Volkan ACAR –
2. Gün: Sınırdan geçiş ve Almatı:
Salı sabahı otelin kahvaltı salonuna iniyoruz. Niyuromiyen (dana etli, sulu Çin makarnası), wokta çevirilmiş sebzeli makarna, manto (buharda pişmiş hamur topu), kavbavzı gibi Çin kahvaltılıklarının yanında yumurta, sosis, mısır gevreği gibi çeşitler de var. Yolumuz uzun olduğu için sıkı bir kahvaltı yapıp saat 10 gibi yola koyuluyoruz. Kazakistan’a Korgos sınır kapısından giriş yapacağız.
Yol boyunca köylerden, kasabalardan geçiyoruz. Çin’in en geri kalmış bölgelerinden olan bu topraklarda yaşam, Pekin’in merkezindeki gündelik hayattan epeyce uzak. Yol kenarına dizilmiş kayısı, çilek satıcıları durmamız için el kaldırıyorlar. Mevsiminde olsak ve o bal gibi tatlı, çok lezzetli Şinciang üzümlerinden satılsa almak için kesin dururuz ama şu anda fazla oyalanmadan yola devam etmemiz gerekli.
Sınıra yaklaşırken askeri kontrol bölgesinin girişinde duruyoruz. Buradan öteye özel araçlarla geçmek yasak. Kapının hemen önünde küçük çaplı bir Rus Pazarı kurulmuş durumda. Güneşliklerle kendilerine gölge yapan satıcıların tezgahlarını Kazakistan’dan gelme ürünler doldurmuş: çakmaklar, anahtarlıklar, gözlükler ve ufak tefek süs eşyaları. Çevredeki dükkanlarda ise kürkler, eşarplar ve halılar var.
Köşedeki bir dükkanın tabelasında Çince “Türkiye halısı” yazısı gözümüze çarpıyor. İçeri girip baktığımızda ise Türkiye’de dokunmuş Türkçe etiketli halıları görüyoruz. Türk olduğumuzu ve Kazakistan’a gidiyor olduğumuzu söylememize karşın satıcı kadın ısrarla halı satmaya çalışıyor.
Kendimizi buradan dışarı atıp sınır kapısına yöneliyoruz. İşlemlerimiz çabucak yapılıyor ve arka kapıdan ara bölgeye geçiyoruz. Kazakistan gümrüğü nehrin öte tarafında. İli nehrinin üzerindeki köprüden karşıya geçmek için, ara bölgede taşımacılık yapan araçlara binmek zorundayız.
En yenisi 20 yıllık olan ve hurdaya çıkmaları gereken bu otomobiller ve minibüsler, ara bölge taşımacılığını tekellerine almışlar. 500 metrelik yol için adambaşı 20 yuan (2.5 USD) ödüyor ve köprüyü geçerek Kazakistan tarafına ulaşıyoruz. Kazak sınır kapısı Çin’dekinden biraz farklı. Hem binası daha yeni, yüksek tavanlı ve büyük. Hem de Çin tarafındaki onlarca kameraya karşın burada, o da eski tip olmak üzere sadece tek bir kamera var. Şortlu, güneş gözlüklü, turist kılıklı bu dört insanın, sınır boyunda akraba ziyareti yapan yerel halka benzemediğini farkeden görevliler pasaportlarımızı alıp bizi banklara oturtuyorlar. Bir süre sonra da işlemlerimizi yaptırıp içeri giriyoruz.
Askeri bölge çıkışına kadar yine ara bölge taksilerine binmemiz gerekiyor. Hurda bir Lada’yla anlaşıp adambaşı 200 tengeye (1.5 USD) 1.5 km lik yolu katediyoruz. Askeri bölge çıkışında bizi yine Emre’nin şirketinin araçları bekliyor. Eşyalarımızı yükleyip hemen yola koyuluyoruz. Almatı’ya kadar yaklaşık 350 km yolumuz var.
