Pamplona diye bir yer

Geçtiğimiz hafta sonuna kadar Pamplona adını hiç duymamıştım. İspanya’nın kuzeyinde okyanusa 100 km mesafede kendi halinde küçük bir şehir. Tatilcilerin daha ilginç İspanya kentleri varken pek de rağbet etmedikleri bir noktada bulunuyor. Kısacası ne deniz kenarında, ne de tarihi bir özelliğe sahip. Ama bu küçük şehrin öyle bir özelliği var ki, yılda bir hafta İspanya’nın her yanından ve bizim gibi sınır komşusu Fransa’dan, daha uzağa gidersek Almanya’dan ziyaretçi akınına uğramasına neden oluyor. Boğalar ! Evet boğalar ! Her yıl 7-14 Temmuz tarihleri arasında boğaları sokaklara salıyorlar ve çılgıncasına, bir hafta uyumamacasına boğaların peşinde koşuyorlar, eğleniyorlar, içiyorlar, dans ediyorlar. Böyle anlatınca,

Geçtiğimiz hafta sonuna kadar Pamplona adını hiç duymamıştım. İspanya’nın kuzeyinde okyanusa 100 km mesafede kendi halinde küçük bir şehir. Tatilcilerin daha ilginç İspanya kentleri varken pek de rağbet etmedikleri bir noktada bulunuyor. Kısacası ne deniz kenarında, ne de tarihi bir özelliğe sahip. Ama bu küçük şehrin öyle bir özelliği var ki, yılda bir hafta İspanya’nın her yanından ve bizim gibi sınır komşusu Fransa’dan, daha uzağa gidersek Almanya’dan ziyaretçi akınına uğramasına neden oluyor. Boğalar ! Evet boğalar ! Her yıl 7-14 Temmuz tarihleri arasında boğaları sokaklara salıyorlar ve çılgıncasına, bir hafta uyumamacasına boğaların peşinde koşuyorlar, eğleniyorlar, içiyorlar, dans ediyorlar. Böyle anlatınca, ne var ki, tek eğlenen yer orası mı dendiğini duyar gibi oluyorum. İnanın bu başka bir şey ve de kesinlikle görülmesi yaşanması gereken bir tecrübe. Küçük bir sır vermek gerekirse, kendimi Pamplona’da yaşlanmış hissettim, kesinlikle ayak uydurmakta zorlandım.

Biz bu festivalin son iki gününe yetişebildik. Kiraladığımız araba ile şehre vardığımızda gece yarısını geçiyordu ve parklarda, arabaların içinde uyku tulumları veya sadece t-shirtleri ile yatan insanları görünce hiç otel aramaya zahmet etmedik. Arabayı park edecek yer bulmak yarim saatimizi aldı ve şehrin ücra bir kösesindeki bir sitede yangın pompasının yanında yer bulunca kendimizi şanslı azınlıktan saydık  Tahmin edeceğiniz üzere iki gün boyunca kral yerimizi kaybederiz korkusu ile arabamızı yerinden kımıldatmadık.

Sıra şehri ve gece hayatini keşfetmeye geldi. Her köşe başında insanlar barlara sığamayarak sokaklara dökülmüş şekilde ellerinde biralar sohbet edip eğleniyorlar. Bağırmaya sohbet denebilirse tabii. Sadece gençler değil; aileler çocuklar da dahil. Sabah olurken bizden başka kimsede uyku belirtisi yoktu.

Boğaları görmeye gelmiştik ama nerede bulacağımızı bilemiyorduk. Bu çılgın kalabalık içinde ise hiç şansımız yoktu. Ayık bulabildiğimiz gençlere, İngilizce ya da Fransızca biliyordur diye umarak, sorduk. Sabahın bu erken saatinde kimse İspanyolca’dan başka dil konuşamıyordu. Biraz benzetip biraz da vücut dilini okuyarak, arenayı aramaya başladık. Yaklaştığımızda yaşlıca bir amca yanaşıp ertesi günkü gösteriye bilet ister misiniz dedi. Biz ne yapsak alsak mi ya sahte ise, almazsak sabaha nereden bulacağız derken amcaya birer kahve parası fark vererekten, ertesi güne arenaya girebileceğimizi ümit ederek, iki bilet aldık. Bu arada iki tip gösteri var. Birincisi boğaları sadece kızdırdıkları koşturdukları « encierro » ve hepimizin bildiği sonunda matadorun boğayı öldürdüğü « torro ». Biz boğaların bu uğurda telef edilmesine karşı olduğumuzdan, ilk gösteriye bilet aldık. Gösteri saat sabahın sekizinde başlıyor. Bileti aldığımızda saat zaten dört olmuştu. Arabaya gidip azıcık kestirdik ki seyrettiğimizden bir şey anlayabilelim

