Nepal Güncesi

Sema Öğünlü – İstanbul- Doha- Katmandu uçacağız. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Her şey sıradanmış gibi. Oysa gecikmiş bir 30 yıllık düş söz konusu. Doha’ya kadar  normal her şey. Doha havalimanında sabırla doldurulan iki saatin sonunda bizi Katmandu sokaklarına salıverecek olan uçağa binerken ise yüreğim ağzımda. Uçağa ilk binen ben olmak istercesine kalkıp yerimden koşuyorum kapıya. Yüreğimin telaşı. Uçak yolcularının çoğu Dubai’den memlekete dönen işçiler, ya da İngiltere’den dönen Gurkalar. Tek tük turist var, onlar da bugün 60’lı yaşlarda, kim bilir, belki de gençliklerini geçirdikleri bu yerlere tekrar bir göz atmak isteyenler. Yaş grubu göze alındığında nostaljik bir geziden söz

Sema Öğünlü – İstanbul- Doha- Katmandu uçacağız. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Her şey sıradanmış gibi. Oysa gecikmiş bir 30 yıllık düş söz konusu. Doha’ya kadar  normal her şey. Doha havalimanında sabırla doldurulan iki saatin sonunda bizi Katmandu sokaklarına salıverecek olan uçağa binerken ise yüreğim ağzımda. Uçağa ilk binen ben olmak istercesine kalkıp yerimden koşuyorum kapıya. Yüreğimin telaşı. Uçak yolcularının çoğu Dubai’den memlekete dönen işçiler, ya da İngiltere’den dönen Gurkalar. Tek tük turist var, onlar da bugün 60’lı yaşlarda, kim bilir, belki de gençliklerini geçirdikleri bu yerlere tekrar bir göz atmak isteyenler. Yaş grubu göze alındığında nostaljik bir geziden söz edilebilir belki de.

Hemen kulaklarıma Cat Stevens düşüyor, 70li yıllardan:
Katmandu, yakında seni görüyor olacağım.….
Yanımda oturan gençten bir çocuk hayatımda tanıdığım ilk Nepalli. Hemen bol keseden tam not veriyorum. Ne olursa olsun. O benim düş ülkemin bir vatandaşı.
Uçağın sol tarafında oturanlar çok şanslı. Katmandu’ya inerken Himalaya’ları bir kuş misali arşınlıyorlar. Doha’ya inmeden önce uçak penceresinden korkuyla gözetlediğimiz çöllerin yerini şimdi de Himalaya tepeleri aldı. Dünyanın gelecekte çölleşme ihtimalinin içimize saldığı korkuyu Himalayaların görkemli görüntülerinde  dindirmeye çalışıyoruz.

10 Temmuz 2007

Thamel’de kalıyoruz. Hafif turistik bir bölge ama şimdilik  şikayetçi değiliz. Cıngıl cıngıl bir yer. Siz İstiklal deyin, ben Ortaköy. Gümüşler, takılar, ipek eşarplar ve paşminalarıyla tabii ki Ortaköy. Ama hamhuma gelince İstiklal: Nepal mutfağı, Thai, Tibet, Hint, Kore, Japon  mutfakları…Anatolia restoran bile var.Trafiğin solda olduğuna biraz şaşırdıktan sonra anlıyoruz ki aslında trafik her yerden. Duruma göre şoförler gerekirse soldan, gerekirse de sağdan gitmekte oldukça özgürler. Ohm Mani Padme Hum çalıyor her yerde. Daha ilk gün, sonradan ikinci evimiz olacak olan Pilgrims’i  keşfediyoruz. İki katlı bir kitapçı Pilgrims. Bir örneğini İstanbul’da bile bulmak mümkün değil.. Arka tarafta açık bir bahçe içinde leziz hamhumlar sunan lokantası var.CD ve kitapların yanı sıra  tütsülerden, sabunlara ve çaylara kadar ne isterseniz bulabilirsiniz. Thamel sokaklarında yeni yüz olduğumuz belli. Bütün satıcılar peşimizde. ‘Good Price’ nidalarıyla. Sonradan hepsi bizi tanıyacak ve biz ‘No buy’ olacağız!

İlk hedefimiz tabii ki Durbar Meydanı.  Nepal’deki her kentin bir Durbar Meydanı var. Bütün yolların çıktığı. Saray meydanı başka bir deyişle. Bizdeki Cumhuriyet Meydanı misali. Hindu tapınakları yoğun bir şekilde bu meydanlarda yer alıyor ama kral anlaşılan buradan kaçıp kendini daha sakin bir bölgesine atmış Katmandu’nun. Zaten şu sıralar 22 Kasımda yapılması planlanan seçimlere hazırlanıyor Nepal halkı. Daha önce de bir kez ertelenen seçimlerin yine ertelenme olasılığı var.  Maocuların da uzun süren kavga ve dövüşten sonra girdiği sekiz ortaklı hükümetin mali işler bakanının hazırladığı bütçede kral ve ailesinin harcamaları için tek kuruş ayrılmamış. Kathmandu Post gazetesinden okuduğumuza göre, krallığın  250 yıl önce kurulmasından bu yana  ilk kez devlet gelirinden yoksun bırakılıyormuş kral. Nasıl tepki vereceği merak ediliyormuş!

