Deniz Alsaç Yıldırım – 25.09.08 / İstanbul-Madrid-Havana
Emre ve Hasan’la yıllardır hayal ettiğimiz Küba seyahatini gerçekleştirmek üzere, 25 Eylül 2008 sabahı, saat 05:00’da İstanbul Atatürk Havalimanı Iberia bankosu önünde tur ekibiyle buluşuyoruz. Aslında turla gitmeyi düşünmemiştik. Havana ile birlikte Trinidad’ı da görmek istiyorduk ve turların çoğu Trinidad’a ya günübirlik gidiyor ya da hiç gitmiyordu. Bununla birlikte İtalyanların kurduğu bir tatil kenti olan, Kübalıların yalnız çalışmak için girebildiği Varadero’da 3-4 gün konaklama yapılıyordu. Bu nedenle planımız uçağa atlayıp gitmek, 10 gün kadar ‘casa particular’ denen ev pansiyonlarında kalmaktı. Uçak bileti, vize işlemleri vs. araştırırken bir tanıdığımızın 30 kişilik bir Küba turu düzenlediği haberi geldi. 4 gün Havana, 3 gün Trinidad konaklamalı, Santa Clara ve Cienfuegos’u da görebileceğimiz bir seyahat olacaktı. Bir sürü detayla uğraşmaktan kurtulmuş olacağımız için turu tercih ettik. Pasaport kontrolünden sorunsuzca geçip, 07:00 uçağı ile 4 saatte Madrid’e varıyoruz. Madrid Havalimanı’nda 7 saat bekleyip sayısız bira içtikten sonra, Iberia Havayolları ile 9,5 saatlik, konforlu olmaktan çok uzak bir seyahat geçirip, yerel saatle 20:30’da sersem gibi iniyoruz Havana Jose Marti Havalimanı’na. Terminale girdiğimizde ilk algıladığımız şey, önümüzdeki bir hafta boyunca duyacağımız ve benim 2. günün sonunda ‘Puro alalım artık!’ diye tutturmama neden olacak Dünya’nın en güzel tütün kokusu oluyor. Jose Marti Havalimanı’nda tütün ürünleri içilebiliyor. Bazı kaynaklarda ülkenin her yerinde serbest olduğunu okumuştuk ancak daha sonra restoranlar başta olmak üzere birçok yerde yasak olduğunu gördük. Oldukça uzun süren bavul bekleyişi sırasında birer birer purolarını yakan Kübalıları, mini etekli, file çoraplı, topuklu ayakkabılı, oldukça seksi kadın polisleri ve bir o kadar sevimli cokker cinsi arama köpeklerini şaşkınlıkla izliyoruz, Küba’dayız!
Çeşitli uçaklara ait bavul bantlarından çıkan valizlerimizi toparlayıp elimizdeki euroların bir kısmını Küba’da turistlerin kullandığı para birimi olan convertible pesoya çevirdikten sonra Old Habana’nın merkezinde, Capitolio’ya birkaç bina uzaklıkta yer alan 4*lı Hotel Telegrafo’ya gitmek üzere tur otobüsünde yerlerimizi alıyoruz. Havana’nın kolonyal mimari örneği yapılarını izleyerek ve palmiyenin doğal ortamında ne kadar güzel bir ağaç olduğunu keşfederek otele doğru ilerlerken, rehberimizden local peso ve convertible peso hakkında detaylı bilgi ediniyoruz (1). Otele giriş işlemleri yapılırken lobi barda, canlı müzik eşliğinde ilk Cuba Libre’lerimizi içiyoruz (2). Oda anahtarlarımıza kavuşup Dünya’nın en yavaş çalışan asansörüyle bavulları odalara çıkardıktan sonra kendimizi Havana sokaklarına atıyoruz. Gece kulüpleri dışında çoğu yer gece 12’ye doğru kapandığından Old Havana’da biraz yürüyüp çevreyi keşfettikten sonra otelin barında birer Cuba Libre daha içip yatıyoruz.
