Çiğdem Ülker – Hasan Âli Yücel, 1956’da yayımladığı “Londra Mektupları”nda (1) sadece kenti değil neredeyse İngiltere’nin bütün sosyal hayatını yorumluyor. Ünlü Eğitim Bakanı 1930 ile 1955 arasındaki dört seyahatinde de İngiliz ruhunu anlamaya çalışıyor ve mektuplarına İngiliz Binbaşı Parker’ın şu sözleriyle başlıyor:
“Biz İngilizler, Yunanlıların hayat tarzıyla Roma imparatorluğunun hakiki mirasçılarıyız.” Yücel, yirmi ayrı makalede İngilizlerin espri anlayışından, din kavramına, Hyde Park’tan, İngiliz ailesine kadar pek çok konudaki yorumunu okuruyla paylaşıyor.
Hasan Âli Yücel, İngilizce’den Türkçeye çevrilmiş bazı eserlerin okunmasını da salık veriyor. Listesine Bedii Faik’in “Bir Garip Ada”sı ve Falih Rıfkı’nın “Taymis Kıyıları” adlı gezi kitaplarını da ekliyor.
Cengiz Çandar da “Benim Şehirlerim”de (2) Londra’yı, özlemle hatırlıyor ve sevgiyle yorumluyor.
Çandar’ın ebedi şehri Londra, ona hep “özel muamele” eden gençlik şehri ve ilk sevgilisi. Onun deyimiyle “Artık ‘Güneşin Batmadığı İmparatorluk’un yerinde yeller estiğinden ‘dünyanın merkezi’nde bulunmadığının idrakinde davranacak kadar vakur ve asil bir şehirdir. Bu yüzden şımarık değildir. Hiçbir vakit de olmamıştır. Eski gücünün Atlantik ötesine taşınmasını umursamamış gibi durmaktadır. Şımarık değildir ama süngüsünü de hiç düşürmemiştir. Global güç kendisinden naklolunca gocunmamış, yerinmemiş veya belli etmemiştir. Bilgece bir asalet ve vakarla işine bakmıştır.”
Çandar’da sonra, Virginia Woolf’u okuyorum. O, elbette bir gezgin değil şehrin ve İngilizce’nin yazarı. 1931- 1932 arasında Londra yaşamı üzerine yazdığı altı makalenin toplandığı, “Londra Manzaraları” (3) benim için kente giden yollardan biri oluyor.
Virginia Woolf bir Londralı. Kentte yürümeyi ve sokakları dolaşmayı seviyor. Bu kentin tarihine duyduğu hayranlığı ve “çağdaş Londra çekiciliğini” gözlemliyor ve yazıyor.
Sonra National Geographic’in rehber gezginler kitabını çantaya atıp yola koyuluyorum ve derhal anlıyorum ki…
Londra öyle beş on günde tanıyıp, içli dışlı olup da hakkında konuşulacak, ahkâm kesilecek kentlerden değil. Ne Paris gibi aşk kokusu var ortada ne Roma gibi ılık rüzgârlar. Havada gizli, tehlikeli ve çarpıcı bir elektrik. Çantam harita dolu olmasına rağmen yönümü kaybediyorum ve ezbere yürümeye başlıyorum. Binaların ve caddelerin bütün görkemine rağmen kentin asıl ruhunun bu duvarların çok gerisinde durduğunu ve ölmemekte direnen üstelik her çağda dipdiri kalabilen binlerce yaşındaki gençliğini hissediyorum. Ağır açılan ceviz kapıların, taş duvarların karanlığında ipek cibinlikler içinde saklandığını, korunan, kollanan sevilen bir kent olduğunu fısıldıyor Londra. Ama ilk üç gün pek de konuşmuyor ziyaretçileriyle. Soğuk, uzak, kibirli duruyor. Öyle ya bir imparatorluk başkenti burası; taçlı kentlerin önde duranı, pelerinini en yavaş sürüyeni, tahtını en yüksekte tutanı.