Evet, kral sarayını Durbar Meydanından taşımış ama bunca tapınağı  geride bırakmış. Hindu tapınaklarına Hindular dışında kimse giremediği için dışarıdan bakıyoruz birer birer hepsine. Şiva ile karısı Parvati ise  bize tapınaklarının tepesinden göz kırpıyorlar. Şiva, bin bir suratlı tanrı. Hem yaradan hem yok eden. Hayvanların tanrısı. Bütün canlıların koruyucusu. İyi yüzünü Pashupati’de, kötü yüzünü ise Bhairab’ta gösteren tanrı.  Şiva, uzun yolculuktan dönüşünde karısı Parvati’yi koynunda bir oğlan ile  görür. Kıskanç Şiva, bir saniye bile tereddüt etmeden oğlanın kafasını gövdesinden ayırır. Ancak, Parvati’nin koynundaki oğlan, Şiva’nın kendi oğludur. Onun yokluğunda büyümüştür. Parvati, oğlunu geri getirmesi için Şiva’yı ikna eder.Şiva kabul eder Ganeşi geri getirmeyi. Ancak  gördüğü ilk canlının kafasını oğluna geri verecektir. Böylece Ganeş, fil başlı bir tanrı olacaktır: Aklın ve zenginliğin tanrısı:  engel koyan ve kaldıran.

İlk gün için yeterli. Ayaklar çekmez bu yorgun ve aç gövdeleri diyerek, Taleju View restoranın çatısına çıkıyoruz. Tüm Durbar meydanına bir de yükseklerden bakıyoruz. Arkada Himalaya tepeleri bulutlara rağmen görkemli. İlk dhal yemeğimizi hüplüyoruz. (Mercimekle yapılan milli bir yemek neredeyse) İlk Gorkhalarımızla. Keyfimiz muhteşem.

Artık yol yorgunluğu çökmeye başlıyor üzerimize. Geri dönüyoruz otele. Tibet Guest House’un bahçesinde konuşlanıyoruz . Yine  Gorkhalarımızı içiyoruz. Başucumdaki ağacın yaprakları arasından muson çiseliyor. İklim değişikliklerinden Katmandu da etkilenmiş. Normalde muson mevsimi Temmuz ayı. Ancak gerçek anlamıyla muson olmaktan çok uzak şu çiseleyen şey.

Bu otelde daha çok yazar, çizer, gazeteci, UN çalışanı takımından insanlar kalıyor. Ya da geçmişine yolculuk eden orta yaş grubundan seyyahlar.

11 Temmuz 2007

Yine  Katmandu’nun dar yollarında kaybolmaya adıyoruz kendimizi. Yine tüm satıcılar peşimizde. Rengarenk sokakları Katmandu’nun. Bu kez iyi kayboluyoruz. Durbar’a vardığımızda önce Kumari’nin evine göz atıyoruz. Kumari, yaşayan tanrıça. Kumariler 2-4 yaş arası kız çocukları arasından zorlu bir sınav sonucu seçiliyorlar. Tenleri pürüzsüz, dişleri bembeyaz ve koca gözlü, yani, çok, çok güzel olmak zorundalar. Kumari seçilen çocuk ailesiyle birlikte kumarinin Durbardaki sarayına taşınıyor. Ancak kumarinin kumariliği regl olunca bitiyor. Saraydan nereye düşüyor, pek bilinmiyor. Biz oradayken kumari üzerine çekilen bir filmin tanıtım programı çevresinde yurt dışına çıkarılan kumarinin kumariliğinin sona erip ermemesi gerektiği tartışılıyordu. Neyse ki iş sonradan tatlıya bağlandı. Bir kumari affı çıktı anlayacağınız!

Daha sonra, vaktiyle Jimmy ve Janis’in  45likleriyle inleyen Freak Street’e iniyoruz. Bilen bilir, 1970li yıllarda Sultanahmet’teki Pudding Shop’ın önünden kalkan Magic Bus’lar benim bol bol gıpta ettiğim gençleri buraya getiriyorlarmış!  Aslında hippiler öncelikle ‘Pig Alley’ denilen bir bölgeye dadanmışlar. Genellikle kasapların ve dokunulamayanların  ikamet ettiği bu bölgede hippiler  kendi çörekleri ve haşhaşlarıyla takılırken bölgenin adı da ‘Pie Alley’e dönüşmüş. Galata semtinin 15 yıl önceki hali.  Hippiler  sonradan  bugünkü  Freak Street’e (Jochne) yönelmişler. Bugün  Freak Street daha turistik, daha modern. Hiç olmazsa kaldırım taşları olan bir cadde. Pie Alley ise neredeyse hala Pig Alley. Ve daha özgün.

Nasıl olduysa kendimizi New Road da buluyoruz. New Road, adı sizi aldatmasın, yeni yapılan caddelerin en eskisi. Tottenham Court Road adeta. Tüm elektronik malzemelerin satıldığı cadde. Oradan da Asan pazarına çıkıyoruz.. Asan pazarı ise tam bir Mısır çarşısı.  Kalabalık. Her türlü yiyecek var . Bizim için maydanoz neyse burada kişniş o . Her yer kişniş… her yer mango…her yer ananas.. Bamyalarsa bizimkinin, hele Urla bamyasının, beş katı büyüklükte.

Akşam Scott  ve Naoko bizi tipik bir Newari restoranına götürüyor. Scott yıllarca İstanbul’da yaşadıktan sonra gençlik günlerinde önemli bir yeri olan Katmandu’ya yerleşiyor. Kumariler üzerine bir kitap yazmış. Şimdilerde yeni bir kitap hazırlığı içerisinde. Eşi Naoko ise İstanbul’da eski haritaları onarmış yıllarca. Şimdi de Katmandu’da kağıtlarla ilgili çalışmalarını sürdürüyor.

Sohbet: Katmandu’nun eski hippi günlerindeki haliyle bugünkü halinin kıyaslanması.

Yemek: Newari set menü. Scott, Nepal’in  Newarileri ile  Türkiye’nin Kürtleri arasında benzerlik kuruyor. Dil sorunu aynı neredeyse. Newariler de kendi dillerinde eğitim istiyorlar. Ayrı sayılabilecek  bir mutfakları var.

