Bir kenti neden seversiniz? Bence bir kenti ya kendi kentinize benzediği için ya da kendi ruhunuza benzediği için seversiniz. Lizbon’u ilk gördüğüm an ve orada yaşadığım her gün biraz daha fazla sevdim. Ben Lizbon’u hem ruhuma hem de kendi kentime – İstanbul’a benzediği için sevdim. Bu nedenle de Lizbon’u tek başına değil İstanbul’a benzeyen taraflarından anlatmaya karar verdim. Bir Lizbon’a bir İstanbul’a bakarak anlattıklarım, Avrupa kıtasının iki ucu arasında sürekli gidip gelmenize ve yorucu bir yolculuğa neden olabilir. Uyarırım…
İstanbul, yayıldığı alanın ve nüfusunun büyüklüğü, tarihi derinliği, sosyal dokusundaki çeşitlilik, coğrafi yapısı, konumu, renkleri, kokuları ve daha bir çok bakımdan aslında dünya metropolleri içinde apayrı yeri olan bir kent. Öyle kolay kolay başka bir kentle karşılaştıramazsınız İstanbul’u. Sorunları hep daha büyüktür İstanbul’un. Hep daha karmaşıktır. Daha kalabalıktır ve daha gürültülüdür. Daha pistir, orada yaşamak daha zordur. İnsanları daha güvenilmezdir. Ama İstanbul’dan vazgeçmesi de çok zordur, çünkü herşeye rağmen hep daha güzeldir. Bir kere severseniz İstanbul’u, terk etmeniz zordur. Siz O’nu bırakıp gitseniz de O gelir bulur sizi. Her yerde takip eder.
Lizbon’a İstanbul’dan kaçıp gitmiştim. Uzaklara gitmek, ben uçağa bindiğimde herşey arkamda küçülüp kaybolsun istemiştim. Kavafis, “Bu şehir arkandan gelecektir” dediğinde İstanbul’dan mı bahsediyordu bilmiyorum ama İstanbul peşimden Lizbon’a geldi.
Lizbon, Avrupa kara kıtasının Batı’daki en uç noktası. Karaların bitip denizlerin başladığı yer. Denizcilerin diğer ülkeleri keşif yolculuklarına başladığı, kocalarını, oğullarını bilinmeyen denizlere uğurlayan kadınların durup ufka baktıkları yer. Gri-mavi huzursuz okyanusun kıyısındaki dingin kent.
İstanbul ve Lizbon’un en temel benzerliği; Avrupa kıtasının doğudaki ve batıdaki en uç noktalarını tutmaları bence. İkisi de hem “başlangıç” hem “son”. Biri Batı’nın en batısı, diğeri Doğu’nun en batısı. Coğrafi konumları tarih içindeki ilişkilerini de etkilemiş. Çok fazla alışverişleri olmamış. Savaşmamışlar, barışmamışlar. Birbirlerini çok tanımamışlar da. Bu iki kent tarih içinde birbirinden kopuk yaşamış ve her anlamda uzak durmuş ama bir yandan da birbirine benzeyen mekanlar yaratmış.
Birbirine benzeyen mekanlardaki sanal gezimiz başlamadan önce gökyüzünden bahsetmek istiyorum. Çünkü dikkatimi çeken ilk şey gökyüzü olmuştu. Masmavi, çok net ve derinliği uzun süre bakarsanız sarhoşluk etkisi yaratan bir gökyüzü var Lizbon’un. Baharın ilk güneşli günlerinde Boğaz’ın kıyısında durup gökyüzüne baktığınızda da aynı sarhoş edici derinliği görürsünüz. Denizi olan başka kentler de gördüm. Kuzeyde de güneyde de. Bu mavi derinliği başka bir kentte görmedim.
Mavi gökyüzünün altındaki İstanbul’un yedi tepe üzerine kurulduğu şarkılardan şiirlere bir çok yerde karşımıza çıkar. Çoğunluk bu yedi tepenin hangileri olduğunu bilmez. İsminde “tepe” olan semtler olduğunu sanırlar. İstanbul’un tarihi yarımadasındadır bütün tepeler. Eski İstanbul’un tüm görkemli yapıları bu tepelere kurulmuştur. Ben sadece İstanbul ve Roma’nın yedi tepe üzerine kurulduğunu sanırdım. Lizbon da yedi tepe üzerine kurulmuş bir kent. Lizbon’un da bu önemli yedi tepesi üzerinde anıtsal yapılar yapılmış. Tüm heybetleri ile tepeden kente bakıyorlar.