Kentin giriş noktasıdır ya Westminster; solda Big Ben o koca boyuyla hemen kesiyor yolunuzu. Sonsuzluğunu, zamansızlığını, kural koyuculuğunu hatırlatmak istercesine tepeden bakıyor, saatine bakanlara, fotoğrafını çekenlere. Karşı köşede Westminster Abbey Kilisesi. Yılların yorgunluğunun ve yaşlılık çizgilerinin estetik bir restorasyonla kapatılmasına izin vermiş ama bir damla boya sürülmemiş yüzüyle sessiz, ağır başlı ve çok yaşlı. 1065’ten beri kraliyetin taç giyme, düğün ve cenaze törenleri, kralların kraliçelerin yazarların mezarlarına ev sahipliği yapıyor bu katolik kilise.
Kilise, Parlamento ve zaman… Bu meydanda üçü yan yana duruyor.
Westminster Abbey dindir, Westminster House devlet ve bunların sonsuzluğunu dev çanıyla her saat başı duyuran zamandır Big Ben.
Bu üçlünün yüreklere saldığı korkuyu biraz hafifletmek ister gibi göz kırpıyor devasa dönme dolap. Tam karşıda Thames’in kıyısında Londralıların Big Eye’ı ya da London Eye’ı … Büyük Göz ; Londra’yı tepeden gözlüyor, adı da sanırım George Orwell’e bir gönderme.
Yirminci yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından Orwell’ın “1984” adlı romanındaki Big Brother da işte bu Big Eye gibi her şeyi bilen gören soyut bir göz değil midir. İngilizler, yazarlarının modern toplumun geleceğine ilişkin öngörüsüyle ve ünlü romandaki karabasanla biraz da dalga geçerek dönme dolaba bu metaforik adı vermişler: B i g E y e .
Zaten aradan su geçtiğinden mi bilinmez Thames’in bu yanı daha yumuşak başlı, daha alçak gönüllü ve elbette daha neşeli ve çocuksu sanki. İşte eski ve korkunç Londra Kalesinin tam karşısındaki City Hall … Cam siluetiyle alabildiğine şımarık neredeyse züppe bir bina. Londra’nın bir motosiklet kaskına benzeyen belediye binası. Yakınlardaki Tate Modern Müzesi zaten modern zamanların kalesi. Ama kentin güneyi kuşkusuz daha albenili, daha kibirli ve pek kurumlu. Belki de bu yüzden Londra gezginlerini mıknatıs gibi kendine çekiyor, Oksford Street, Regent Street, Baker Street ve Piccadilly.
White Hall’den yürüyüp Saint James parkının içinden geçiyorum. Sincaplar, göldeki ördekler, su kuşları bu kalabalık metropolün içinde bir orman sükunetinde yolumu kesiyor. Az ilerdeki Buchingam Sarayının kapısında koca kürk kalpaklarıyla saray muhafızları bu sabah da nöbet değiştiriyor. O kara kalpakların kürkü için her yıl kaç hayvan can verir bilinmez ama şimdilerde Londra’da kürk giyen bir kadına hemen hiç rastlanmıyor. Ve hem çok eski hem de modern ötesi bu kentin parklarında sincaplar ve geyikler pek mutlu görünüyor. Nitekim ertesi gün Stanseed hava alanına giden ana yolun kıyısındaki çayırlarda koyunların aheste aheste otladıklarını görüyorum. Türkiye’de artık neredeyse unutmaya başladığımız bir manzara.
Londra’nın kibri, kurumu Harrods’da, Harvey Nichols’da, zirve yapıyor ama Covent Garden’a doğru yavaş yavaş kırılmaya başlıyor. Dünya markaları ve göz kamaştıran vitrinler ucuz dükkânlara bırakıyor yerini. Soho’da Çin Mahallesinde tanıdık görüntüler sarıyor etrafı. Hediyelik dükkânlar, ucuz tezgâhlar, işportacılar. My Fair Lady’nin Elizabeth Dolittle’ının çalıştığı çiçekçi de burada, Shakespeare’in torunu sokak oyuncuları da. Ve işte bu cumartesi, Apple Market ,yılbaşı ve şükran günü hazırlığında ışıklar, şarkılar içinde bir sokak tiyatrosuna ev sahipliği yapıyor. İngilizler alkış gülüş içinde izliyorlar bu sokak oyuncularını. Bin bir çeşit çay satan butiklerde Earl’in Grey’inden Ahmad’a dek farklı aromalar ikram ediliyor.
