Çiğdem ÜLKER – Gece yarısı geçtim İstanbul’dan… Boydan boya, Kadıköy’den Yeşilköy’e.
Karanlıkta okşadım, yüzünü görmedim. Bir sevgiliyi uykuda bırakıp çıkar gibi, bebeğimi öpüp gider gibi geçtim İstanbul’dan.
Görmesem de yüzünü ve ruhunu tanıdığım kent.
Yüzü benim yüzüm, ruhu bana benzer.
Hiç dinlenmeyen, hep arayan, telaşlı, samimi, aceleci…
Bir yeni yetme kadar çocuksudur, bir şair kadar bilge İstanbul.
Sonra Prag, bir kez daha Prag ve yeniden Prag…
Şiirin, sessizliğin, soğuğun taşa dönüştüğü buz renkli şehir.
Yine bir mıknatıs gibi kendine çekiyor turistleri Karluvi Most, ama akşamları bir mezar kadar ıssız.
Yine yalnız Prag’ı, sadece Prag’ı resmediyor sanatçılar; yüzlerce, binlerce defa çoğalıyor, resimlerde kent. Kendi ıssızlığına inat.
Her şeyin önünde Prag. Duvarlar, dükkânlar, fincanlar, kadehler, her yerde tasvir-i Prag.
Mucha’nın vitrayını kutsuyor St Vitus katedralinin çanları. Praglı yahudi ressamın çizdiği herkes mutsuz, sadece resmin ortasındaki çocuğun yüzünde belli belirsiz bir umut.
Prag, insanların önünde, yanında, arkasında yürüyor büyücü yüzüyle..
Belki de bu büyücü yüzü çekiyor beni kendine.
Kuşkunun, sessizliğin, sırların kenti Prag.
“Her şiir boydan boya ıssızlıktır artık
Dizeler giderek daha tenha
Acının düzyazısı olmaya
Hazırdır düşlerin kışı.” (H.Yavuz)
Dönüşte İstanbul, bir gece yarısı yine ıslak. Şehrin kalbi Taksim’de, koca bir inşaat. Tanımlanamaz bir kalabalık. Yaşlı sarhoşlar, genç öğrenciler, saçları örtülü ve örtüsüz kadınlar.
Gencecik umutlar, hırçın bakışlar, neşeli şarkılar.
Sonra bir şair.
“İşte İstanbul bu” dedirten, bir karşılaşma.
Prag dönüşü bir İstanbul gecesinde, karanlığın, karmaşanın ve kalabalığın içinde bir şair.
Hilmi Yavuz.
“Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız
Biz ki sessiz ve yağız
Bir yazın yumağını çözerek
Ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
Ovayı köpürte köpürte akan küheylan.”
Diyen Hilmi Yavuz.
Aklımın arkasında ise, dün geçtiğim kül renkli ova. Kuzey Bohemya’nın kristal gökyüzü altında şanssız bir kente yolculuk.
Altmış yıldır acısı dinmeyen bir trajedinin yaşandığı topraklarda, kuzeye doğru giden bir yol.
Uğursuz bir toprağa, kaderin kötü yazıldığı bir yere gidiyor bu yol.
Prag’ın külahlı masal şatoları geride kalıyor, toprağın rengi kararıyor, bir kara delik gibi açılıyor önümde.
Terezin…
Kapısını üstünde kötü bir şaka gibi hâlâ “arbeit macht frei” yazan Terezin.
Nazilerin toplama kampı hâlâ yanık kokuyor.
Ve bu lanetli yerin hemen yanındaki kentte artık kimseler yaşamıyor.
“Bir kent kendi üstüne çökerken de kış;
Aşklar yararken aşkları, sözlerde bir yırtılış.” (H.Yavuz)
Sözlerin yetmediği bir ürperti.
Havada hâlâ dehşet, bunca yıldan sonra bile.
Başka gezginler, hissettikleri gerilimi, şakalarla, tınısı bozuk gülüşlerle bastırmaya çalışıyor.
Eger ve Elbe ırmakları çok yakınlarda, ama hiç yıkamamış buraları; bu toprak, gördüğüm en kara toprak.
Barakaların duvarları bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. Bir odaya hapsedilmiş yüzlerce insanın hırıltılı solukları, yere bakan gözleri, seyrettiğim onlarca filmden tanıdığım erimiş yüzleri.
Kampın hiç kullanılmayan teftiş odasındaki artık paslanmış aynalara yansıyor yüzüm, saçlarım, kırmızı atkım, ellerim.
“Ve giderek aynada nedensiz kırılmalar
dil bitti!.. Söz susuyor!.. Bende bulutlanmalar.” (H.Yavuz)
Gözyaşlarımı tutmaya çalışmak ve çok utanmak. İnsanoğlunun kötü yüzüyle bu kadar açık karşılaşmaktan doğan utanç.
1780’de yapılan ve adını Avusturya kraliçesi Marie Therese’den alınan Terezin Kalesi’nin kaderi, 1941 Kasımında Almanlar’ın burayı almasıyla değişiyor.
O yıl Almanlar, önce 1300 Karlsbadlı museviyi buraya getiriyorlar. Yakınlardaki sevimli kaplıcalar kenti Karlsbad’ın biblo evlerinde yaşayan insanları hapsediyorlar Terezin’e. Sonra çingeneleri, savaş esirlerini, Nazizm’in muhalifi vagonlar dolusu binlerce insanı, 1945 Mayısına dek 140 bin insanı burada tutuyorlar.
Avrupa’nın her köşesinden binlerce insanı yolluyorlar Terezin’e Naziler. Ve on binlercesi ölüyor burada.
Karanlık barakalarda,buz kesmiş avlularda, idam duvarının önünde. Açlıktan, tifüsten, soğuktan, makineli tüfek ateşinden…
“El yazması acılar asılmış duvarlara
Tezgahlar umutları daha da germiş
Dokurlar kenevirden resimler
Uzun bir suskunluk adı verilen
Elleri daha kalın tanrılardan
Nehirlerle bir tutarlar olumlu” (H.Yavuz)
Hiç unutamayacağımı bildiğim görüntüleri yanıma alarak çıkıyorum Terezin’den.
Tren yolunun yanındaki dev mezarlıkta solmuş çiçekler.
İnsanın insana yapabileceğinin sınırsızlığı yanında, küçücük kalıyor mezarlık.
Vahşetin karşısında şiirden başka nereye sığınabilir ki insan?
Ve yine Hilmi Yavuz elimde, Prag dönüşünde.
“Daha başından beri sevmedim yerimi
Adi gök, bayağı toprak.
Bu lanetlenmiş yerde
İki arada kaldım
İki betona gerilmiştim, ufaldım
Aşkları koparıp biri, hüznü öteki
Durmadan bir leşe konuyor akbabalar. (H.Yavuz)