Pekin’den Almatı’ya

8 dk okuma

Volkan ACAR
1. Gün: İli

Milli Takım’ın 8 Haziran’da Almatı’da Kazakistan ile karşılaşacağı gün yaklaşırken, Pekin’de kendi aramızda “Maça gidebilir miyiz? Gidersek nasıl gideriz?” diye konuşmaya başlıyoruz.

İş için o bölgelere sık sık gidip gelen Emre organizasyonu yapabileceğini söyleyince, kadro yavaş yavaş kurulmaya başlıyor. Gidiş yolumuz şöyle planlanıyor: Pekin-Urumçi ve Urumçi-İli arası uçakla, İli-Almatı arası da Korgos sınır kapısından geçilerek karayoluyla. Dönüşte de aynı güzergah izlenerek, 1 gece İli’de, 2 gece Almatı’da ve 1 gece de Urumçi’de konaklama. Sürekli değişen kadroda, sonunda geriye dört kişi kalıyoruz: Can, Emre, Tayfun ve ben.

Yolculuğumuz 6 Haziran sabahı Pekin Havaalanı’nda başlıyor. 8.20’de kalkması gereken uçağımız biraz geç kalkıyor. Dolayısıyla, 3.5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra Urumçi Havaalanı’na vardığımızda saat 13.00’a yaklaşıyor. Hemen İli uçağı için check-in yaptırıp birşeyler yemek için dışarı çıkıyoruz. Emre, havaalanının hemen dışında kebap yiyebileceğimiz bir yerler olduğunu söylüyor. Bir taksiye atlayıp yeri tarif ediyoruz. Çinli kadın şoför “Mesafe yakın” diyor ve taksimetreyi açmak istemiyor.

Yola çıkıyoruz, biraz arıyoruz ama kebapçıyı bulamıyoruz. Emre’nin hatırladığı yere gelince, kadın buradaki dükkanların kapanmış olduğunu söylüyor. Çaresiz geri dönüp yolda gördüğümüz yerlerden birinde yemeye karar veriyoruz.

30 derecenin üzerindeki sıcak ortalığı kavururken, mangalını ve masalarını dışarıya atmış kebapçılardan birisine oturuyoruz.

Önde ince uzun bir mangal, yanda yaklaşık 1 metre çapında koca bir tencerede üzümlü-havuçlu pilav ve yanında koca koca kemikli kuzu eti parçaları… Köşede de, altındaki kömürün ısıttığı koca bir teneke kazanda kaynayan sıcak su… Kebapçımızın tezgahı böyle…

Uçakta birşeyler yediğimiz için fazla birşey sipariş vermiyoruz: Adambaşı 5’er tane şiş, ortaya bir tabak etli pilav, Şinciang salata (malzemeleri uzun ince şeritler halinde kesilmiş çoban salata), bira, soğuk noodle ve bardakta değil taslarda servis edilen çay.

76 yuan ödediğimiz yemeğimizi hızla yedikten sonra 500 m. ötedeki havaalanına gitmeye razı olan taksi bulamadığımız için yürümek zorunda kalıyoruz. Hava sıcak ama neyse ki nemli olmadığı için fazla terlemiyoruz.

14.10’da bindiğimiz İli uçağı, 30 kişilik bir Dornier 38. Diğer uçuşlarda olduğu gibi burada da, yabancılar için ayrılmış olan tam orta sıralardaki koltuklarımıza oturuyoruz. Altımızdaki çölleri, dağları, nehirleri izleyerek bir saatlik kısa yolculuğumuzu bitiriyoruz. Yolculuk sırasında Can biraz huzursuz. Biraz fazla sallanan uçağa pek güvenemiyor ve “Dönüşte başka bir uçakla mı dönsek acaba?” diyor.

Kazakistan sınırına 80 km. mesafedeki İli’ye indiğimizde bizi, Emre’nin çalıştığı uluslararası şirketin elemanları karşılıyor ve otelimize bırakıyorlar. Gecelik ücreti 288 yuan (35 USD) olan üç yıldızlı Yining General Hotel, İli’nin en büyük oteli. 10 katlı otelin binası yeni, odaları da geniş ve temiz. Odadaki televizyondan gördüğümüz kadarıyla, en az 5-6 kanalda Uygurca yayın yapılıyor. Ancak, Uygur Türklerinin konuştukları dili anlamak çok kolay değil.

Bavullarımızı bırakıp kısa bir duş aldıktan sonra arabalara binip tekrar yola koyuluyoruz. Bu kez hedefimiz tütün tarlaları! Çünkü bu gezi bizim için sadece “ziyaret” iken Emre için hem ziyaret hem ticaret gezisi.

Birkaç saatimizi geçirdiğimiz tarlalardan dönüşte İli nehri üzerindeki köprüde mola veriyoruz. Tiyenşan dağlarının kuzeyi boyunca Balkaş gölüne doğru akan 1500 km uzunluğundaki İli nehri, çöl ve steplerle kaplı bu bölgede, geçtiği yerlere hayat veriyor.