26.09.08 / Havana
Havana’da ilk günümüz. Sabah erkenden otelin restoranına kahvaltıya iniyoruz (4). Küba kahvesi, peynir, yumurta ve tatlımsı ekmeklerden oluşan kahvaltının ardından ilk durağımız Devrim Müzesi oluyor. Müzenin önünde Fidel’in bizzat kullanmış olduğu tank sergileniyor. İçeride ise devrim yıllarına ait birçok belge ve fotoğraf bulunuyor. Müzenin arka tarafındaki binanın içinde Fidel, Che ve Raul’un da aralarında bulunduğu 82 devrimcinin, 25 Kasım 1956’da Meksika’nın Tuxon kentinden yola çıkıp, 2 Aralık 1956’da Küba’nın Granma (sonradan bu ismi almış) bölgesine geldikleri, aslında 12 kişilik olan Granma yatı, bahçesinde ise çatışmalarda kullanılan diğer araçlar sergileniyor. Binanın çevresindeki sokakların birinden Bacardi malikanesinin çatısı ve ailenin amblemi olan yarasa heykeli görünüyor (3).
Yürüyerek Plaza de Armas’a varıyoruz. Kitap, resim vs. tezgahları ve turistlerden bahşiş alabilmek için türlü şovlar yapan insanlarıyla oldukça renkli bir meydan burası. Yerel kıyafetleri ve ellerinde purolarıyla dolaşan Kübalı hanımlar turistlerle fotoğraf çektirmek için 1 peso talep ediyorlar. Benzer şekilde yanınıza gelip şarkı söyleyenler, ayaküstü karikatürünüzü çizip satmaya çalışanlar da var.
Plaza de Armas’ın ardından, Havana Club’ün tanıtıldığı Rom Müzesi’ne gidiyoruz. Müzenin çok hoş bir avlusu var. Burada canlı müzik yapan grubu dinleyip barda bizim için hazırlanan şeker kamışı suyu, portakal suyu ve Havana Club karışımı kokteyllerimizi içtikten sonra müzeyi dolaşıyoruz. Müze rehberi bize romun üretim sürecini ve rom çeşitlerini anlatıyor. Piyasada sıklıkla rastlanan 1 yıllık beyaz ve 3 yıllık sarı romun kokteyl yapımında kullanıldığını, 7 yıllık kahverengi romun ise sek olarak içildiğini öğreniyoruz. Çıkışta ikram edilen 7 yıllık Havana Club’ü denedikten sonra müzenin satış bölümünden birkaç şişe rom alıyoruz. Fiyatlar sonradan başka dükkanlarda gördüklerimizle hemen hemen aynıydı.
Rom Müzesi’nden çıktığımızda şiddetli bir yağmurun başlamış olduğunu görüyoruz. Gezi boyunca Havana’da birkaç kez yağmura yakalandık, diğer şehirlerde ise hiç denk gelmedik. Günün ilk canlı performansını izlemek ve Küba’da ilk mojitolarımızı (2) içmek üzere kendimizi Cafe Taberna’ya atıyoruz. Küba’da aklınıza gelebilecek her yerde ve günün her saatinde canlı müziğe rastlamak mümkün. Cafe Taberna’da bizi canlı müzik eşliğinde profesyonel olarak salsa yapan bir çift karşılıyor. Bir süre dans ettikten sonra izleyenleri dansa kaldırıyorlar.
Mojitolarımızı içtikten sonra öğle yemeği için Hemingway’in uzunca bir süre konaklayarak ‘Silahlara Veda’ ve ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’ adlı eserlerini yazdığı Hotel Ambos Mundos’un çatısındaki restorana gidiyoruz. Istakoz yiyip Küba’nın güzel birası Bucanero’yu deniyoruz (2,4). Otelden çıkar çıkmaz kırmızı t-shirt, pantolon ve beresi, uzun beyaz sakallarıyla çok renkli bir Kübalı, Bucanero kutularından yaptığı fotoğraf makinesiyle resmimizi çekiyor. Makinenin arkasındaki teli hareket ettirince ön tarafta objektif kapağı görevi gören kutu biranın üst kısmı açılıyor ve içinden bir gülen surat fırlıyor. ‘Sin Bateria’ (Bataryasız) diyerek herkesi güldürüyor ve 2’şer pesoya satıyor Bucanero makineleri bize.
