. Londra’da pub’lar, Viyana’da yine kafeler. Paris’te kafe denince akla gelen en ünlü kafe 1689’da Francesco Procopio Dei Goltelli tarafından kurulan ve müşterileri arasında Roosevelt’ten, Danton, Marat, Voltaire ve Napolyon’a kadar bir çok ünlü simalar bulunan Procope’tur. Saint Germain bulvarı ile Saint- André caddesi arasında oldukça enteresan bir pasajda bulunan Procope mutlaka uğranılması gereken bir kafedir.

Diger önemli kafeler Saint Germain’de ki les Deux Magots. Sartre, Camus, Picasso gibi büyük isimlerin kafesi. Burada bir kahve içtiğinizde en azından bu insanları bir kere kafanızdan geçirirsiniz. Yine Montmartre’dan sonra 1900’lerin başında şehrin en gözde mekanlarından olan Montparnasse’da bulunan Le Dôme ve La Rotonde. Vavin’de tam köşede kırmızı dekoru ile ve Modigliani gibi özellikle parası olmayan ressamların resimleri karşılığında kafelerini içtikleri La Rotonde  bugünde duvarlarında Matisse resimleri ile size eskilerden bir şeyler söylemektedir. Rotonde’un hemen yanında ağaçların arasında bir devasa heykel size bakar.  Bu kafede birkaç defa  bir kahve içmek için oturduğunuzda  bu heykelin kim olduğunu, kimin yaptığını merak edersiniz. Ve cevabını da bir süre sonra bulursunuz:  Balzac Heykeli ve Rodin.

Michelangelo’dan sonra belki de en büyük heykeltıraşlardan biri olan Rodin’in Varenne yolundaki müzesi ve 1898-1917 yılları arasında yaşadığı ve öldüğü Meudon’daki evi onu tanımak isteyenler için Paris’te mutlaka görülmesi gereken yerlerdendir. Heykelleri açısından özellikle Varenne yolundaki evi oldukça bilgilendirici ve etkileyici olacaktır. Bahçesindeki heykellerini ilk gördüğünüz andan itibaren her yerde tüm şiddetiyle duyguyu hissedersiniz.. Sanat sadece duygu işidir diyen Rodin, tüm eserlerinde duyguyu taşta  öylesine dondurmuştur ki etkilenmemeniz imkansızdır. Öpüş, Danaïde yada  İlahi Komedya’dan etkilenerek yaptığı Cehennem Kapısı gibi eserlerinde hep yoğun bir duygu fakat aynı zamanda bir kötümserlik vardır. Duygusallık ve kötümserliği birlikte kullandığı, ölümü bekleyişi anlattığı kendi üstüne eğilen uzun saçlı kadın figürlü Danaïde heykelinde Rodin ölümü çok yumuşak  bir duygu ile inanılmaz bir şekilde taşa yazmıştır. Aslında Rodin’in hayatını anlatan kısa filmi müzenin bir salonunda izlediğinizde ve Rodin’in gözlerine baktığınızda duygusallıktan ziyade delici, zeki bakışlarıyla yokedici bir yaratıcı görürsünüz. Eserlerine baktığınızda ise adeta kaba bir el zarafet, duygu yaratmıştır diye düşünürsünüz. Bizim yakından tanıdığımız ve belki ona ait olduğunu bilmeden de zihnimizde yer etmiş ‘Düşünen Adam’ heykeli ise aslında onun Cehennem Kapısı için ve Dante’yi ifade edecek şekilde kapının en üstüne yerleştirmek için tasarladığı bir figürdür. Oysa daha sonraları bu figürü insanı anlatan bir figür olarak bırakmıştır. Meudon’daki evinin bahçesinde eşi ile kendisinin mezarları başında bulunan heykelde ilginç olan heykeldeki tüm kas çizgilerinden dâhi insan zihnin çalışmasını anlamanızın mümkün olmasıdır. Taşta her duygu çok yoğundur.

İşte Paris öyle bir şehirdir ki; yeterli vakti, emeği verirseniz küçük bir kahve molası Balzac’ı, Balzac Rodin’i, Rodin Hugo’yu, Hugo Notre Dame’ı, Notre Dame’dan ileriye baktığınızda Sorbonne’nun kulelerini hatırlatır ve belki kulelerdende kendi yaşadığınız şehre düşersiniz. Paris aynı zamanda  insanı böyle de kafasının içinde yürütür.