İli’nin suları bulanık. Her iki yakasındaki derme çatma kulübelerse lokanta olarak hizmet veriyor. Köprünün hemen kenarındaki yere yanaşıyoruz. Sakallı yaşlı bir Uygur, önündeki küçük tandıra börekleri sıralamakla meşgul. Pekin’de de yediğimiz, Çinlilerin kavbavzı dedikleri içine küçük parça et konan ve kuyruk yağıyla yapılan bu böreklere Uygurlar samsa diyor. Tandırdan yeni çıkmış sıcak samsaların yanında da ekşimsi bir tür meyve suyu içiyoruz. Böreklerin fiyatını sorduğumuzda genç Uygur kızı eliyle 5 işareti yapıyor. Biz 5 yuan zannedip doğrulatmak için sorunca “Hayır” diyor “5 mao”.
Mao… Yani yuanın 10’da 1’i.
Sanırım alışmamız biraz zaman alacak: Artık Pekin’de değiliz.

Tarihsel olarak Doğu Türkistan diye bilinen, Çin’deki resmi adı ise Şinciang Uygur Özerk Bölgesi olan bu bölgede yeralan İli, İli Kazak Özerk Vilayeti’nin de merkezi. Çünkü Çin’de Kazakların en yoğun yaşadıkları yer burası. 300.000’e yakın nüfusu olan İli kentinin nüfusunun üçte biri Kazak, yarısı ise Çin’in yerli halkı sayılan Han milliyetinden. Şinciang’daki tüm Kazakların sayısı ise 1 milyondan fazla.
Dış görünüş olarak İli kent merkezi, diğer Çin şehirlerinden çok büyük farklılık göstermiyor. En büyük fark tabelalarda. Uygurca Arap alfabesiyle yazıldığı için tabelaların çoğunda iki alfabe de kullanılmış durumda. Göründüğü kadarıyla İli’de, Han’lara göre daha yoksul konumda olan Kazaklar ve Uygurlar daha çok yiyecek sektöründen geçimlerini sağlıyorlar. Hatta sadece kebapçılık yapıyorlar demek sanırım daha doğru.

İli’de ne Mao ceketli yaşlılar göze çarpıyor ne de caddelerde, yollarda tayçi yapanlar… Kent merkezinden biraz dışarı çıktıkça burasının, herhangi bir Anadolu kentinden fazla bir farkı olmadığını görüyoruz. Tozlu yollar, kasketli orta yaşlılar, uzun beyaz sakallı yaşlılar ve başörtülü kadınlar… Ancak burada bisiklete binen insan sayısı da, etekleriyle at ve bisiklet üzerinde gördüğümüz kadın sayısı da herhangi bir Anadolu kentinden daha fazla.

Akşam yemeğinde, Emre’nin şirketinin yerel ofis temsilcilerinin davetlisiyiz. Yemek, beklediğimiz gibi gösterişli Çin lokantalarından birinde özel bir odada. Pekin’de olduğu gibi burada da, konuklarınız için restoranın özel odalarından birini kiralamak, konularınıza gösterdiğiniz itibarın bir göstergesi. On kişi, masanın üzerinde dönen cam platformu bulunan yuvarlak masaya yani İngilizce adıyla Lazy Suzy’ye sıralanıyoruz.

Tabii ki ilk önce, hiç sormadan Çin çayı getiriliyor. Daha sonra içecekler soruluyor. Evsahiplerimiz bayciyo öneriyorlar. Bayciyo için Çin’in milli içkisi denebilir. Değişik tahılların fermentasyonu ile elde edilen bu beyaz içkinin alkol oranı % 60-65’e kadar çıkabiliyor. Ben tadını beğenmediğim ve kadehime bir kere konulursa da başıma gelecekleri de tahmin edebildiğim için bu teklifi reddedip birayı tercih ediyorum. Can ve Emre’nin tercihi de bira. Bayciyo içirecek kimse bulamayacaklarını gören evsahiplerimiz son bir umut diyerek Tayfun’a yöneliyorlar. Tayfun da bira istediğini söyleyince ısrar etmeye hatta hafiften zorlamaya başlıyorlar. Biz de “Hiçbirimiz bayciyo içmezse ayıp olur!” diye üsteleyince, gecenin kurbanı olarak en gencimiz Tayfun seçilmiş oluyor.

Sofra tipik bir Çin sofrası. Yemekler büyük porsiyonlarda sırayla gelmeye başlıyor. Söğüş salatalık, barbunya fasulye, fıstık, turşu gibi soğuklardan sonra sıra sıcaklara geliyor. Adet olduğu üzere etin her çeşidi bir arada yeniyor. Bol sarımsaklı tavuk, kuzu kıyma dürüm, soslu balık çeşitleri, kuzu pirzola, tavuk ciğeri ve ördek… Burada yediğimiz ördek eti, Pekin ördeğinden daha kalın dilimler halinde servis edildiği gibi, daha az kuru ve de daha doyurucu. Etlerin yanında ise 6-7 çeşit sebze yemeği ile Çin sofralarının olmazsa olmazı tofu yani soya fasulyesi peyniri geliyor.

