Muz(un) Cumhuriyeti: Uganda

Başar KURTBAYRAM – Minibüs asfaltın bittiği yere kadar gidiyor, sürücü toprak yolun hemen başındaki binayı gösterip “Gümrük” diyor. Ruanda-Uganda sınırındayım. Ruanda gümrük binasına giriyorum, içeride kimse yok. Dışarıya çıkıyorum. Binanın yanında sundurmanın altında sohbet eden gruba pasaportumu uzaktan gösteriyorum. İki kişi kalkıyor, ayaklarını sürüyerek arkamdan geliyorlar. Öğle keyiflerini bozmaya değecek bir şey aradıkları için olsa gerek, çıkış işlemlerimi uzattıkça uzatıyorlar. Pasaportun incelenmedik sayfası kalmıyor, ahret sorularına başlıyor. Soracak soruları kalmayınca yine baştan başlıyorlar. Bende onlarda aynı cevaplardan sıkılıyoruz, sonunda çıkış damgasını basıyorlar. Bitişik binadaki Uganda gümrüğüne giriyorum. İşlemleri hızla hallediyorlar, vizemi kapıda alıyorum. Artık Uganda’dayım. Sınıra en yakın kasaba 20

Başar KURTBAYRAM – Minibüs asfaltın bittiği yere kadar gidiyor, sürücü toprak yolun hemen başındaki binayı gösterip “Gümrük” diyor. Ruanda-Uganda sınırındayım. Ruanda gümrük binasına giriyorum, içeride kimse yok. Dışarıya çıkıyorum. Binanın yanında sundurmanın altında sohbet eden gruba pasaportumu uzaktan gösteriyorum.

İki kişi kalkıyor, ayaklarını sürüyerek arkamdan geliyorlar. Öğle keyiflerini bozmaya değecek bir şey aradıkları için olsa gerek, çıkış işlemlerimi uzattıkça uzatıyorlar. Pasaportun incelenmedik sayfası kalmıyor, ahret sorularına başlıyor. Soracak soruları kalmayınca yine baştan başlıyorlar. Bende onlarda aynı cevaplardan sıkılıyoruz, sonunda çıkış damgasını basıyorlar. Bitişik binadaki Uganda gümrüğüne giriyorum. İşlemleri hızla hallediyorlar, vizemi kapıda alıyorum. Artık Uganda’dayım.

Sınıra en yakın kasaba 20 kilometre mesafede. Gümrük sahasında, şoförleri ağacın altında uyuklayan iki dökük araba dışında, araç yok. Yanlarına gidip ücretlerini soruyorum. Birisi yerinden bile kalkmıyor, mayışmış. Diğerinin ilk söylediği fiyatın yarısına anlaşıyoruz. Ruanda’nın düzgün asfalt yolları arkamızda, Uganda’nın yamru yumru toprak yolları önümüzde yola çıkıyoruz. Amortisörleri ruhunu çoktan teslim etmiş olan arabada çukurlardan geçerken iki kez kafamı tavana vurduktan sonra koltuğa iyice gömülüyorum. Meğer şoförler demin sıcaktan değil bu yolda tavana kafa atmaktan mayışıyorlarmış. Yarım saatten biraz uzun bir sürede Kisoro şehrine varıyoruz. Kisoro, ana caddesinin üzerinde beş-altı küçük bakkal dükkanı dışında ilgi çekici bir özelliği olmayan bir sınır şehri.

