Tüm Avusturya’ya Mozart’ın kokusu sinse de Salzburg’un ayrı bir yeri var. Ne de olsa Mozart’ın doğduğu kent burası. Müzeye dönüştürülen yaşama “merhaba” dediği ev, dünyanın çeşitli yerlerinden gelenlerle her zaman dolum taşım.
Tren istasyonunu merkeze bağlayan yol, gelip Salzach ırmağına dayanıyor. Karşıya geçebilmek için sıra sıra köprüler var, ama biri hepsinden çok daha kalabalık. Onca yoldan gelip Mozart’ın adını taşıyan köprüden geçmemek olur mu? Köprüyü geçtikten sonra bu kez Mozart caddesi. Artık kendinizi salıyorsunuz. Kalabalık nasıl olsa sizi sürükleyip götürüyor, oraya.
Küçücük meydanda kafeler tıklım tıklım. Hemen karşıdaki sarı binanın önünde klasik müziğin “dahi çocuğu”nun yaşama gözlerini açtığı evi görebilmek için sabırsızlıkla bekleşenler. Bütün mağazaların, dükkânların, kafelerin vitrinlerinden binlerce Mozart bizi izliyor. Köşe başlarını paylaşmış müzisyenler, Mozart’ı kulaklarımıza taşıyor.
Adam başı 5.5 Euro verip 1756 yılının 27 Ocak gününde heyecanla ikinci çocuğunu bekleyen Salzburg Başpiskoposluk Sarayı Müzisyeni Leopold Mozart’ın evine konuk oluyoruz. Geniş salonda tüm aile sanki bizi bekliyor. Anne Maria Pertl, baba Leopold, abla Nannerl.
Bir köşeye yatağını koymuşlar Wolfgang Amadeus Mozart’ın. Yatağın hemen altında tuvaletini yaptığı lazımlık. O meşhur sarı peruğu, siyah şapkası. Bir üst katta kemanları, piyanoları. Dokunmak kesinlikle yasak. Konservatuarın piyano bölümünde okuyan kızım, Mozart’ın parmaklarının gezindiği tuşlara çaktırmadan dokunuyor. Fotoğraf çekmek de kesinlikle yasak. “Bir kare bile çekerseniz buradan çıkamazsınız.” diye uyarıyor görevliler.
Evin büyükçe bir katı “Mozart damgası” yemiş çeşit çeşit hediyelik eşyanın satıldığı mağazaya dönüştürülmüş. Çekemediğimiz karelerin hepsi burada hazır bizi bekliyor. Bize çektirmedikleri fotoğrafları birer Euro karşılığında alıyoruz. Mağaza ana baba günü; insan ne alacağını şaşırıyor.
Yalnız doğduğu evde değil, bütün mağazaların, dükkânların, kafelerin vitrinlerinden Mozart bizi tebessümle izliyor. Bu kentte hiçbir şey Mozart damgası olmadan alınıp satılamıyor. Çikolatalar, bardaklar, vazolar, kalemler, parfümler, likörler, şaraplar, kravatlar, eşarplar… Saymakla bitecek gibi değil. Her yer kırmızı ve her yer Mozart.
Mozart’ın evinin hemen karşısındaki kafede soluklanırken, 5 Aralık 1791’in o soğuk kış gününün Viyana’sına, 35 yaşının o son yoksulluk ve çaresizlik gününe, aramızdan erkencecik çekip gittiği güne daldık. Hava kötü, fırtınadan göz gözü görmüyor. Ortada kimsecikler yok. Mezarlık görevlileri onu fakirler, kimsesizler mezarlığında huzura kavuşturuyorlar. Bugün onu yere göğe sığdıramayanlar nerede yattığını bilmiyorlar. O kadar araştırdılar, nerede yattığını bulamadılar. Viyana Merkez Mezarlığı’nda sembolik bir mezar yaptırmışlar. Mezar taşına dirseğini dayamış “mahzun çocuk” tasvirinin de yer aldığı “sembolik mezar”ını çiçeklerle bezemişler.
Son yıllarında yoksulluktan kıvrım kıvrım kıvranan, yakın dostlarına biraz borç vermeleri için “Bana yardım eder miydiniz? Oh, lütfen ediniz…” diye neredeyse yalvaran mektuplar yazmak zorunda kalan; o fırtınalı kış öğleden sonrasında soğuk bedenini toprağa verecek kimsecikleri bulunmayan kişiyle, bugün neredeyse her şeye damgasını vuran, doğduğu ve süründüğü kentleri ihya eden aynı kişi miydi?
Bugünleri görebilseydi şaşırmaz mıydı Wolfgang Amadeus Mozart?