Öğleden sonra tur otobüsüyle şehri geziyoruz, Devrim Meydanı’nda fotoğraf molası veriyoruz, Vedado ve Miramar bölgelerini görüp Malecon Avenue’den geçerek otele varıyoruz. Hızlıca duş alıp gece için hazırlanarak Havana sokaklarına dönüyoruz. Planımız akşam yemeğinden sonra yerel halkın toplanıp salsa yaptığı yerler olduğunu duyduğumuz Casa de la Musica’lardan birine gitmek. Centro Habana otele yakın olduğu için oradakini tercih ediyoruz. Kolaylıkla yürünebilecek bir mesafe olmasına karşın coco taksiyi denemek istiyoruz. Hindistan cevizine olan benzerliği nedeniyle coco olarak isimlendirilen bu taksiler (coconut-hindistan cevizi) genellikle 2 kişilik oluyor ancak bazılarına 3 kişi de binmek mümkün. Oldukça gürültülü ancak havadar ve keyifli bir yolculuktan sonra Centro Habana’daki Casa de la Musica de Galiono Street’e ulaşıyoruz. Dışardan bakınca pek iç açıcı görünmüyor, geceyi orada geçirmekten vazgeçerek Old Habana’ya doğru yürümeye başlıyoruz. Hava kararmasına rağmen sokak lambaları yanmıyor. Önceki gece de dikkatimizi çekmişti, tasarruf için olsa gerek. Karanlıkta İstanbul Tarlabaşı’nı andıran ara sokaklardan geçerken biraz tedirgin olsak da bir süre sonra kimsenin bizimle ilgilenmediğini fark ediyoruz. Evlerin açık kapı ve pencerelerinden içeriye göz atıyoruz. Hemen her evde benzer eşyalar bulunması ilgimizi çekiyor. Kübalıların en sevdiği mobilya olan sallanan sandalyeler, eski model televizyon ve radyolar, salonda duran bisikletler… Kapıların önünde gruplar halinde oturan, bira içen, domino oynayan insanlar, topaç çeviren çocuklar görüyoruz. Yürüdükçe çevredeki insanlardan bir zarar gelebileceği düşüncesini unutuyoruz, kendi ülkemizde olduğu gibi çantalarımıza sıkı sıkı sarılmayı bırakıyoruz.
Gezi boyunca bir şeyler satmak, sabun, kalem, t-shirt vs. istemek için yanımıza yaklaşan çok insan oldu ancak hiçbiri tedirgin edici bir davranışta bulunmadı. Gördüğümüz evlerin kapı ve pencereleri genellikle açıktı. Hırsızlık neredeyse yok Küba’da. Cinsel tabular olmadığından kadınlara karşı rahatsız edici davranışlar da söz konusu değil. Olsa bile her yerde seksi kıyafetleriyle salınan Habaneros’ların (Havana’lı kız) yanında şort ve spor ayakkabılarla dolaşan turist kadınlara kim bakar?
Akşam yemeği için Plaza de Armas’taki İtalyan restoranı La Dominica’yı tercih ediyoruz. Canlı müzik eşliğinde sunulan yemeklerden memnun kalıyoruz. Yemekten sonra Opispo Street’teki Cafe de Lluvio de Oro’ya giriyoruz ve Küba’da karşılaştığımız en hareketli grubun performansını hayranlıkla izliyoruz. Bir süre sonra yan masadaki Kübalıyla tanışıyoruz. Sohbet ilerledikçe isminin Peter olduğunu öğrendiğimiz bu çok sempatik Kübalı’nın kaçak puro, kokain ve kadın sattığını anlıyoruz! Ne iş yaptığı sorulduğunda ‘turist information’ diyor Peter Küba’da kaçak puro çok yaygın. Gün boyunca ‘puro lazım mı’ sorusuyla karşılaşıyorsunuz. Kokain, marihuana ve kadın teklif edenlere de sıklıkla rastlamak mümkün.