Otobüs terminalinde sadece bir minibüs var. Günde sadece bir otobüs seferi varmış, onu da kaçırmışım. 14 kişilik oturma yeri olan arabaya 22 kişi binip yola çıkıyoruz. Kapıya yakın oturan herkesin kucağında başka bir yolcu daha oturuyor. Kimseden ne bir ses, ne bir itiraz. Yol gerçekten çok kötü. Birinin bu sırrı şoföre söylemesi şart çünkü hiç haberi yokmuş gibi. Çukurlarla dolu yolda otoyolda gibiymiş gibi sürüyor. Bu sadece bana ters geliyor, yine kimsede ses yok. Araba hoplayıp zıpladıkça kucaktakilerin kafası ilk önce tavana çarpıyor, oradan aldıkları hızla kucağına oturdukları insanların bacaklarını pastırmaya çeviriyorlar. Minibüs hızlandıkça tabanda, cam ve kapı kenarlarında daha önce gözükmeyen delikler ortaya çıkıyor araba toz doluyor. Arkamdaki cama uzanıp açıyorum. Önümdekinin kucağındaki adam geri dönüp bana bir şey demeden kapatıyor. Biraz sonra içerisi iyice toza bulanıyor. Kimsede yine ses yok. Camı açıyorum, bu sefer başkası bir şey demeden kapatıyor. İçerisi toz, ter, çürük meyve, lastik ve tezeğin dayanılmaz bir karışımı kokuyor. Kimseden ses yok. Ben de bir terslik mi var yoksa yanlışlıkla dilsizler okulu arabasına mi bindim? Açın camı toz çıksın, rahat rahat gidelim. Yine camı açmak için uzanıyorum. Yanımdaki şişman hanım bundan hoşlanmadığını bana doğru bütün azametiyle yaslanarak belli ediyor. Tamam, tamam. Açmayacağım camları tost olmaktansa boğularak ölürüm.

Büyükbaş hayvanların geniş gruplar halinde yayıldığı geniş otlakların arasındaki yollarda kurşun hızıyla yol alıyoruz. Göllerin kenarından, derelerin üstünden geçiyoruz. Oldukça dağlık, ağaçlı, sulak ve güzel manzaralı bir bölge. Bu bölge boşuna ‘Afrika’nın İsviçre’si’ unvanını almamış. Sıcaklığı, yolların durumunu ve yarı çıplak gezen Ugandalıları saymazsak gerçekten benziyor. Yolda bir yolcu binmek için el sallıyor. Şoför içeriye bakıp daha fazla kimseyi sıkıştıramayacağına kanaat getirdiğinden dolayı yeni yolcuyu mümkün olan tek yere; minibüsün tavanına alıyor. Artık çukurlara girdiğimizde tavana içeriden çarpan kafa seslerine bir de tavana yukarıdan çarpan sesler ekleniyor. Arabada hareket edecek en ufak bir alan yok. Ayaklarım karıncalanıyor. Üzerime çıkan hanımı korkusundan elimi dahi oynatmıyorum. Havasızlıktan midem bulanıyor. Hani kusacak olsam yere düşmez, diğer yolcularla aramdan su sızmıyor; öyle bir birlik beraberlik halindeyiz ki sormayın gitsin. Arabayı durdursam tüpten çıkan diş macunu hesabı aynı yere sıkışamam herhalde. Yapacak bir şey yok, ben de diğerlerine uyup susuyorum. Virajlar azalıp yol alçalmaya başlayınca yolun sağı solu muz ağaçlarıyla doluyor. Tepeler göz alabildiğine muz fidanı ile kaplı. Olduğundan çok uzun gelen üç saatin sonunda minibüs Kabale’ye varıyor. Kabale’den bir minibüse daha binip sekiz saat sonra başkent Kampala’ya varabilirim. Ya da sabahı bekleyip otobüsle gidebilirim. Bu yolculuk üstüne sabahı beklemeye karar veriyorum. En yakındaki otele yerleşip doğru banyoya dalıyorum. Minibüse giren tozdan her tarafım kiremit rengine donmuş. İç çamaşırlarım bile kiremit rengi. Yıkanacağım ama duşun borusu delinmiş ve çalışmıyor, sadece küvet var. Küvetinde tıkacı yok. Ee, nasıl yıkanacağım? Su şişesinin ağzını kesip maşrapa yapıyorum. Üzerimdeki ısrarcı toz benden ayrılmamakta ne kadar dirensene uzun bir banyo sonunda vedalaşıyoruz. Biraz dinlendikten sonra, Kampala otobüs biletimi terminalden alıyorum. Şirketteki görevli sabah altıda otelin önünden beni alacaklarını söylediğinde nedense güvenemiyorum.

Akşam yemeği için otelin altındaki lokantaya giriyorum. Kiremit rengi toza bulanmış yeşil örtülü masalardan birine oturuyorum. Yemekte seçim şansım yok bugün sadece tavuk kızartması var. Tavuğun yanında garnitür olarak kızarmış muz ve muz püresi de geliyor. Muz püresini yadırgasam da yemeğin hepsini yiyorum, acıkmışım.