Eğer biraz dikkatli bir gezginseniz Paris’te geçirdiğiniz  birkaç gün sonunda  meydanlarında 1870 savunması adına Denfert Rochereau’da yada Grand Arc’daki gibi dikilen heykelleri yada Paris’in özgürlüğü için alman askerleri tarafından öldürülen fransız askerleri adına öldükleri yerdeki  apartman duvarlarına yerleştirilmiş tabelaları fark edersiniz. Ve Paris’te 1 hafta sonunda Fransızlar için öncelikle cadde isimleri, birçok sanatçı, bilim adamı için yapılmış heykelleri ile geçmişleriyle süreklilikleri olan ve tüm birikimlerini kullanan bir toplum olduklarını söyleyebilirsiniz. Biraz daha ileri giderseniz bir taraftan da, fransız savunması hatta muhteşem savunması diye anlatılan savunmaları için dikilen heykelleri, Paris’in özgürlüğü için ölen askerleri adına hazırlanmış ve şehrin birçok noktasında göreceğiniz tabelalarına bakarak fransızların korumaya, savunmaya yönelik bir tavırlarının olduğunu düşünebilirsiniz. Bilindiği gibi Voltaire, Diderot, Rousseau ve sonrasında  1789 Fransız Devrimi ile inanan, boyun eğen değil ama eleştiren, sorgulayan aklı yücelten bir anlayış ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Fransız akılcıydı. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, fransız aklının hayal gücü biraz sınırlıdır. Daha çok Almanlara ait olan hayalci maceraperest tavırlara pek rastlanmaz onlarda. Tarihlerinde sadece Napolyon bu özelliklerine ters düşmüştür. Fransız aklı daha çok korumaya yöneliktir. Bunun için Almanların hayat sahası fikrini hiçbir zaman anlayamamıştır ve Latin kültürü Cermen kültürü karşısında hep tetikte olmuştur. İşte aslında tüm bu savunmalar, Paris özgürlüğü için dikilen anıtlar onların bu korumaya yönelik anlayışlarının bir ürünüdür. Tarih bilgilerini biraz yoklayanlar 2. Dünya savaşı sırasında kurulan Maginot hattını hatırlayacaklardır.Bu hat da tamamen Fransız aklının korumaya yönelik olmasından doğmuştur. Cermen büyüklüğünü anlatan  savaş, kuvvet kavramları karşısında koruma, savunma ile başarılı olacağına inanan Fransızlar maalesef bildiğimiz gibi umduklarını bulamamışlardır. Çünkü Almanlar onların beklediği gibi Alman-Fransız ortak sınırından değil Belçika’dan Fransa’ya girmişlerdir. Almanların 1. Dünya savaşında Belçika’yı çiğneyebileceklerini göstermiş olmalarına rağmen Fransızın tavrını anlamak hakikaten zordur. Onlar savunmada kalmışlar ve böyle daha az kayıp vereceklerini düşünmüşlerdir. Ancak belki de korumaya yönelik tavırlarının dışına çıkıp kendi güçlerini karşı tarafa kabul ettirebilmeleri gerekirdi. Ama onların aklı savunmaya yönelikti.  Paris için, Fransız için bir şeyler söyliyebilmeniz gerekiyorsa galiba Paris’i sadece heykel, anıt, çeşme diye değil ama biraz böylede okumak gerekiyor.

Paris’de gezilecek, görülecek yerler asla bitmez. Ama bir yürümeye başladınız mı Delacroix’yı, Saint Sulpice’i, Paris köprülerini, Dreyfus’u, Paris civarında ki Fontainebleau şatosunu yada Loire vadisindeki şatoları yavaş yavaş keşfedersiniz. Ancak elbette ki Paris’e gelip de Versailles sarayını görmemeniz olmaz.XIII, XIV, XV ve XVI. Louis’nin yaşadığı saray 90 hektarlık alana yayılmış oldukça büyük bir saraydır. Havuzların içinden fırlayan ve her an canlanacakmış gibi duran heykelleriyle bahçedeki çeşmeleri, 400 kadar mermer ve bronz heykelleri, büyük kanalı, Grand Trianon ve Marie- Antoinette’in kişisel zevkini de yansıttığı Petit Trianon, Le Notre’un bahçe dizaynı ile saray Avrupa’nın en etkileyici ve büyük saraylarındandır.  Devlet benim diyen XIV. Louis zamanında büyük görkemi olan saray  ekim 1789’da Devrim ile boşaltılmıştır. Ve Kral ve Kraliçe özelliklede devrimde oldukça etkili olan kadınlar tarafından saraydan alınıp halkın arasına Louvre’a yerleştirilmiştir. Kadınlar bu harekette o kadar etkili olmuşlar ki, buğün Fransa’da
‘Kadınlar Kral ve Kraliçeyi Louvre’a getirdi, erkekler ellerinden kaçırdı derler.’ Gerçi erkekler daha sonra kral ve kraliçesini de asmışlardır.

Paris karşılaştığınız ilk anda sizde tanıma isteği uyandıran bir şehirdir, sizi meraklandırır. Ancak bunun için uzun, telaşsız yürüyüşler, emek gerekir. Bu emeği sarfettikçe onun daha da içine girersiniz. Tıpkı insanlar gibi. Bulmaca gibidir. Çözersiniz. Gördüğünüz her şey yeni bir şeyi getirir. Notre Dame, Hugo’yu, Hugo Rodin’i getirir. Soufflot caddesini anlarsınız, bulvar Jourdan’ı, Raspail’ı anlarsınız. Çünkü her caddenin, her yolun, her heykelin bir hikayesi vardır. Ve bu caddeler, yollar, heykeller, kafeler Paris’tir. Paris ile bir kere doğru tanıştınız mı yeniden her gidişinizde bulmacanın başka yerlerini tamamlarsınız. Bulmacayı elinizden bırakamazsınız. Öyle bir büyüsü, rüyası vardır ki Paris’in bir kere hayatınıza girerse bir daha hayatınızın sonuna kadar sizinle birlikte kalır.

Önceki Yazı

Moskova yolcularına son çağrı

Sonraki Yazı

Kensington: Toronto’nun Pazarı

Kentler son yazılar

Pamplona Sokaklarında

Twitter, Facebook ve hatta cep telefonlarından önce, dünyayı radyo, gazete, ansiklopedi ve kitaplardan öğrendik. Ernest Hemingway

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme merakımızı irdeleyen, gerçekle düş arasında uzanan

Başka şehirlere zaman yolculuğu

Keşfetme merakımızı irdeleyen, gerçekle düş arasında uzanan yolculuklara zemin hazırlayan kitapta mekânlar insanları, insanlar mekânları anlatıyor.