12 Temmuz 2007

ImagePatan’a gidiyoruz. Katmandu vadisinde yer alan üç kentten ‘güzellikler şehri’ olanı. Patan, nam-ı diğer Lalitpur, Bagmati nehrinin Katmandu’dan ayırdığı kent.

Yine Durbar meydanı! Yine birbirinden görkemli tapınaklar. Yine işveli sokakları ve delici bakışlarıyla çocukları.

Tara, bizi gördüğünde elinde Nepal işi çantalar, turistlere çanta satmaya çalışıyordu. Yanında iki erkek arkadaşı….İlkokul 4. sınıf öğrencisi. Son derece düzgün İngilizcesiyle bizi şaşkına çeviriyor. Sohbet biraz ilerleyince elindeki çantaları arkadaşının elindeki torbaya fırlatıveriyor. Çocuk değil mi işte, işini, yapması gerekenleri unutuyor hemen. Çene çalıyor boyna. O mu çok zeki, ben mi, çok aptal? Neydi diğerlerinden farkı bu yumurcakların? İşte saray meydanında bize rehberlik ediyorlardı sonuç olarak, tek farkları açık bir teklifle karşılaşmamıştık, ve dolayısıyla onları red etmemiştik! Birazdan erkek olan yumurcak, Krişna’yı anlatmaya başlıyor. Her cümlesine ‘Aslında,…’ diye başlıyor. Sonra sanki kaçırıveriyor ağzından, ‘Aslında Krişna bir playboydu, binlerce kız arkadaşı vardı’ deyiveriyor. Dinsel inançları bu denli kuvvetli, ibadeti hayatının her saniyesine yerleştirmiş bir toplumun bu afacanı, anında gönlümü fethediveriyor. Ancak o bunlardan habersiz… ‘Aslında…’, büyüyünce rehber olmak istiyor…

Altın Tapınağa gidiyoruz birlikte. 12. yüzyıldan kalma bir Budist tapınağı. Budist tapınağı olduğu için içeri girebiliyoruz ama deri yasak. Ayakkabıları, kemerleri çıkarıyoruz mecburen. Ayağında tokyoları ya da lastik terlikleri olanlar kurtardı. Saat yönünde dönmek zorundasınız Budist tapınaklarında.  Mahabuda (Bin Buda)  tapınağı  ise, Hindistan’da Budanın aydınlandığı yer olan  Bodgayadaki  tapınaktan esinlenmiş.

Akşamı ediyoruz iki afacanın peşinde. Bizi bir ihtimal çalıştıkları ya da tanıdıkları olan bir mandala okuluna götürüyorlar. Orada da mandala satışı yapılıyor, bin bir pazarlıkla… sonunda herkes mutlu, bir ben hüzünlü bu afacanları orada, geride bıraktığımız için.

Bir terasındayız yine, bu kez Patan’ın. Yine Gorkha birası içiyoruz. Keyfimiz gıcır. Bikiş biz her nasılsa buluyor. O da bir kola içiyor. Geri dönüyoruz Katmandu’ya. Katmandu dediğin zaten 10 dakikalık yol.

13 Temmuz 2007

Musona  yakalandık işte. Pilgrims’te ettiğimiz bir kahvaltı sonrası. Katmandu ahalisi, esnaf, tentelerden akan suları biriktiriyorlar. Dünyanın en fazla suyu olan ülkesi Nepal, ancak belirgin bir su sıkıntısı çekiliyor.Ülkedeki  altyapı çalışmaları hükümetlerin çalma çırpmalarıyla  kesintilere uğruyor. Bu nedenle su dağıtılamıyor evlere. Halk, sokaklardaki toplu banyolarda çamaşır yıkıyor ya da yıkanıyor.

Kathmandu Post gazetesi yine isyan etmiş. 42 yıl geçti, Bhanu-Kalimati  arasındaki 40 km yol tamamlanamadı diye yazıyor. 1965’ te halk bağışıyla toplanan paralarla yapımına  başlanan yol yarım kalmış. Muson çiselemeye başladı mı  yol yapımına başlanıyormuş…Sonra da ‘hay allah, tam başlamıştık ki, muson nedeniyle çalışmalara ara vermek zorunda kaldık …’ diye sızıldanıyorlarmış…Göstermelik bir iki kazı yaptıktan sonra da ortadan yok oluyorlarmış…

Vallahi gazetenin yalanı varsa ben ne olayım…Biz Katmandu’dayken de aynen böyle oldu…

Thamel kazı diyarı. Her yer çamur içinde.

Ayağımdaki lastik ayakkabılar delik. Orada birkaç kez giyip atarım diye yanıma almıştım. Bir ayakkabıcı takılıyor peşime Katmandu sokaklarında. İlla ki ayakkabılarımı tamir edecek. ‘Ben mutluyum böyle’ diyorum. ‘Bayan, ayakkabınız yırtılmış, tamir edeyim’ diyor ısrarla. Baktı ki ben yanaşmıyorum, arkadaşıma , ‘onu ikna edin, siz arkadaşısınız, söyleyin ona….’ diye manevi baskı yapmaya başlıyor. Artık herkes bana bakıyor. Handiyse mecburum boyun eğmeye yoksa bütün Katmandu beni ve ayakkabılarımı tanıyacak. Bir köşeye yamuluyorum, kaç para diye soruyorum. 150 rupi diyor, boyun eğiyorum. O sırada esnaf toplanıyor, benim ayakkabı tamiratımı izliyor! Ben de  gösteriyorum ayakkabımın en son halini onlara, gülüyorlar.’Buranın en iyi ayakkabıcısıdır o’, diyorlar. ‘Siyah ayakkabıyı beyaz, beyazı siyah yapar.’ Ayakkabı tamircisiyse bir elinde ayakkabım, sürekli ‘para vermesen de olur bana biraz pirinç alsan…’ diyor ve yüreğimi dağlıyor!