Kazakistan’a geçince farklı bir ülkeye geçtiğimizi hemen hissediyoruz. Yollar daha düzgün, köyler daha bakımlı ve düzenli. Çin tarafında olduğu gibi hiç kerpiç köyevi görmüyoruz. Ayrıca şoförlerin de köylere girer girmez hız azaltmaları dikkatimizi çekiyor.
Güneyimizde dağlar, uzun bir süre düzlükte ilerliyoruz. Orta Asya stepleri bunlar olsa gerek. Sınırın hemen içindeki Zarkent ve Çimkent gibi birkaç köy dışında saatlerce herhangi bir yerleşim birimi göremiyoruz. 1.5 saat kadar sonra da rakım yükselmeye başlıyor. Bu sırada üç askerin beklediği bir kontrol noktası görüyoruz.
Kazakistan Türk vatandaşları için vize istememesine ve de sınırdan yasal geçiş yapıp giriş damgasını bastırmış olmamıza karşın, pasaportlarımıza bakan asker “Viza, Viza” diyor. Pasaportları alıp şoförlere arabaları ileriye çekmelerini söylüyor. Asker tuğladan örülmüş yarım yamalak binaya girince ikisi de Rus olan şoförlerimiz arabalardan iniyor ve askerle konuşmaya gidiyorlar. 10-15 dakika sonra “hiçbirşey ödemeden” pasaportları geri aldıklarını söyleyerek geri dönüyorlar.
Saat 16 sularında Almatı’ya varıyoruz. Sahibi Türk olan otelimiz şehrin en iyi oteli: The Regent Almaty Hotel ya da Ankara Oteli. Çantalarımızı odalara yerleştirip duş aldıktan sonra kenti gezmeye çıkıyourz.
Almatı, Tiyenşan yani Tanrıdağları eteklerinde kurulmuş bir kent. Artık başkent diyemiyoruz çünkü kuzeyde inşa edilen Astana, 1998’den bu yana ülkenin yeni başkenti. Nüfusu 1.5 milyon olan Almatı’da 10.000 civarında Türk olduğu söyleniyor. Sayısı 30’a yaklaşan Türk okullarının yanında inşaat şirketleri ve çeşitli işyerlerinde çalışanlarla birlikte Kazakistan’daki toplam Türk sayısının ise 20-25.000 olduğu sanılıyor.
Elmaların atası anlamına gelen Almatı ya da eski şekliyle Alma Ata, yeşil bir kent. Kent merkezinde gezdiğimiz tüm cadde ve sokakların her iki tarafını ağaçlar süslemiş durumda. Yüksek ağaçların gölgeleriyle serinlettiği yaya yollarında, delikanlılar bira içiyor, kızlarsa üçerli beşerli oturmuş sohbet ediyorlar.
Dorukları karlı Tanrıdağları eteklerinde kurulmuş bu yemyeşil kentte, görebildiğimiz kadarıyla merkezde pek yeni bina yok. Bu eski binaların çoğu Sovyet döneminden kalma gibi görünüyor.
Yollarda yaya geçitleri var ama şeritli çizgiler yok. Bu nedenle şaşkın turistler gibi bir ileri bir geri gidip geliyoruz. Ayrıca trafik ışıkları da yetersiz. Bazen karşıdan karşıya geçerken bize yeşil mi kırmızı mı yandığını anlamak için yola inip tepemizdeki lambaya bakmak zorunda kalıyoruz, çünkü yolun karşısında trafik ışığı yok. Ancak trafikte en çok dikkatimizi çeken, yayalara gösterilen saygı oluyor. Karşıdan karşıya geçerken, dönüş yapan araçların hemen durup bize yol verdiklerini farkediyoruz. Anlıyoruz ki burada öncelik yayalarda. Trafik ışığı ya da yaya geçidi olmayan birkaç yerde kendimizi yolun ortasında attığımızda, araçların durup yol verdiklerini görmek bizim için sürpriz oluyor. Pekin’de böyle birşeye hiç alışık olmadığımız, bırakın yol vermeyi üstümüze üstümüze gelen araçları görmeyi kanıksadığımız için bu medeniyet doğrusu bizi şaşırtıyor.