Covent Garden, şehrin çocuk kalbinin attığı neşeli bir oyun parkı, ama bu cıvıltılı ortamdan uzaklaşıp müzelere gitmek istiyorum. İnsanlığın bilgisinin ve tarihin sırlarının saklandığı mekânlara, zamanın kapılarının açıldığı yerlere, müzelere yöneliyorum.
İşte British Museum… En az altı yüz yıldır dünyanın bütün zenginliklerinin toplanıp getirildiği ve üst üste yığıldığı bir tapınak sanki. Endonezya’dan getirilmiş dev bir totem girişte karşılıyor. Mısır Bölümü, Kahire Müzesine meydan okuyor, Anadolu Salonu bizim Anadolu Medeniyetleri Müzesi’yle boy ölçüşüyor. Geçen yüzyılda kendi topraklarından koparılıp buraya getirilmiş binlerce eser, burada tuhaf bir yalnızlığın içinde öylece duruyor. British Museum, bugünlerde ordusuyla birlikte gömülmüş Çin İmparatorunun mezarından çıkan binlerce seramik asker sergisine ev sahipliği yapıyor ama bu minik heykeller şanslılar elbet. 2007’nin son günlerindeki bu özel sergi yakında bitecek ve toprak askerler evlerine, Çin’e dönecek, Londra’da esir kalmayacaklar. Bütün bu biriktirme, saklama, istifleme tutkusunda sinir bozucu bir şey var. British Museum’un tıka basa dolu salonlarına daha fazla dayanamıyorum. Saatler Odası’ndan bakmadan geçiyorum; Anadolu’dan götürülen Elgin Mermerleri’ne uğramıyorum; o ünlü tarihi kütüphanede biraz duraklıyorum ve müze dükkânlarını çok sevmeme rağmen çöp bile almadan koşar adım çıkıyorum British Museum’dan; Oksford Street’in çılgın kalabalığına dalıyorum.
Kentin bu ünlü caddesi Virginia Woolf’ü de etkilemiş. 1932’de Good Housekeeping adlı dergide yayımladığı “Oksford Street” başlıklı makalesinde yana yakıla caddenin kalabalığını ve yoğun trafiğini anlatıyor. Yazarın 1941’de öldüğünü hatırlayınca “ya bir de bugünleri görseydi” diyorum ve Woolf’ün satırlarını tekrar okuyorum: “Kocaman bir kurdele gibi uzanan Oksford Caddesi’nin allı pullu, şatafatlı halinin kendine özgü bir büyüsü vardır. Cadde çakıl taşlarıyla dolu ve taşlarını sürekli olarak parlak bir akıntının yıkadığı bir ırmak yatağı gibidir. Her şey pırıl pırıl yanıp söner. İlkbaharın ilk günü, cıvıl cıvıl lale, menekşe ve nergiz katmanlarından oluşan fırfırlarla süslenmiş çiçek arabaları çıkar ortaya. Trafiğin güçlü akıntısına karşı, güçsüz, kırılgan tekneler gibi belli belirsiz ilerlemeye çalışırlar. Bir köşede eski püskü giysili büyücüler, büyülü bardaklara koydukları renkli kağıt parçalarını, pırıl pırıl renkli bitkilerden oluşan gür ormanlara dönüştürmektedirler.”
Doğrusu bugün ortalıkta ne çiçek kokusu var ne de parlak bir akıntı… İrkilten, tedirgin eden bir kalabalık omuz omuza deviniyor. Bu Londra kalabalığına dikkatle bakıyorum ama doğrusu; onları bizim şair-i azam Abdülhak Hâmid’in Finten’in önsözünde betimlediği İngiliz yüzlerine de pek benzetemiyorum. Hâmit’in 1914’de yazdığı satırlar şöyle: “İngiliz kavmi kibâr-ı akvamdandır. Her ferdinde garabetle karışık bir mümtaziyet bulunur. Tarz ve tavurlarında kibr ü azamete benzer bir hal vardır ki, edep ve hicaptan başka bir şey değildir. Ahlâk ve ülfet nokta-i nazarından bakınca İngilizler böyledir. Ahâd-i nasında bile adilik görülmez fakat diğer milletleri hakir görmek gibi bir yaratılışları vardır. Mesela -Bu zat pek mükemmeldir ne yazık ki İngiliz değildir… -Şu adam gayet zengin imiş teessüf olunur ki İngiliz doğmamış. –Bu kadın fevkalade güzel, lakin İngiliz değil…derler.”