Musondan kaçmak için sığındığımız bir kumaşçıda kumaş bakıyoruz! Katmandu’da kumaş bakmak! Dünyanın hiçbir kentinde kumaş bakmamıştım oysa! Adam hemen terzisini çağırıyor. Ölçü alalım, yarına dikilir, beğenmezseniz para vermezsiniz diyor. Hoş bir anlaşma. Ama muson bitiveriyor ve biz Swayambunat’a doğru yola çıkıyoruz. Yani maymun tapınağı. Katmandu’nun batısındaki tepelere yerleşmiş. Tüm ihtişamıyla gözleri tepeden tepeden bakıyor Budanın. Çocukluk rüyalarımın gözleri. İşte bu gözlerin peşinde dolaşmışım ben rüyalarımda. Nedense. Bir şey bildiğimden mi, yoksa Barjavel’in ‘Katmandu Yolları’ adlı kitabını okuyup, seyyahlığa özendiğim, ama ayak başparmağımı bile kıpırdatamadığım günlerden mi kalma bu büyülü gözler?  Gözlerim doluyor. Zaman kocaman bi tünel gibi. Gerilere savruluyorum,  eteklerimden telaş akıyor.

Bir takım yerbilimcilerin  öne sürdüğüne göre Katmandu vadisi bir gölmüş vaktiyle. Swayambunat ise bu gölde bir adacık. Budanın sizi gözetleyen gözleri ise stupanın tepesindeki kare blokta. Ortada sanki soru işaretine benzeyen şekil, Nepalcede bir numaraya tekabül ediyor ve ‘birlik’i   simgeliyor. İki gözün arasında , biraz yukarıda yer alan figür ise üçüncü göz.

Temeldeki beyaz kubbe ise  toprak, ateş, hava ve suyu temsil ediyor. Varoluş döngüsünden kaçıp Nirvanaya ereceğiniz 13 basamak da  burada yer alıyor.

14 Temmuz 2007

Dhulikel’ e gideceğiz sabahtan Scott ve Naoko ile. Himalaya eteklerinde. Bir gece kalacağız orada ve sabah güneşin doğuşunu seyredeceğiz. Ancak sabah kalkıyoruz, ne görelim:banda olduğu için, kepenkler kapalı ve taksiler işlemiyor. Kulaktan kulağa yayılan haberlere göre havaalanında bir taksi şoförü dövülmüş, banda onun içinmiş. Ama kim kimi dövmüş, neden dövmüş bilene aşk olsun! Biz Patan’a giderken de bir öğretmen öldürülmüştü ve kepenkler inmişti. Yollar lastik yanıklarıyla doluydu. İkinci bir emre kadar Dhulikel seyahatimiz iptal.

Boynumuz bükük, Scott’ların Pig Alley’deki evlerine gidiyoruz öğle yemeğine. İki minder bir sofa. Minimal düzen. Scott bu sene burada yeni kitabını yazmak için kapatmış kendini anlaşılan. Etrafta et mezbahaları ve kesif bir çiğ et kokusu. Karşı balkondan kadınlar yıkadıkları sarilerini asmışlar metreler boyu, rengarenk. Naoko bize patates pişirmiş Nepal usulü. Ev sahibi geliyor bir ara. Sevecen ve gülecen bir adam. Akşam saat 3e doğru  artık hiçbir kesin haber alamayacağımız belli oluyor. Naoko ve Scott ‘hadi yürüyün’ diyorlar…’Şansımızı deneyelim. En kötü ihtimalle yarı yoldan geri döneriz.’

Her şey yolunda gidiyor. Thamel’in turistik kargaşasından uzaklaşabildiğimiz için mutluyuz. Ancak Katmandu’da hava kirliliği rahatsız edici boyutta. Daha çok eski arabaların egzozlarının yol açtığı bir kirlilik bu. Bikiş’in dediğine göre  havayı esas kirleten şey, Hindistan’dan alınan ucuz petrolmüş.Yoksa Nepal bir endüstri ülkesi hiç değil. Dhulikel’e giderken yolda en fazla beş altı tane fabrika bacası görüyoruz. Onlar da kiremit fabrikası. Pek ağır sanayilik bir şehir değil anlayacağınız.

Yine de şehir dışına çıkmak ve Himalaya eteklerine gidiyor olmak bizi çok heyecanlandırıyor.

Dhulikel’e varıyoruz bin bir yeşillikten geçip. Dhulikel gerçek bir Newari kenti. Katmandu’dan sadece 3 km uzakta..

Akşam oluyor Himalayalarda. Bizim ellerin begonvillerini, ortancalarını ve Japon güllerini buralarda görmek beni öyle şaşırtıyor ki…Sürekli çığlıklar atıyorum… Yıllar önce Sibirya’nın taygaları karşısında da böyle çığlıklar atmıştım.

Yine ve tabii ki Gorkhalarımızı içiyoruz. Mutluluk bu.

Sabah 5.15’te güneş doğuyormuş. İçsel saatimi kuruyorum hemen.

15 Temmuz 2007

Image5.15te en büyük düş kırıklığı. Her taraf bulut içinde. Hiçbir şey gözükmüyor. Ama Himalayalar bin bir giz barındırıyor içinde ve bin bir sürpriz. 15 dakika sonra gökyüzü açılıyor ve karşımızdaki tepelerin ve bulutların arkasından güneş doğuyor, usul usul, ve pembe ve kızıl renge bürünmüş bulutların arkasından bize gülümsüyor. Dünyanın bütün sabahları bizim artık!