Alışveriş için Silk Way’e giriyoruz. Bu iki katlı binada toplam 40-50 dükkan var ve fiyatlar Pekin’e göre çok pahalı. Zaten birçok ürünün de Çin’den geldiği söyleniyor. Buradan çıkıp batıya doğru uzanan bir yaya bölgesi görüyoruz. Gezerken bizim gibi, maç için gelmiş Türklerle de karşılaşıyoruz.
Bu geniş sokağı, akşamüstü serinliğinde hava almak isteyenler doldurmuş durumda. Caddede gruplar halinde boydan boya volta atan “yerli” Türk erkekler, sağlı sollu banklarda oturup çevreyi seyreden Kazaklar, sarışın, uzun saçlı mini etekli sevgilisinin elini beline dolayıp sağa sola bakarak yürüyen karayağız Türkler, Türkiye’den görmeye alıştığımız genç, güzel, alımlı Rus kızları ve (bizim gibi) maç için gelmiş ve etrafa şaşkın şaşkın bakınan erkekler.
Saksafon çalan yorgun görünümlü Rus, pandomim yapan yaşlı adam, keman çalan küçük çocuk ve gitar eşliğinde şarkı söyleyen çift… Bunlar da caddenin diğer renkleri.
Kenarda gördüğümüz bir kafeye oturup biralarımızı içerken, Emre akşam için Almatı’da oturan Volkan’la bir buluşma yeri belirlemeye çalışıyor.
Bir saat kadar sonra buluştuğumuzda Volkan bizi Sancak Restoran’a götürüyor. Söylediğine göre Almatı’da en iyi Türk yemeğinin yenilebileceği yer burası. Burada kebap ve lahmacun dışında birkaç çeşit sulu yemek de var. Sulu yemeği nasıl olsa evimizde de yeriz diyerek hemen kebap siparişi veriyoruz.
Sahibi ve ustaları Türk olan bu içkisiz lokantada neredeyse tüm masalar dolu. Müşterilerin bir kısmının maç için Türkiye’den ve Almanya’dan gelenler olduğunu öğreniyoruz. Bunun yanında, Kazakistanlı gelinleriyle oturdukları masada aile yemeği yiyen kalabalık Türk aileler de, yemeğin üzerine nargile içen Hacı amcalar da, sarışın sevgililerini yemeğe getirmiş delikanlılarımız da mekanı paylaşanlar arasında yer alıyor.
Yemeklerimiz gelince Volkan’a hak veriyoruz. Lahmacun çok iyi olmamakla birlikte kebaplar gerçekten çok lezzetli. Cacık ve çorba da Türkiye’yi aratmayacak cinsten.
Yemeğin üzerine demli çaylarımızı ve kahvelerimizi de içip alkol eksikliğimizi giderecek bir yer aramaya yöneliyoruz. Gittiğimiz yer ise bir İskoçyalının işlettiği Mad Murphy’s Irısh Pub!
Bahçede Efes biralarımızı yudumlarkan, Volkan burada hırsızlığın yaygın olduğunu söyleyip bütün çıtaları sökülmüş arabasını gösteriyor. Burada araba hırsızlığından ziyade parça hırsızlığı yaygınmış. Önceleri, çalınan çıtaların, aynaların, tamponların yerine sürekli yenilerini alıp taktıran Volkan, bir süre sonra bunun mantıklı bir davranış olmadığını kavramış ve arabayı o haliyle bırakmaya karar vermiş. Plaka bulunsun diye taktırdığı yeni tamponu ise içeriden sıkı sıkıya vidalatmış ki hırsızlar çekince koparamasınlar.