Dünya’da 1200 kadar farklı cins muz var. Bunların yaklaşık 120 kadarı Uganda’da yetiştiriliyor. Yılda tam 1.5 milyon hektar alanda 11 milyon ton muz yetiştiriliyor. Hindistan’dan sonra muz yetiştiriciliğinde dünya ikincisi Uganda. Ugandalıların hayatında muzun çok önemli bir yeri var.Yılda kişi başına 250 kilo muz tüketiyorlar! Muz binbir şekilde hayatın her yerinde karşınıza çıkıyor; püre oluyor; kızartma oluyor; ekmek oluyor; bira olup insanları neşelendiriyor; yaprakları sepet olup taşımada kullanılıyor; ev çatısı oluyor yağmurdan güneşten koruyor; kuruyan bitkiler çit oluyor; hayvanlara yem oluyor; bazı türleri ilaçlarda kullanılıyor. Uganda bu anlamda tam bir muz cumhuriyeti. Bu cumhuriyette yaşayanlar için muz hayat demek. Küçük bir muz bahçesinden bütün bir aileyi besleyebilecek kadar ürün rahatça çıkıyor. Üstelik Uganda iklimine uygun olan bu bitki fazla emek te istemiyor. Muz bahçesi olanların evlenme şansı olmayanlara göre daha yüksek; muz bir nevi sigorta.

Geceleyin tam dalmışken iki sarhoş otel koridorunda tartışıyorlar. Birazdan geçer diye beklerken adamlar yan oda komşum çıkıyor. Tartışma gece boyu aralıklarla sürüyor. Pek uyuyamıyorum. Sabah altıda otelin önündeyim, ama tahmin ettiğim gibi otobüs yok. Çaresiz terminale kadar yürüyorum, otobüsüm 1950’lerden kalma, üzerindeki yüzlerce vuruk ve pastan boyası zor seçilen, camları çatlak ve arka kapısını kancalı bir iple değiştirmiş olan bir Rus külüstürü. Sırt çantamı muavine veriyorum, o bagaja koyuyor. Otobüsteki koltuklar tahtadan. Bazılarının vidaları çıkmış ve yerlerinden zorla duruyorlar. Yine de dünkü minibüsün yanında son derece lüks.Saat 7’yi biraz gece otobüs hareket ediyor, otellere uğrayıp yolcuları alıyor. Beni otelden almaları gereken saatten 1.5 saat sonra benim otelin önüne de geliyorlar.

Otobüs sık sık durarak yolcu alıyor, indiriyor. Önümdeki yaşlıca bey inince onun yerini kucağında iki tavuğuyla şişman bir hanım alıyor. Tavuklar koltuğun arasından ikide bir tavuklara has telaşla başlarını uzatıp çekiyorlar. Yoldan aldıkları yolculardan biri üç keçisini bagaja yükleyince acaba çantamı bagaja vermese miydim diyorum. Ülkenin bu kesiminde beyaz birine rastlamak hergün olan bir şey değil herhalde. Yeni binen yolcular yanımdan şaşkınlıkla “Mzungu” (Beyaz adam) demeden geçmiyorlar. Koltuklar tahta olduğu için yoldaki tüm sarsıntıları doğrudan iletiyor. Sırtını koltuğa dayamak titreşimlerden dolayı rahatsız edici bir hal alıyor. Otobüs arada sırada yoldaki derin çukurlardan birine girip altını sürtüyor, o zaman otobüsün tüm camları yerinden fırlayacakmış gibi titriyor, yolcular her zamankinden fazla sallanıyor, koltuklar gıcırdıyor ve motor kızgınca hırlıyor . Bu velveleden sadece önümdeki iki tavuk zevk alıyormuş gibi. Hoplayıp zıpladıkça kafalarını daha ritmik bir şekilde sallıyorlar. Otobüs ihtiyaç molası için duruyor. Tuvalete girdiğimde şimdiye kadar gezdiğim yerlerden farklı ve ilginç bir tuvalet yorumu ile karşılaşıyorum. Bildiğimiz alafranga klozeti alaturka olarak monte etmişler. Nasıl mı? Klozeti betona gömmüşler. Tuvalet kabinine girince iki basamakla klozetin seviyesine çıkıyor, sonra çömelip işinizi alafranga klozette alaturka olarak görüyorsunuz. Gezimin sonraki kısmında içinde hiçbir delik olmayan tuvaletlere de rastladım. Deliksiz tuvaletler de siz işinizi kabinin tabanına yapıyorsunuz, arkanızdan biri gelip temizliyor. İnsan bu tuvaletleri tecrübe ettikten sonra ömür boyu kabız olmak arzusu ile doluyor.