Scott ve Naoko’nun  dağlık evinde kahvaltıya davetliyiz. Kahvaltıdan sonra aşağıdaki köylere doğru yürüyoruz. 45 dakikalık sıkı yürüyüş hamlamış kaslarımız tarafından fena halde algılanıyor! Nefes nefese Scott ve Naoko’yu izlemeye çalışıyoruz. Soluklanmak için durduğum bir saniye sanki öleceğim!Aman tanrım, 45 dakika içerisinde yeryüzü cenneti adeta cehenneme dönüşüyor! Gençliklerini Himalaya eteklerinde trekkinglerle geçirmiş olan Scott ve Naoko’ya hiçbir şey olmuyor oysa!

Öğleden sonra Katmandu’ya dönüyoruz. İlk kez lokal otobüslere bineceğimiz için çok heyecanlıyız. İlk otobüs deneyimimizde bir numara yok. Sıradan. Banupa’da iniyoruz ve Panauti otobüsüne biniyoruz. Banupa  Maocuların yoğun olduğu küçük bir kasaba. Zaten kralın heykelini indirip yerine kızıl bayrak takmışlar. Ancak Scott, Maocuların daha önce kral heykelinin eline kızıl bayrak tutuşturulduğunu ve o görüntünün daha da komik olduğunu anlatıyor.

Panauti otobüsü tam benim lokal otobüs hayalime uygun. Bir sepet dolusu domatesin yanı sıra, otobüsün içerisinden bir yerlerden gelen keçi sesi! Otobüsün üstü dolu! Muavin bizi de otobüsün üst kısmına  almak istiyor önce… Daha havadarmış! Hoş bir teklif ama almıyoruz!

Panauti Unesco tarafından koruma altına alınmış güzel  küçük bir kent. Fransız yardımıyla bakıma alınmış. Depreme dayanıklı olsun diye tek bir taştan yapıldığı söyleniyor. Burada, kıyısında güzel kadınların çamaşır yıkadıkları nehrin ilginç bir öyküsü var. tanrı İndra, Vedic sage’in güzel karısı Ahilya’yı kocasının kılığına girerek baştan çıkarıyor. Döndüğünde bu hilenin farkına varan sage, Indra’dan intikam alıyor! Ama ne intikam! Indra’nın tüm vücudu kadın cinsel organlarıyla kaplanıyor! Shiva’nın karısı Parvati sonunda Indra’nın karısı Indrayani’ye acıyor ve onu  Panauti’nin iki nehrini birleştiren bir üçüncü fakat görünmez nehre döndürüyor. Daha sonra bu nehirde yüzen Indra, Shiva’nın kararıyla cezasından azad ediliyor ve bir şekilde vücudundaki kadın cinsel organları yok oluyor!

Panauti’den sonra yolumuz Thimi’den geçiyor. Thimi’nin en büyük özelliği turistik olmayışı. Oysa vadideki dördüncü en büyük şehir. Tipik bir Newari kenti. Bizim için en ilginç yanı, yolumuz üstünde  bir ilkokula  yaptığımız gezi. Burnumuzu yapıştırmış içeriyi gözetlerken, bir öğretmen geliyor ve bizi içeri davet ediyor. Kendimizi şanslı addediyoruz çünkü Thimi’de bir okul içini ders varken ziyaret etmek herkese nasip olmaz.. İlkokul birinci sınıfta öğrenciler en bıcırık halleriyle yerlerde oturmuş, alçak sıralar üzerinde kimi uyuyor- öğretmenin deyişiyle yemek sonrası kestiriyor-, kimi bağırıp çağırıyor, kimi de bizi süzüyor. Öğretmeni zor seçiyoruz, o da onların arasında adeta kaybolmuş, ama hiçbir şekilde ‘otorite’ sağlamaya çalışır gibi bir hali yok. İşte bu minikler, daha bu yaşta, kendilerinkinden çok farklı bir alfabede, Latin alfabesinde İngilizce öğreniyorlar, Nepal’in en fakir kentlerinden birinde!

Thimi’den uzaklaşırken içimizde tanık olduğumuz fakirliğin yol açtığı hüzün.

Bu yolun sonu Bhaktapur’a çıkıyor. Bhaktapur müze kent. ‘İnananlar kenti’.  Parayla giriliyor. İşte tam kentin girişinde hakiki musona yakalanıyoruz. Kentin girişindeki göl kıyısına konuşlanıyoruz… Musonun göle düşmesi, göldeki balıkların oynaşması, bizimle aynı çatı altında kıkırdaşan Nepalli kızlar…Burası sanki yazlık gibi… Thimi’nin ağırlığı kalkıyor üzerimizden yavaş yavaş..

Yine Durbar Meydanı. Shiva Guest House’a  yıkılıyoruz… Sonra tabii ki yine meydana bakan bir pub. Ve biz yine Gorkhalarımızı yudumluyoruz.. Ve tabii ki yine momo yiyoruz. Saatler sürüyor sohbet…Durbar Meydanının akşamüstü pazarını tepeden seyrediyoruz. İnsanların su kuyruklarına girişlerini. Budist rahiplerin akşam ayinlerini. Ne kadar şanslıyız başka bir kentte, diyelim ki Bhaktapur’da akşamın düşüşüne tanık olduğumuz için!

Gece saat 9. Her yer karanlık. Işıklar sönmüş. Garson bizi uyarıyor. Karanlıkta nasıl gideceksiniz diyor, kaldığınız otele şu soldaki yoldan gideceksiniz diyor, birazdan muson başlayacak diyor…Onu diyor, bunu diyor…!!! Sonunda anlaşılıyor ki, pub kapanacak…Evi epeyce uzakta… Aslında akşam 7de kapanıyormuş her yer!  Anlaşılan iki saattir hiç gıkını çıkarmadan bizim kalkmamızı bekliyormuş! Bize söyleyememiş! Onun nezaketi karşısında düşüncesizliğimize ver yansın edip, bolca bir miktar bahşiş bırakmaya çalışıyoruz.