27.09.08 / Havana-Santa Clara-Trinidad
Sabah kahvaltısının ardından Hotel Telegrafo’dan çıkış yaparak Trinidad’a doğru yola koyuluyoruz. Programda Santa Clara’da mola vererek Che Guavera’nın anıt mezarına yapacağımız ziyaret var. Havana’dan ayrılmadan Morro Kalesi’nde fotoğraf molası veriyoruz. Morro Kalesi 1597 yılında şehri saldırılardan korumak için inşa edilmiş. Kaleden eski ve yeni Havana’yı panaromik olarak izlemek mümkün. Havana-Trinidad yolunda ilk durağımız çok keyifli bir mola yeri oluyor. Çeşitli yerlerine hayvan kafesleri ve havuzlar serpiştirilmiş kocaman bir bahçeden oluşuyor tesis. Dev su kaplumbağalarını ve iguanaları görüp yavru timsahla fotoğraf çektirdikten sonra tesisin barında, tabii ki canlı müzik eşliğinde birer pina colada (2) içiyoruz ve şeker kamışını sıkarak suyunu elde etmeyi öğreniyoruz.
Tesisin yasal puro dükkanından birkaç çeşit puro alıyoruz ancak fiyatlar konusunda henüz bir fikrimiz olmadığından temkinli davranıyoruz. Gezi boyunca uğradığımız her yerde yasal ve kaçak puro edinme imkanı vardı. Yasal olarak puro satan dükkanlarda fiyatlar çok farklı olabiliyor. Biz en uygun fiyatları Old Habana’da, Hemingway’in favori daiquiri barı La Floridita’nın bitişiğindeki dükkanda bulduk. Yolda rehberimiz Havana’ya döneceğimiz günün akşamında Rom Müzesi’nde Buena Vista Social Club konseri olduğunu, katılmak isteyenlere yemekli veya yemeksiz rezervasyon yaptırabileceğini duyuruyor. Kişi başı 30 peso olan yemeksiz rezervasyonu tercih ediyoruz.
İkinci molamızı Santa Clara girişinde bir tatil köyünde veriyoruz ve bol çeşitli açık büfe öğle yemeği için kişi başı 12 peso ödüyoruz. Yemekten sonra Che’nin anıt mezarını ve zırhlı tren baskınının yapıldığı istasyonu ziyaret edip üçüncü molamızı vereceğimiz Iznaga köyüne doğru yola koyuluyoruz. Iznaga, Trinidad yakınlarında, kolonizasyon döneminde kölelik sistemiyle şeker kamışı üretiminin yoğun olduğu Vale de Los Ingenios bölgesinde yer alan küçük ve rehberimizin deyimiyle ‘hüzünlü’ bir köy. Tur otobüsünün yaklaşmasıyla birlikte köylü kadınlar ellerinde örtüler, bezler, çeşitli bitki çekirdek ve kabuklarından yapılma kolyelerle etrafımızı sarıyorlar. Kolyelerin 10 tanesi sadece 1 peso! Benzer takıları Trinidad ve Havana’da da bulmak mümkün ancak fiyatlar 3 kolye 1 peso gibi artış gösteriyor. Takı alışverişinin ardından köylü kadınlar bize yanımızda sabun ya da şampuan olup olmadığını soruyorlar. Seyahat öncesinde yaptığımız araştırmalardan böyle bir soruyu bekliyorduk ancak Havana’da sabun isteyen biriyle hiç karşılaşmamıştık. Daha sonra yerel rehberimizden sabunun ayda kişi başı bir kalıp olmak üzere karneyle dağıtıldığını öğrendik. Havana’ya dönene kadar karşılaştığımız tüm Kübalı hanımlar bizden öncelikle sabun ve şampuan, daha sonra t-shirt ve çocukları için kalem istediler. Çocukların ise tek isteği ‘bonbon’ olarak tanımladıkları şekerler. Yiyecek isteyen yalnızca bir kişiyle karşılaştık. O hanım dışında gezimiz boyunca dilenen kimse görmedik.
Iznaga köyünün en önemli özelliği köy meydanında yer alan 45 m yüksekliğindeki ‘köle gözetleme kulesi’. Zamanın zengin şeker kamışı baronlarından birinin kölelerini izlemek amacıyla yaptırdığı kuleye köy çocuklarıyla birlikte tırmanıyoruz. Kulenin tepesinden köyü ve uçsuz bucaksız yeşillikleri izliyoruz. Havana-Trinidad arasında yaptığımız 8 saatlik otobüs yolculuğu boyunca ülkenin kırsal bölgelerini görme şansımız oldu. Geçtiğimiz her yer muz ve palmiye ağaçları ile başka tropik bitkilerin oluşturduğu yeşilliklerle kaplıydı.