Hava karardıkça Oksford Caddesi daha da hareketleniyor; Piccadily Circus, tam da kapitalizmin merkezine yaraşır ışık şelaleleriyle yıkanıyor, kalabalıklar kaldırımlara sığmıyor.
Ve işte Trafalgar Meydanı. Dönüp dolaşıp bütün yolların açıldığı meydan. Amiral Nelson’un heykeli meydanda, sevgilisi Leydi Emma Hamilton’un portresi hemen karşıdaki National Gallery’de hâlâ birbirine yakın duruyor. Resimler resimler, resimler… Chesterfield kanapeye yayılıp seyrediyorum. Benim favorilerim: Ingres’den Madame Moitessier’in portresi, (Kiril Temkov , bu tablonun bir kartpostalını göndermişti ve ben onun bir kadın yazar olduğunu düşünmüştüm, oysa ki tablonun altında zengin bir tüccarın karısı olduğu yazılı.) Van Gogh’tan Sunflowers, Leonardo’dan The Virgin of the Rocks, (Dan Brovn’ın kitabındaki şifrelerden biriydi, orijinalini görmek doğrusu hoşuma gitti.) Velazguez’den The Rokeby Venus ( Velazguez’le PradoMüzesinde tanışmıştım, hayranlığım artarak sürüyor.) / ve Canaletto’dan The Stonemaster’s Yard. (Caneletto’nun bu Venedik tabloları nefes kesici ayrıntılarıyla gerçek şaheserler.)
National Gallery’inin merdivenlerinde durup karşıya bakıyorum. Artık akşam ve işte Big Ben (Büyük Benjamin) bütün otoritesiyle orada dikiliyor ve yönümü tayinde yardımcı oluyor Öyle de ışıklandırılmış ki yıldızları kapatıyor Big Ben.
Yıldızları izlemek zaten kentin kuzeyindeki bir kasabanın işi. Greenwich ve oradaki Kraliyet Gözlem Evi. Rasathaneyi, Kral II. Charles, ta 1675’de kurdurmuş. Charles’ın bu işteki amacını açıklamayı kendi tebaasından bir düşünüre, Ralph Waldo Emerson’a bırakıyorum: “Gökbilimin en büyük yararı meyve gemilerinin yönlerini daha kolay bularak limonlarla şarapları Londra’daki manava daha çabuk getirmesini sağlamaktır.” Londra, elbette, kapitalizmin başkenti, ama Emerson bunu pek kibarca söylüyor.
Greenwich’in ünlü rasathanesi şimdi bir müze. İnsanoğlunun yıldızlara bakmakla başlayan ve uzaya yürüyen müthiş serüvenini anlatan bir müze. İşte Halley kuyruklu yıldızının isim babası olan astronomi bilgini Halley de burada;rasathanenin kurucusu ve ilk astronomu John Feamsteed de.
Kuyruklu yıldızı ilk gören, yörüngesini belirleyen ve 1682’de ona adını veren Edmond Halley yıldızının geri dönüşünü görememiş elbette, çünkü Halley kuyruklusu bir turunu 75- 76 yılda tamamlıyor. Halley bizde de iyi tanınan bir yıldız. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mizahi romanı “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç”taki “kuyruklu” bu Halley’dir işte. 1910’daki geçişi sırasında İstanbul konaklarında olup biteni, bizimkilerin kuyruklu yıldızla ilgili korkularını sevimli bir dille anlatır.
Elbette adı konmadan önce bu kuyruklu yıldız da yoktu diye düşünüyorum. Ancak insanoğlu, adını koyduktan ve bir şeyi dilsel olarak ifade ettikten sonra o şey var olabiliyor. Dilsel olarak ifade etmediğimiz, adını koymadığımız şeyler bir anlamda yoklar. Bu yüzden insanlık ulaşabildiği her yere önce diliyle ulaşıyor ve bu yüzden dilimizin sınırları hayatımızın sınırları oluyor. Edebiyat ise, bir dilin en üst derecesi ve en seçkin noktası. Edebiyatçılar da ait oldukları toplumun elbette yüz akları.
İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından biri; Joseph Conrad… 1.Dünya Savaşı öncesinde 1907’de Greenwich’e yapılan bir saldırıyı konu alan “Gizli Ajan” adlı romanı Türkçeye de çevrilmişti. Terörizm üzerine yazılan ilk roman kabul ediliyor.
Greenwich’teki ilk meridyenin tam üstünde durup kollarımı iki yana açıp ve Bütün dünyayı kucakladığımı düşünerek fotoğraf çektiriyorum. İlk meridyeni temsil eden madeni hattın üzerine dünyanın bazı kentlerinin buraya ne kadar uzakta olduğunu yazmışlar. İstanbul şu derece doğuda, New York şu kadar batıda, Kahire şu derecede… Sürüp gidiyor liste. Kendini ve ülkesini dünyanın merkezi sanmanın tipik bir işareti daha. Ama insan, yine de kızamıyor İngilizlerin bu ben merkezciliğine. Bilimi yapan; keşfinin de buluşunun da adını kendi diliyle koyuyor elbet. Bizim Nasrettin Hoca da bastonunu ayaklarının dibindeki toprağa vurup “Dünyanın merkezi işte tam burasıdır, inanmıyorsan ölç” demiş, ama ölçme işi, Greenwich’te yapılmış; bize sadece fıkralar kalmış.
İngiliz düşünür Emerson da, fıkra gibi bir başka anekdotla naklediyor bu İngiliz benmerkezciliğini : “Bir İngiliz bayan; Ren Irmağı üzerinde bir Alman’ın kendi gezgin grubundan yabancılar diye söz ettiğini işitince kızıp bağırmış ‘Hayır, biz yabancı değiliz; Biz İngiliz’iz, yabancı olan sizsiniz.”
Greenwich’teki rasathane, kentin kuzeyinde bir tepenin üstünde. Aşağıda Londra’nın ve nehrin kartpostal görüntüsü. Bu manzarada en dikkati çeken “The Gherkin” ( salatalık, hıyar) adındaki bina. Aslında adı 30 St Mary Axe, ama ona hafif bir külhanbeylikle Gherkin diyor Londralılar. Hani Temel İçgüdü filminde seksi Sharon Stone’un psikiyatrına geldiği bina, bir erkeklik organı biçiminde yükselen gri, siyah cam gökdelen. Dünyaya meydan okuyuşun İngilizce bir ifadesi daha. İster turşuluk hıyara, ister penise, isterse gökyüzüne yönelmiş bir mermiye benzesin The Gherkin öyle küstah, öyle şaşırtıcı ki gözlerini ondan alamıyor insan. The Gherkin tabii ki sudan yani Thames’ten biraz uzakta, kıyının içerlerinde yapılmış. Bütün sıra dışılığına ve kural tanımazlığına rağmen Thames’den uzak durmayı tercih ediyor. İki güç gösterisi yan yana durmuyor; belli ki birbirlerinden uzakta durmayı tercih ediyorlar.
Çünkü bu şehirde insan hemen öğreniyor ki her şeyin asıl sahibi Thames.
Belki de bu yüzden Thames’in doklarına bile kralların kraliçelerin adları verilmiş ve nehir kızıp taşarak şehri sular altında bırakmasın diye bariyerlerle dizginlenmiş.
Bridge Tover, (Kuleli Köprü), Thames’i öyle keskin kesiyor ki silueti Londra’nın en tanınan sembolü. “Tower Bridge’e yaklaştıkça kentin otoritesi kendini ortaya koymaya başlar. Yapılar daha bir sıklaşır ve daha bir üst üste yığılmaya, yükselmeye başlar. Gökyüzü daha ağır, daha mor bulutlarla yüklü görünür Kubbeler şişer, eskilikten beyazlaşmış kilise kubbeleri, fabrikaların bacalarına karışır. İnsan Londra kentinin gürlemesini ve yankısını duyar. İşte sonunda başların düştüğü o kalın, korkunç,, eski taştan yapılmış dairesel yapıya vardık; Londra Kalesi’nin ta kendisi.” diye yazıyor Virginia Woolf .