Her hangi bir tepede durup Lizbon’a baktığınızda kenti ikiye ayıran nehri görürsünüz. Portekizliler, Tejo (Teju diye okunuyor) diyorlar, biz Tagus nehri diyoruz. Kent bu nehrin iki yakasına yayılmış. Lizbonlular da “karşı taraf, karşıda oturuyorum, karşıya geçiyorum” diyorlar, tıpkı İstanbullular gibi. İki yakayı birbirine bağlayan iki köprü var. İstanbul’da olduğu gibi üçüncü köprünün yapımı tartışılıyor. Köprülerden biri; 25 Abril Köprüsü, Boğaz Köprüsü’ne o denli benziyor ki, nehri, köprüyü ve karşıyı içine alan bir fotoğrafa baktığınızda İstanbul sanabilirsiniz. Üstelik bu fotoğrafa Kız Kulesi’nin kız kardeşi Belem Kulesi’ni de ekleyebilirsiniz.
Nehrin kıyısını bizim Boğaz kıyılarını kullandığımız kadar kullanmıyorlar. Aslında bunun nedenini çok anlamamıştım. Meydanlardaki açık cafeleri ve meydan kullanımının kültürlerindeki yerinden kaynaklanıyor sanırım. Ama yine de kıyılarda bizim çay bahçelerini andıran “Esplanada”ları var. Esplanada’lar özellikle bahar ve yaz akşamüstleri, iş çıkışları, pazar kahvaltıları ve okumak için çok hoş mekanlar.
Lizbon’un kıvrıla kıvrıla giden dar sokakları, çıkmaz sokakları, merdivenli sokakları, yürüyerek zor çıkılan dik yokuşları ve daracık sokakların sonunda hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıp sizi şaşırtan manzara noktaları da İstanbul’a çok benziyor. Daracık bir yokuştan tırmanıyorsunuz, bir anda neredeyse bütün şehri görebileceğiniz bir meydancıkla buluşuyorsunuz. Bu manzara noktaları da İstanbul’un girişimci köftecileri, çaycıları ve dürümcüleri gibi yerel yiyeceklerden tadabileceğiniz, gündüzleri çay ya da kahve, geceleri şarap ya da Porto içebileceğiniz mekanlarla donatılmış. Yani Lizbonlular da manzara izlerken yemek ve içmek ya da tam tersine yiyip içerken manzaraya bakmayı seviyorlar.
Bakınca şaşırtan bir başka benzerlik de Su Kemeri. Su Kemerinin altından geçtiğinizde Docas’a mı yoksa Aksaray’a mı gidiyorsunuz kafanız karışabilir. Bu Su Kemeri de, Kale, Belem Kulesi, Se Katedrali, Asansör, köprüler gibi kentin imajını oluşturan sembollerinden biri.
Lizbon’un sembollerinden biri de; dar sokaklardaki karşılıklı binalar arasında ya da pencereden pencereye gerilen iplerdeki çamaşırlar. Kendinizi evde hissetmenizi sağlayan bu çamaşırlar tıpkı İstanbul’daki gibi en çok Pazar günleri asılıyor. Başka ülkelerden gelenler sokağa taşan bu çamaşır sergisine şaşırıyor. Biz de neden şaşırıyorlar diye şaşırıyoruz.
Lizbon’la ilgili anlatacak bir dolu şey var. Bir sonraki yazıda Lizbon’daki yaşamı anlatırım belki. Buruk şarapların tadı, restoranlardaki balık kokusu, hafta sonlarını okyanus kıyısında geçirme ritüelleri, Fado müziği, Bairro Alto’da gece hayatı, Portekizliler’in insanın ruhuna huzur veren doğaları, Portekizce’nin sesi vs.
Ama siz bir kenti neden sevdiğinizi düşünün. Belki de ben yanılıyorumdur.
Dilek ERDEN