Her yerin kapandığının, insanların evlerine çekildiğini fark ediyoruz  pubtan çıkınca…Ama biraz daha Budist rahipleri dinlemek istiyoruz … Bir duvar dibinde oturup kalıyoruz…Yine yanımıza ufacık, şirincik bir çocuk yanaşıyor. İsimlerimizi soruyor. Nereden geldiğimizi. Kaç yaşında olduğumuzu! Sonra kendisini anlatıyor… Annesiyle tek göz bir odada yaşıyormuş Babası yokmuş.Hristiyanmış. İlkokula gidiyormuş. Hem de bir devlet okuluna. Ama o ne akıcı İngilizce! Bizi evine davet ediyor, daha doğrusu odalarına. Dokunulamayanların bir üyesini rahatsız etmek istemiyoruz ama yine onu seviyoruz. Bize yarın görüşürüz diyor.

16 Temmuz 2007

Bhaktapur’a adeta alışveriş etmeye gelmişiz. Dünyanın en güzel kolyeleri, sokaklarda bizim peşimizde. Çömlekleri…Bir şeyler aldığımızı gören Bhaktapur’un tüm satıcıları ve biz şeklinde geziyoruz bu müze kenti.

Bhaktapur’da yine ayakkabıcı arıyorum, bu kez botlarımın altı açıldığı için.  Bir sokak ayakkabıcısı  paslı çivileri çakıyor botlarıma… Sinir krizi geçiriyorum…Bağırıp çağırıyorum ama hiç cevap bile vermiyor… Sessizce işini yapmaya devam ediyor. Tetanoz aşım da yok diye ikinci bir kriz geçiriyorum. Bereket beni anlamıyor…Botlarımı giyiyorum. Müthiş sağlam….! Utanıyorum…

Akşam Katmandu’ya dönüyoruz… Özlemişiz…

17 Temmuz 2007

Artık biraz soluklanmak istiyoruz. Koşturmacayla geçmesin günler. Hani biz buraya zamanı yavaşlatmaya gelmiştik?

Yolda Scott’un ev sahibini görüyoruz. Bizi ‘hemen bu akşam’ yemeğe çağırıyor. Gözlerinin içi gülüyor… Bizim daha fazla gülüyor. Anında  kabul ediyoruz. Gerçek bir Nepalli evi göreceğimiz için çok mutluyuz. Heyecanla gidiyoruz akşam.. 50li yaşlarda bir Fransızı da davet etmiş. 70li yıllarda Katmandu’ya takılmış bir Fransız. Şimdi kızıyla gelmiş tekrar buralara. Tibet’e yolculuk varmış Katmandu’dan sonra.

Ev sahibinin hanımı oldukça güler yüzlü. Belli ki alışık kocasının 70li yıllardan beri sokaklarda tanıştığı turistleri eve yemeğe çağırmasına. Hiç sızlanmadan hizmet ediyor. Sofraya oturmuyor fakat bizimle.Bir yer sofrasına bağdaşlanıyoruz.  Yemekler muhteşem. İlk kez rakshi tadıyoruz. Kuvvetli bir pirinç rakısı.  Hanım, kendisi yapmış hem de! Scott’tan duyduğumuza göre çok iyiymiş bu konuda ve mahzenlerinde 10 yıllık rakshileri filan varmış!

Yine dışarıdan çiğ et kokuları geliyor. Ev Pig Alley de çünkü. Yani çoklukla dokunulamayanların ve kasapların yaşadığı bir bölge. Vakti zamanının hippi cenneti.

Duvarda ev sahibinin hippilik yıllarına ait bir fotoğrafını görüyoruz. Uzun saçlı. Pek yakışıklı. Şimdiki haliyle ilgisi yok. (Kimin var ki?). Kaliteli bir fotoğraf.  Belli ki fotoğrafçı bir turist çekmiş. Birazdan başlıyor sigarasını sarmaya.

18 Temmuz 2007

Katmandu’da dinlenmece. Artık sokaklarda hiçbir satıcı bize sataşmıyor. Biraz oralı gibi mi olduk ne? Sabahki tembellik bize yetiyor bile. Akşamüstü Bouddhana’ya gidiyoruz. Burası daha çok Çin’in Tibet’i işgaliyle Nepal’e iltica eden Tibetlilerin ikamet alanı. Kadınlar özgün giysileriyle Bunda etrafında dönüyorlar. Bir yandan …döndürüyorlar. Arada bir birdenbire durup, kendilerini yere fırlatıyorlar, sonra yavaş yavaş, adeta yerde sürünerek kalkıyorlar ve yollarına devam ediyorlar. Bu böyle devam ediyor, defalarca tekrarlanıyor. Akşama doğru tapınağın girişinde bir halı üzerine adaklar toplanmaya başlıyor. Paket paket pirinçler, bisküviler, mangolar, muzlar….. Bir dolu yiyecek bırakılıyor. Daha sonra paket pirinçlerden bazıları açılıyor, halıya serpiştiriliyor. Kocaman bir tepecik oluşuyor tapınağın önünde. Daha sonra rahipler tayfası geliyor ve halının etrafında bağdaş kuruyorlar. İşte ayin başlıyor. Çevrelerinde bir dolu turist ve meraklı arasında chantlar söyleniyor. Ayinin sonunda adaklar rahipler arasında paylaştırılıyor. Heybeleri doluyor rahiplerin. Akşama şenlik var anlaşılan.