Öğlene doğru otobüs dumandan göz gözü görmez bir bölgede yavaşlıyor. Şoför önünü görmediği için yavaşlıyoruz sanıyorum. Yanılmışım. Duman biraz açılınca yolun her iki yanında yüzlerce mangal ortaya çıkıyor. Mangal başında olan satıcılar otobüsü görünce delice bir koşturmayla bizi sarıyorlar. Ellerinde çöp şişler, kızarmış muzlar, mısır ekmekleri, kocaman keçi butları ve ne olduğunu anlayamadığım değişik yiyecekleri satmaya çalışıyorlar. Yolcular otobüsten inmek yerine camları açıp pazarlık yapıyorlar. Satıcılar mallarının iyi olduğunu bağırıyor, aralarında tartışıyor, en iyi yeri kapmak için itişiyor, pazarlık yapıyor, yolcular avazları çıktığı kadar bağırarak yiyecekleri ısmarlıyorlar, yoldan gecen sabırsız diğer araçlar korna çalıyor ve bu arada biz yavaşça hareket etmeyi sürdürüyoruz. Tam bir karmaşa. Her zaman karşılaşmadığım bu manzara çok renkli ve eğlenceli. Neden sonra otobüs sığabileceği kadar bir park yeri buluyor ve duruyoruz. Yolcuların çoğu yiyecek alışverişini zaten bitirmiş durumda. Yiyecek tamam, ama içecek? İçecek satıcısı iki kasa içecekle otobüse biniyor. Hareket ediyoruz. Satıcı koltukların arasında kasaları ite ite satış yapıyor. Otobüsün en arkasına vardığında oturuyor. Biraz sonra içilen şişeleri topluyor ve otobüsten iniyor. Öğle yemeğini yolda mola vermeden böylece hallediyorum. Ehh, başkent Kampala’ya oldukça yaklaştık. Burada biraz ara verelim, Uganda gezimin devamını gelecek yazıda aktaracağım.

Başkent Kampala’ya yaklaştıkça köyler sıklaşıyor. Hemen her köyde bir bar ve otel var. Ama bunların adları dışında bizim anladığımız bar ve otelle ilgisi yok. Bar dedikleri sadece bira ve Waragi denilen Uganda içkisinden satan dükkancıklar. Genelde bir buzdolabı ve dışarıda birkaç masadan oluşuyorlar.

Oteller ise yol kenarındaki evlerine birkaç oda ekleyip kiralayan küçük pansiyonlar. Otellerin adları sahiplerinin hayal güçlerini de yansıtıyor; yol üstünde dört tane Sheraton, iki tane Hilton saydim.

Kampala’ya az kala ekvatora yaklaşıyoruz. Tam ekvatorda yol kenarında güney yarımküreden kuzeye geçişi simgeleyen basit beton bir anıt yapmışlar. Anıtın etrafında da müşteri bekleyen birkaç hediyelik eşya kulübesi var, o kadar. Öğleden sonra Kampala otobüs terminaline yaklaşıyoruz, trafik çok kötü. Yolda giderken bu kadar sıcak olduğunu farkına varmamıştım, trafikte durunca cehennemi sıcak aracı teslim alıyor. Ne de olsa ekvatora 30 kilometre mesafedeyiz.

Şehrin ticari bölgesinde pazarlara yakın bir otele yerleşiyorum. Sonra yürüyerek Kampala turuna çıkıyorum; kalabalık, canlı caddeler, sıkışık bir trafik, küçük binlerce dükkan, Çin malları satan bir işportacı ordusu, sebze meyve halinde değişik yüzler, ürünler, peşimden koşan çocuklar, adım başı internet kafelerin sıralandığı caddeler. Kampala’da diğer Afrika şehirlerine göre daha temiz , düzenli ve oldukça güvenli . Milton Obote ve Idi Amin zamanlarında mahvolan ve iç savaşa sürüklenen ülkeyi eski gerilla lideri Museveni toparlamış. Museveni, 1986’dan beri ülkeyi yönetiyor ve seviliyor, ama söz verdiği halde çok partili demokrasiye bir türlü geçmiyor. Kendi deyimiyle “tek partiye dayalı açık ve serbest seçimli bir demokrasi” uyguluyor. Uganda’ya mali yardim yapan devletler çok partili demokrasiye geçilmemesinden hoşnut değiller. Ülkenin bütçesinin yarısından fazlasının yabancı hibe yardım olduğu düşünülürse Museveni’nin iktidarda daha uzun süre kalması ülke ekonomisi için iyi görünmüyor.