Masa, döner masa olunca, istediğiniz yemeği almak için cam platformu çeviriyorsunuz. Önünüze gelen yemekten birkaç lokma alıp sırayı başkasına veriyorsunuz. Yemek faslı iyi ama içki fazlı o kadar da iyi olmuyor. İlk konuşmayı yerel şirketin yöneticisi yapıyor. Ayağa kalkıp birkaç nezaket ve iyi dilek sözü sarfettikten sonra gambey yani fondip diyerek kadehini kaldırıyor. Bütün masa kadehini kaldırıp içkisini içiyor. Bazılarımızın bardaklarında hala içki kalınca yönetici, boşalmış kadehini ters çevirerek bize gambey’in anlamını hatırlatıyor: Bakın benim kadehim boş, ben hepsini bitirdim, onun için kadehimi ters çevirebiliyorum.
Küçük su bardaklarında servis edilen, iyi soğutulmamış birayı fondip yapmak da biraz zor ama… Ne yapalım adetlere uymak gerek.

Bir süre sonra diğer çalışanlardan birisi, bizi burada görmekten duyduğu memnuniyeti ifade edip kadehini şerefimize kaldırıyor: Gambey!

Tekrar bardaklarımızı boşaltıyoruz. Hemen garsona işaret edilip bardakların bir sonraki tura hazır olması sağlanıyor. Gambey deme sırası hiyerarşik olarak aşağıya doğru ilerliyor. Bu arada Tayfun, bayciyoyla üçüncü kez gambey yapmış durumda. Durumdan memnuniyetsizliğini anlamak hiç de zor değil. Ancak kibar çocuk. “Yeter kardeşim, insanın boğazında berbat bir tat bırakan % 46 alkollü bu içkiyi peşpeşe fondip yapmaya dayanamayacağım” diyemiyor. Ve sadece yüzünü ekşitmekle yetiniyor. Boş mideye arka arkaya içmenin sağlık için çok faydalı olmadığını söyleyip Tayfun için biraz yemek molası talep ediyoruz. Gözlerini gecenin kurbanı Tayfun’a ve onun kadehine dikmiş olan evsahiplerimiz bu makul isteği kabul ediyorlar. Peşinden yeni bir ısrar dalgası başlıyor: Çı, çı, çı (ye, ye,ye) !

Toplu gambey’lerden sonra sıra bireysel gambey’lere geliyor. Müdürlerden birisi Emre’ye kadeh kaldırıyor, muhasebeci hanım biz üçümüzün şerefine içiyor, Emre bir süre sonra bir müdüre karşılık veriyor, tarlalardan sorumlu olan arkadaş Tayfun’la gambey yapıyor, vs, vs.

Muhtemelen 5 ya da 6. kadehten sonra Tayfun’da öforik bir hal başlıyor, yüksek sesle konuşmaya başlıyor, yüzü kızarıyor, hatta yanındaki Çinliye gambey yapmaya bile kalkıyor. Bu arada biz devreye girip, bardağındaki son bayciyoyu da boşalttıktan sonra Tayfun’un biraya geçmesine izin verilmesi için ricada bulunuyoruz. Talebimiz gönülsüzce kabul ediliyor.

Evet, kadeh kaldırma sırası sanırım bizde. Ben de kalkıp arkadaşlarım adına iyi dileklerde bulunuyor, yaptıkları davet ve gösterdikleri misafirperverlikten dolayı evsahiplerimize teşekkür ediyor, onları Pekin’de misafir etmekten duyacağımız memnuniyeti anlatıyorum: Gambey !

Tatlı niyetine yediğimiz mısırlar hepimizin hoşuna gidiyor. İnce bir tabaka halindeki tane mısırlar, şeker ve nişastayla genişçe bir tavada kızartılıp, pizza gibi dilimlenerek servis edilmiş halde. Biz beğendiğimizi ifade edince, evsahiplerimiz hemen bir tane daha ısmarlıyorlar.

Bir süre daha yenildikten ve 20’ye yakın kadeh kaldırıldıktan sonra, artık hiçbirimizde ne yiyecek ne de içecek hal kalmıyor. Ancak, yemek hala bitmiyor.

Sofraya son gelen yemek büyük bir kase içindeki sebzeli sulu çubuk makarna. Yemek, herkesin önündeki kaseye bolca servis ediliyor. Biz şaşkın şaşkın bakarken, şirketin müdür yardımcısı, bu makarnayı bitirdiğimiz takdirde aramızdaki dostluğun pekişeceğini söyleyerek yemeğine başlıyor. Bize de işaret ediyor: Çı çı çı (yiyin, yiyin, yiyin) !

Önceki Yazı

Yeni Zelanda

Sonraki Yazı

Şarap tadında bir yolculuk

İzlenimler son yazılar

Küba Gezi Notları

Deniz Alsaç Yıldırım – 25.09.08 / İstanbul-Madrid-Havana Emre ve Hasan’la yıllardır hayal ettiğimiz Küba seyahatini gerçekleştirmek

Yosemite’nin Zirvesinden

Yelda Horozoğlu – Yosemite, ABD’de uzun süredir gitmeyi planladığım bir mekandı. Pek çok kez hazırlık yapıp