19 Temmuz 2007

Bikiş ile gidiyoruz yine Pokara’ya. Gözümüz yemedi lokal otobüslerle gitmeyi. Uzun bir yol.  Bikiş’e güvendik mi ne? Himalayanın eteklerinde inip çıkıyoruz. Bikiş inerken vitesi boşa alıyor ve benim aklım başımdan gidiyor! Araba en az yirmi yıllık! Maruti’ye benzer bir Maruti! Ancak, doğa bizi koruyor ve kolluyor! Pokara’ya vardığımızda Bikiş bize yer ayarlamış bile. Orada kalıyoruz. Kendisi de orada bir odada kalıyor. Sanki akraba oteli. Ya da anlaştığı bir yer en azından. Ama fiyatı muhteşem uygun. İki gece 8 dolar filan gibi!

Sıcaktan ve  nemden bunalıyoruz! Kendimizi göl kenarında  Newari restorana atıyoruz. Mel mel göle bakıyoruz. Kwali çorba içiyoruz. İçerisinde kuru fasulye, kırmızı fasulye, siyah börülce, beyaz börülce, yeşil mercimek, sarı mercimek, kişniş, zencefil…. gibi şeyler var. Nam-ı diğer ‘binlerce mücevher’ çorbası.
İşte gece saat 10 ve en hakikisinden ve gerçeğinden musona tanık oluyoruz!  On dakika içerisinde sokakları diz boyu sel almış! Nasıl da yağıyor, hiç durmamacasına. Restoran sahibi dünyanın en büyük şemsiyesiyle bizi otele bırakıyor.

20 Temmuz 2007

Sıcaktan kendimizi oradan oraya atıyoruz… Phewa Tal’da bir sandal gezisi yapıyoruz önce. Öyle saatler süren trekking yapıp tapınaklara çıkmacayla filan işimiz olmaz bu sıcakta. Bir arabayla iki önemli tapınak bakıp, yine cam arkasından eski Pazar yeri gezip dönüyoruz. Kendimizi Newari restorana atıyoruz yine. Pek sevmiştik bir gün önce orayı.  Newari  restoranda zaman tıpkı Picasso’nun saati gibi havada asılı kalmış, sıcaktan eriyor! Biz yine mel mel göle bakıyoruz ve bu kez başka bir çorba deniyoruz.

Akşam hava biraz serinleyince, bu kez camı düşen gözlüklerimi tamir için kıpırdıyoruz. Dönüşte çok güzel bir çatı restorandan  güneş batışı izliyoruz. Tabii ki Gorkalarımızın eşliğinde yine. Mutluyuz.

Otele dönüşte bir lokal pub’a takılıyoruz. Tek turist biziz. Ne iyi. Biz Nepal birası Everest içiyoruz. Onlarsa Tuborg.

Pokara’da restoran isimleri çok hoş: ‘Don’t Pass Me By’ restoran, ‘Be Happy’ restoran, ‘Sweet Dreams’ restoran.

Bizse geceyi otelin karşısındaki ‘My Beautiful Restaurant’ ta noktalıyoruz. Yine muson başladı. Delicesine bastırdı.

Sabah biz otelden çıkarken burada konuşlanan tipler hala aynı yerlerinde oturuyorlar. Sanki zaman burada durmuş. İki İtalyan, bir İsveçli, bir Fransız. Takıla kalmışlar burada. Sigaralar sarılıyor ve muhabbet hayat üzerine. Fransız olan karısıyla iki kez evlenmiş boşanmış, şimdi burada yaşıyor, karısı ona bir miktar para yolluyor her ay. Parmalı İtalyan gözü beyaz cinsinden. Tatile gelmiş takılmış. İsveçli  4 yıl önce Hindistan’da geçirdiği kaza sırasında tanıdığı dünya tatlısı köpeğiyle yaşıyor. İçerideki odada restoran sahibi ya da sorumlusu kişinin ailesi yatak döşek.
Musonda sekerekten karşıdaki otelimize attığımızda kendimizi, geceyi kazasız belasız atlattığımız için yine mutluyuz.

21 Temmuz 2007

Tanrım, hiç durmayacak bu muson!

Eğer bugün Katmandu’ya dönemezsek yarın İstanbul uçağına binemeyeceğim!  Hemen ‘Ne işim var benim Pokara’da’ moduna geçiliyor. Aman bir panik, bir heyecan!

20 yıllık Maruti bu musonda nasıl çekecek o dağları? Yolda heyelan olmuşsa, yol kapalıysa geri dönmek var yine Pokara’ya! Dönememek de var aslında! Yolda iki üç gün bekleyenler olduğunu duymuşluğumuz ve okumuşluğumuz var hani!  Zor bulduğum dönüş biletini kullanamazsam bir daha hangi tarihe dönüş bulurum, Buda bilir!

Bikiş’in yüzüne bakıyorum. Endişeyle televizyon izliyor!  Nasıl diye sorunca da ‘NO GOOD’ diyor! İyice dağılıyorum! Bikiş’i ilk kez böyle gergin görüyorum. Onu daha da germek istemiyorum! Ama neredeyse yirmi yıllık bir  Maruti ile Himalaya eteklerinde  muson altı olmak fikri beni ürkütüyor!

Havaalanını arıyoruz. 11 uçağı kalkmamış, 14:00 te bir uçak daha varmış ama ‘No Promise’ bir uçakmış!

Evet, anlaşılan başka çıkar yolumuz  yok..Yallah Allah Buda deyip atlıyoruz arabaya.  Bikiş önce lastikçiye, uğruyor. Binbir yamalı iç lastiğe birer yama daha attırıyor, sonra da ön sol lastiğin şişirilmesini istiyor ama adam vaktim yok diyor….

Çıktık yola.  Yapacak hiçbir şey yok. Kaderimiz boynumuza dolanmış. Aklım yamalı  lastikte.