Akşama otele geri dönüyorum. Odamın garip bir tasarımı var. Üç penceresinden büyük olan ikisi koridora, küçük olan biri dışarıya bakıyor. Bu küçük pencereden baktığımda şehrin uçsuz bucaksız minibüs terminalini görüyorum. Binden fazla minibüs durakta müşteri bekliyor ya da hareket halinde. Tabii gürültü bayağı fazla. Resepsiyona gece minibüslerin gürültüsünden rahatsız olunuyor mu diye soruyorum. Cevap; akşam minibüsler yola çıkmaz onun için minibüs gürültüsü hiç olmaz. Görevlinin küçük bir iki gerçeği atladığını yatınca farkına varıyorum. Birincisi , akşama doğru trafik yavaşlıyor doğru ama otelin çevresi gece açık hava barı haline geliyor. İkincisi ise pazara gece boyunca kamyonlarla mal gelmeye devam ediyor. Ama hakkını vereyim resepsiyondaki görevlinin dediği gibi hiç minibüs gürültüsü duymuyorum, onlar herhalde sarhoş muhabbetleri ve kamyon dizelleri arasında kayboluyor. Uyumak için çok uğraşıyorum.

Sabahleyin Kampala’nın yakınındaki Entebbe şehrine geçiyorum. Hafızanızı biraz zorlarsanız siz de bu ismi hatırlayacaksınız. Entebbe, Viktorya gölü kıyısında küçük bir şehir. Toptan muz ticaretinin yapıldığı bir pazarının dışında bakımsız bir botanik bahçesi var. İngilizlerden kalma bu botanik bahçesinde 1930’larda Tarzan filmleri çekilmiş. İngilizler Uganda’yı idare ederken Entebbe’yi başkent seçmişler. Şimdiye kadar anlattıklarım Entebbe”yi hatırlamak için yeterli sebep degil. Temmuz 1976’da burada yaşanan rehine kurtarma operasyonu Entebbe ismini dünya hafızasına kazımış. İsrail’deki Filistinli mahkumların serbest bırakılmasını isteyen bir grup Atina-Paris seferinin yapan bir Fransız havayolları uçağını kaçırarak Entebbe’ye indirirler. Uçakta bulunan İsrail pasaportluları rehin tutarak diğer yolcuları serbest bırakırlar. O sırada Uganda’nın başında olan Idi Amin havaalanına gelerek hava korsanlarını destekleyen bir konuşma yapar. Korsanlar, Filistinli mahkumlar bırakılmazsa ertesi gün uçağı yolcularla beraber havaya uçuracaklarını bildirirler. O gece İsrail’den havalanan üç nakliye uçağı havalananına baskın yapar, tüm hava korsanlarını ve onları koruyan Ugandalı askerleri öldürüp rehineleri uçaklara bindirip kaçırırlar. Bu cesaret gerektiren operasyon halen hatırlanıyor. Akşam Entebbe’den dönünce Kampala’da biraz daha dolaşıyorum. Nil nehrinin kaynağını görmek için yarın Jinja şehrine gitmeye karar veriyorum. Hem belki orada uyuyabilirim, bu gürültü de çok zor.

Jinja’da minibüs durağında etrafımı boda-boda denen bisiklet taksiler sarıyor. Hepside otelin çok uzakta olduğunu yürümenin uzun zaman alacağını söylüyorlar. Aralarından sıyrılıp oradaki bir araba sahibiyle beni otele götürmesi için on dolara pazarlık ediyorum. Anlaşma sağlanınca adamın ağzı kulaklarına varıyor. Arabayı çalıştırması ile durdurması bir oluyor. Otel ancak 500 metre ileride. Fiyatta anlaşmışız bir kere, homurdanarak ödüyorum. Odama çıkıp biran önce duş almak istiyorum. Tısssss. Sular kesik. Yav, burası Nil nehrinin, hani şu geniş,uzun Nil nehrinin kaynağı . Nasıl su olmaz? Yok işte. Otel sahibi su basıncının sadece akşamları yeterli olduğunu söylüyor. Afrika’nın kaynaklarını nasıl kullandığını gösteren bir başka örnek. Yazık.