Sabah yedi buçukta arena iğne atsan yere düşmeyecek durumdaydı ! Kırmızı beyaz renklere bulanmış bir arena. Saat tam sekizde, geleneksel olarak ellerinde rulo yapılmış gazeteler ile yüzlerce insan koşarak arenaya girdiler, arkalarında da onların kızdırdıkları ve onları takip eden sinirli boğalar. Bu gösteri için genç boğalar kullanılıyor. Amacı insanlara zarar vermemesi ancak genç olduklarından çok daha aktif oluyorlar ve sakinleşmeleri de daha zor oluyor. İnanılmaz bir gösteri. Yüzlerce insan, ellerindeki rulo gazeteleri boğalara sallıyor ve boğalar da burnundan soluyarak bu insanların üzerlerine doğru koşuyor. Çılgınca görünen bu adrenalin düzeyi çok yüksek gösterinin tabii ki yazılı olmayan belli kuralları var. Kesinlikle boğayı tutmaya çalışmak, üzerine çıkmaya çalışmak yasak. Eğer boğa sizi teperse ki bu oldukça sik oluyor, hemen yerde embriyo pozisyonu alıp basınızı koruyorsunuz ki o esnada çılgın gruptaki sizden daha çılgın bir başka kişi boğanın dikkatini kendi üzerine çekerek sizin yerden kalkmanızı sağlayacak zamanı yaratıyor. Tabii böyle anlatınca kolaymış gibi geliyor ama hiç de öyle değil. Bir saat süren bu gösteri sırasında, düşüp kalkamayan veya kalkınca ayni boğa tarafından tekrar boynuzlanan bir dolu genç gördük. Genç boğamız çok kızınca, hemen içeriden terbiyeci dişi bir boğa çıkarıyor ve dişisi yanına gelince bizim delikanlı sakinleşerekten dişisini takip edip içeriye gidiyor. Sanırım dünyanın her yerinde erkekleri yatıştıran dişileri…

Düşünün ki bu gösteri bir hafta boyunca her gün aynı saatte tekrarlanıyor. Televizyonlarda canlı yayın olarak izlenebiliyor. Boğaların sokakta geçtiği ve yayalara kapalı bir güzergah var. Buradan boğalarla birlikte sadece onları kızdıran ve arenaya kadar kovalanan insanlar koşabiliyor. Bu yolda dönemeçler olduğundan, bazen boğaların ayakları kayıp, arkadan gelenlerin üzerine de düşebiliyor. Biz oradayken, böyle bir durum gerçekleşmedi ancak geçen yıl bu durum fotoğraf çekmeye çalışan bir İngiliz turistin başına gelmiş.

Bu gösteriden sonra, ki saat sabahın dokuzu oluyor, sokaklarda hummalı bir çalışma içindeki temizlikçileri ve çöp kamyonlarını görüyorsunuz. Yapılan çalışma göz kamaştırıcı. Düşünün ki sabaha kadar uyumamış ve litrelerce içki içilmiş, her tarafı pislenmiş bir şehri başlayan yeni güne hazırlamak ! Temizlikçiler islerini bitirdiklerinde, insanlar kaldıkları yerden devam edebilmek için yeniden biralarına, barlarına ve “snack”larına doğru koşmaya başlamışlardı bile.

Pamplona’ya ve de İspanyollara özgü birkaç dip not vermek istiyorum. Öncelikle yemek düzenleri bizden çok farklı. Öğlen yemeği saat iki bucukta yenmeye başlanıyor. Aksam yemeği ise on bire doğru. Restaurantlar çok pahalı. Çokluk barlarda günün her saati hazır olan “tapas” dedikleri mezelerden yiyerek açlığını geçiştiriyor ve içiyorlar. Jambon ve kavun en meşhur mezeleri. Bir de aklınıza gelebilecek soğuk yenebilecek her şey. Hava bu denli sıcakken başka bir şey yapmak zaten mümkün değil. Orada bulunduğumuz sure içerisinde, hava gündüz 45 derece ve gece ise 33 derece civarındaydı.

Bir başka ilginç nokta ise, barlarda sadece İspanyolca müzikler çalıyor. Dünyayı kasıp kavuran İngilizce sözlü müziklere pek rağbet yok. Müziğin sesi o denli yüksek ki birbirini duymak çok zor ancak yine de İspanyollar daha yüksek sesle konuşarak müziğe paralel ikinci bir gürültü kaynağı yaratmakta oldukça başarılılar. Hayat burada gerçekten de, yeme, içme ve de eğlenme üzerine kurulu. Tabii öğlen arasında enerji toplanılan dört saatlik siestayı unutmayalım.

Bir başka geleneksel yaklaşım ise, bütün bu hafta boyunca insanlar, genci ve yaşlısı, sadece beyazlar giyiyorlar. Üzerlerindeki renkli tek şey ise bellerine bağladıkları kırmızı kaşkol ve boyunlarını süsleyen üçgen kırmızı fularlar. Şehir tamamen kırmızı ve beyaz renklere bürünüyor.

İspanya’nın kuzeyinde halk arasında konuşulan dil kesinlikle İspanyol’ca değil. Bask dili konuşuluyor. Bu dilde bir suru « x » harfi var. Hem de kelime ortasında öyle olur olmaz yerde ki nasıl telaffuz edebileceğinizi durup düşünüyorsunuz. Mekanlarda, mönülerde, sokak isimlerinde, … kısacası günlük hayatta her yerde karşınıza çıkıyor bu « x »ler.

Ertesi gün yola çıkacağımızdan, son gecemizde yine birkaç saat kestirmek üzere, günün ilk saatlerinde arabamıza gittik. Tam dalmıştık ki, arabamızın camına vuruldu. Bir de baktık ki eğlenceden hızını alamamış genç bir arkadaş bize « ne uyuyorsunuz eğlence zamanı hadi içmeye, dans etmeye gidelim seklinde yorumladığımız işaretlerle bizi dışarı çıkmaya ikna etmeye çalıştı. Bizler orta yaşlı (!) bir çift olarak, genç arkadaşımıza kulak asmayarak, birkaç saat uyumaya çalıştık. Bir saat sonra ateşli bir çift arabamıza yanaşıp öpüşmeye başladılar, bir süre sonra bizi fark edip « aaa arabada uyuyanlar varmış » dediler. Kısacası, son gecemiz de oldukça renkli geçti. Sonrasında ver elini sınıra yolculuk. Gerçi sınır dediğimiz de lafın gelişi, artık sınır mı kaldı ki Avrupa’da…

İlkay B. RAOUL
Temmuz 2003

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme

OKUMA ÖNERİSİ