Pokara’dan çıkıncaya kadar akla kara. Yollar ıslak. Ancak belki de hafta sonu olduğu için fazla trafik yok. Bu da bir şey.

Yol alıyoruz. Hem de hiçbir yaramazlık olmuyor. Arabanın da bozulacağı filan yok! Bikiş bizi altı saat süren bir işkenceden ve bir kaç yürek hoplatan sollamalarından sonra sağ salim Katmandu’ya getiriyor. Sürpriz gibi bir şey!

Tibet Guest House da arabadan indiğimizde, dizlerimiz tutuk. Çöküyoruz bahçedeki koltuklara ve Gorkhalarımıza kavuşuyoruz.

Harika bir sürpriz: Naoko ve Scott bizi görmeye gelmişler. Bizi çok güzel bir  Thai restorana götürüyorlar. Şımarmamız için her neden var. Biz Pokara’dan başarıyla döndük, her şeyi yeriz modundayız!

Ve her şeyi yiyoruz!

Akşam Tibet Guest House’a dönüyoruz. Son Gorkhalarımızı dipliyoruz. Odalardan birinden tuhaf tuhaf bağıran bir kadın sesi duyuluyor. Aile içi şiddetin çok yüksek olduğu bir kent Katmandu. Aklımıza  hemen ‘şiddet gören kadın’ görüntüsü düşüyor. Ses giderek bir histeri krizine dönüşüyor, anlayamıyoruz ne olduğunu. UN görevlisi olduğunu tahmin ettiğimiz ve handiyse on gündür otelde kaldığının bildiğimiz bir erkek bize geliyor ve ‘duyuyor musunuz siz de?’ diye soruyor. ‘Bu aile içi şiddet. Buna son vermeliyiz. Burada böyle şeyler olmamalı. Hadi gidelim ve onu uyaralım!’ Hemen fırlıyoruz yerimizden. Zaten bilmem kaçıncı Gorkhaları dikmişiz. ‘Evet , biz aile içi şiddete karşıyız, ve kim yapıyorsa bunu, terk etmeli burayı!’ bir yandan bitişikteki otelin merdivenlerini tırmanıyoruz, bir yandan da bağırıyoruz: ‘Biz buraya bunları görmeye ya da duymaya gelmedik!’ Burada böyle şeyler  istemiyoruz!’ Aklı başında birkaç kişi bizi engellemeye çalışıyor. Gürültülerin oradan gelmediğini anlatmaya çalışıyor, yanlış bir iş yaptığımızı söylüyorlar ama nafile! Baskın basanındır şeklinde bir oda basılıyor amma ve lakin içeriden gençten yabancı bir çocukcağız çıkıyor! Yanlış adres!

Otelimize döndüğümüzde çalışanlardan biri olayı izah ediyor. Efendim, müşterilerden bir kadıncağız bacağını kaybetmiş. İlacını almadığı zaman böyle bağırıp çağırırmış. Arada bir de ayinimtrak sesler çıkarırmış. Kocası gelecek ve ilacını getirecekmiş. Şu an yalnız değilmiş. Merak etmiyelimmiş.Yanında birileri varmış!

Kendimi oldukça aptal bir  Batılı gibi hissediyorum. Bu  aptal halimle de elalemin işine karışmak daha da vahim bir durum yaratıyor!

22 Temmuz 2007

Son günüm. Akşam İstanbul yolcusuyum.

Pashupati’ye gidiyoruz. . Pashupatinath aslında Şiva. Hem Budistlerin hem de Hinduların ziyaretine açık. Sizi ilk önce hop hop zıp zıp maymunlar karşılıyor hemen. Aman ne de güzel emziriyorlar bebişlerini. Aman ne de sevecenler! Hiç de saldırgan değiller. Elinizde fındık fıstık görgüsüzce dolaşmadığınız sürece.

Yoğun bir yanık kokusu geliyor burnuma. Hemen o yöne doğru kayıyor ayaklarım. Merak had safhada. Kokunun tüm tahammül edilemezliğine rağmen karşı banklardan birine yerleşiyorum. Bagmati nehrinin diğer yakasında 2 kişi yakılıyor. Sanıyorum bir üçüncüsü de yakılmayı bekliyor. Hiçbir tören belirtisi yok. Günlük hayatın bir parçası bu sanki yakılmak. Hani akşam yemeği yersin ya. Ya da sabah gerinerek başlarsın yeni bir güne..Etrafta ağlayan, dövünen, ağıt yakan kimse yok.  Biraz tepeden bir müzik sesi geliyor. Genç bir kadın sesi yanık yanık şarkımsı bir şey söylüyor. İnsanlar toplanmış onu seyrediyorlar. Sanki bizim ölünün ardından okunan mevlitlere benziyor. Ama yine de ne ağlayan ne sızlayan görülüyor ortalıkta.

Çok dikkatli olmaya çalışıyoruz, çünkü kendi kültürümüzden o kadar farklı bir kültür ki, ve o kadar tanımadığımız bir kültür ki, yanlış bir şey yaparız diye çekiniyoruz. Uzaktan çekilmiş birkaç fotoğrafla yetinip, o anı, orada yaşamaya çalışıyoruz.

Ve o an kelimelerle anlatılamayacak kadar  derin. Bizi sürüklüyor, belki de Bagmati nehrinin derinliklerine.

Bikiş beni havaalanına bırakıyor Bagmati macerasından sonra. Ölüm sessizliğine bürünmüş halimle hem de.

Uçağa biniyorum ve bu dünyanın en tevekkül sahibi insanlarına içimden bir öpücük ve bin teşekkür yolluyorum.

Ben zamanı Katmandu’da da yavaşlatamadım. Sizi bilemem.

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ

OKUMA ÖNERİSİ