Jinja, bölgenin ticaret merkezlerinden. Idi Amin zamanında Asyalı tacirlerin malları devletleştirilip Asyalıların tümü sınırdışı edilmişler. Gidenlerin yerine işletmecilik yapacak Ugandalı olmadığı için Asyalılardan kalan her yer çürümüş ve terkedilmiş. Museveni başa geçince ilk iş olarak Asyalılara mallarını geri vermiş. Ticaret biraz toparlanmış. Bugün Jinja’da neredeyse tüm dükkan sahipleri Hint kökenli. Caddeden geçenleri seyredince insan kendini bir oyunun içinde zannediyor. Hintliler ve Ugandalılar anlaşmışlar; tüm Ugandalılar müşteri olacak, tüm Hintliler de satıcı istisna yok. Lokantanın birine girip Hint yemeği ısmarlıyorum. Maksat oyuna ayak uydurmak.

Yemekten sonra dört kilometre uzaklıktaki kaynağa gitmek için boda-boda’ya biniyorum. Nil’in kaynağı Nasreddin hocanın türbesi gibi her tarafı açık ama giriş ücretli. Çok düşük olan giriş ücretini verip kaynağa yöneliyorum. Kıyıdan aşağıya inerken ilk karşıma çıkan bir yazıt; burayı ilk gören Avrupalı John Speke için dikilmiş. Yazıtın yakınında Mahatma Gandhi’nin bir büstü var. Peki de Gandhi’nin, Uganda ile ne işi var? Gandhi öldükten sonra, bedeni yakılmış ve külleri dünyanın seçilen yerlerine savrulmuş. Nil’in kaynağı da bunlardan biri. Aşağıya Nil’in kaynağına doğru heyecanla inmeye devam ediyorum. Kıyıya varıyorum ama görüntü beklediğim kadar etkileyici değil. Nil’den gücüne ve endamına uyan güçlü, gürleyen, kuvvetli, gürültücü,köpüklü bir kaynak beklerdim. Oysa, nehrin kaynağı Viktorya gölünün altında olduğu için, suyun çıktığı yerde dışarıdan sadece küçük bir girdap gözüküyor. Bulunduğum noktanın sağ tarafı Viktorya gölü, sol tarafı ise Nil nehri. Burada gördüğüm su tanecikleri dört ay boyunca 6700 km yol kat edecek , çoğunlukla çöllerden geçerek ve etrafına hayat vererek, Akdeniz’e akacaklar. Yazıtın aşağısındaki çay bahçesinde uzunca bir süre oturuyorum. Bahçeden kalkıp Jinja’ya geri yürümeye başlıyorum. Beni getiren boda-bodacı beklemiş, merkezdeki Source of the Nile Cafe’de beni bırakıyor. Burası Jinja’ya gelen gezginlerin buluşma mekanı. Biraz kitap okuyup yoldan geçenleri seyrediyorum. Kafede iki seneden beri dünyayı dolaşan iki Japon’la tanışıyorum. ” İki sene boyunca dolaşmak nasıl bir şey? ” diye soruyorum. Biri ” İşimden çok sıkılmıştım, ancak rahatlıyorum” diyor. Diğeri ” Dolaşırken anlaşılmıyor, eve döneyim belki o zaman anlarım” diyor. Birden yoldan geçen geleneksel kıyafetli birini görüyorlar, video kameralarını kapıp uzaklaşıyorlar.

Akşam otele döndüğümde beni kötü bir sürpriz bekliyor. Otelin bahçesi civarın en hareketli barı haline gelmiş. Müzik, insanlar, gürültü. Üstelik odamda cam yerine sadece sinek teli olduğu için her ses içeride. Yahu, bu kadar gürültülü yeri ard arda arasam ancak bulurum. Aramıyorum ki. Aghh, Uganda’da bana uyku yok. Yarın Tanzanya’ya doğru yola çıkacağım. Belki bir umut orada uyurum. Sizinle orada buluşuruz. Ben kafamı yastığın altına gömüyorum, ya boğulurum ya da uyurum. Aggghhhh!…

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Önceki Yazı

Çölün ortasında bir vaha: Abu Dhabi

Sonraki Yazı

Körfez’in Venedik’i: Dubai

OKUMA ÖNERİSİ