Talihsiz kraliçe Ann Boleyn’den Mary Stuart’a Cromwell’den ve Walter Raleght’e dek pek çok tarihi kişiliğin trajik idamlarına şahit olan Londra Kalesini sadece dışardan süzüp (bilet alma kuyruklarını göze alamıyorum) rıhtım boyunca yürüyorum. Ama Londra dönüşü bu Walter Raleght hakkında ne bulursam okuyorum, nette arıyorum. Geçenlerde vizyona giren “Elizabeth – Altın Çağ”da öyküsü anlatılan küstah denizci, Kraliçe’nin gözdesi, Amerika’da bulduğu topraklara hiç evlenmemiş kraliçenin onuruna Virginia adını koyan kaşif. Zaten Tudorlar, Tudor yapıları Tudor sevgilileri belli ki Londra’nın Big Ben kadar popüler turistik imajları. Viyana’nın Sisi’si gibi Londra’nın da Elizabeth’i, Ann Boleyn’i, Mary Stuard’ı var ve elbette Prenses Diana’sı… Başınızı nereye çevirseniz şu plaketle karşılaşıyorsunuz. “Prenses Diana’nın sevgili hatırasına…” O naif prensesin nazlı duruşu ve kırılan kalbi, belli ki etkilemiş bu güçlü imgeler kentini.
Westminster House da, gücünü nehrin gücüyle birleştiriyor. Nehrin kıyısındaki gotik İngiliz parlamentosu; tam da suyun kenarına sandalyelerini dizmiş, bütün o ciddiyetle tezat bir parlamento kafesi oluşturmuş.
Londra metrosu ise, nehri bile alt etmeye çalışan bir yer altı canavarı sanki. Yedi başlı bir ejderha gibi olmadık yerde başını çıkaran toprağı delik deşik eden, nehrin altından kayıp geçen bir Londra canavarı. Ne Kral Arthur başa çıkabilir onunla ne Robin Hood’un şövalyeleri. İngiltere’ye din değiştirten o gözü kara 8. Henry bile baş edememiş olmalı bu canavarla ki uğuldayarak geçiyor, kentin altını üstüne getiriyor. Hasan Ali Yücel ise, Londra Mektupları’nda yer altı şimendiferi dediği tube’den belli ki benim gibi ürkmemiş. “İngilizler umumiyetle utangaç ve mahçup insanlardır, edep ve haya İngiliz’in başlıca vasıflarındandır Bu hal, sokakta ve tube’de açıkça görülüyordu” diyor, İngiltere Mektupları’nda.
Doğrusu benim metro izlenimlerim ondan farklı:
Sabah metroda yanımda oturan sakallı, beyaz takkeli ve cüppeli bir adam elindeki Kuran’ı bir ezgiyle ve yüksek sesle okuyor. Karşıdaki kara derili genç adam, kanlı gözlerinde çok açık bir nefretle devamlı ona bakıyor. Sakallı, hiç farkında değil ama ciddi bir tehdit altında. Her an bıçaklar çekilebilir ve bir arbede çıkabilir burada, neyse ki vagon çok kalabalık ve tren durmadan dolup boşalıyor.
Akşam metroyla dönerken artık iyice tedirginim Henüz çok erken ama Londra’da gece başlıyor. Geleneksel publar dopdolu ve çok kalabalık ama metronun vagonları neredeyse boş ve uyuşturucu etkisinde karanlık yüzler, kendi kendine konuşan sarhoşlar, kötü bakışlar ödümü koparıyor.
Ramada Otel’in televizyonunda “Karın Deşen Jack” Londra sokaklarında dolaşıyor.
Otelin ışıklı salonuna iniyor, neşeli turist kalabalığına katılıyorum.
(1) İngiltere Mektupları, Hasan Âli Yücel, İş Bankası Yayınları, 1956
(2) Benim Şehirlerim, Cengiz Çandar, İz Yayınları, 1999
(3) Londra Manzaraları, Virginia Woolf, Alkım Yayınları, 2005
(4) Emerson Düşünüyor, Hüseyin İçen, Karşı Yayınları, 1993