Hava kararmadan varıyoruz Trinidad’a. 3 gece konaklayacağımız Brisas Trinidad Del Mar Hotel (5) çok sevimli bir tatil köyü. Turistlerle birlikte Kübalı ailelerin de bulunması ilgimizi çekiyor (6). Bavulları odalara bırakıp derhal kendimizi denize atıyoruz. Karayip Denizi denilince hayal ettiğimiz masmavi, berrak suyun yerine gayet yeşil, bulanık ve hava sıcaklığı ile aynı derecece bir su buluyoruz! Yine de ülkemizde alışık olduğumuzdan çok daha ince ve beyaz kumların oluşturduğu sahil ile kumda yetişen tropik bitkiler, görmeyi beklediğimiz egzotik manzarayı oluşturuyor. Meraklıları için kumsaldaki envai çeşit kabuklu deniz hayvanı, yengeçler ve yakınlardaki mercan resiflerinden karaya vuran inanılmaz güzellikteki kaya parçalarını incelemek hoş bir deneyim oluyor.
Deniz keyfinden sonra duş alıp akşam yemeği için restorana iniyoruz. Kapalı mekanda açık büfe yemeklerin sunulduğu restoranda, biraz alışkın olmadığımız malzemelerden, biraz da havalandırmanın yetersizliğinden dolayı ağır bir yemek kokusuyla karşılaşıyoruz. Yol yorgunluğundan dolayı yemekten sonra Trinidad merkezini keşfetme planımızdan vazgeçip tatil köyünün barına oturuyoruz. Birer Cuba Libre ısmarlayıp gündüz yoldan aldığımız puroları yakıyoruz…
28.09.08 / Trinidad
Trinidad de Cuba ile tanışacağımız gün. Peynir, ekmek, kahve ve meyveden oluşan bir kahvaltının ardından merkeze inmek üzere tur otobüsünde yerlerimizi alıyoruz. Yolda toprak kap, biblo ve tablolar satan bir evde alışveriş molası veriyoruz. Rehberimizden buranın Trinidad’ta toprak ürünler satma izni olan tek ev olduğunu öğreniyoruz. Sonradan hediyelik eşya satan dükkanlarda ve semt pazarlarında benzer ürünlere rastladıysak da bu evde gördüklerimiz kadar iyisi ile karşılaşmadık. Birkaç parça hatıra ve hediye aldıktan sonra merkezdeki turumuza başlıyoruz. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Trinidad’ın kent dokusu tamamen kendine özgü. Pastel renklere boyanmış, 1-2 katlı, bitişik nizam evler ve Arnavut kaldırımlı sokaklar.. Rehberimiz yansıyan güneş ışınlarının göz rahatsızlıklarına yol açmasını önlemek amacıyla, bu bölgede evlerin beyaza boyanmasının yasaklandığını anlatıyor. Trinidad’ta sıcaklık Havana’ya göre biraz daha yükseliyor ve özellikle öğle saatlerinde çok bunaltıcı olabiliyor.
Zamanında yörenin zenginlerinden birinin malikanesi olan Romantik Müze’ye uğruyoruz. Bir süre müzenin hediyelik eşya dükkanında puro saran Kübalı hanımı izliyoruz. İkram ettiği puroları yakıp birkaç tane satın alıyoruz. Daha sonra bu puroların orjinallerine oranla çok kalitesiz olduğunu fark ettik. Müzeden çıkıp sokakları dolaşmaya devam ediyoruz. Bir süre sonra tur programına dahil olmamasına karşın sıcağa dayanamayarak kendimizi bir Afro-Cuban bara atıyoruz. İçerde bize Trinidad Especial isimli, mango ve rom içerikli bir kokteyl hazırlıyorlar ve dans gösterisi başlıyor. Afrika kökenli Kübalılar, kendilerine özgü kıyafetleriyle çeşitli yöresel danslar ve şovlar sergiliyorlar. Öğle vakti, sokak arası bir barda izlediğimiz gösteriye inanamıyoruz! Çeşitli yaş gruplarından insanlar bazen yalnız, bazen grup halinde hünerlerini sergiliyor. Şovunu yapan alkışlar arasında ip perdeli kapıdan arka tarafa geçiyor ve alkış bitmeden yeni bir şov başlıyor. Barın girişinde herhangi bir isim yazmıyor. Hatırladığım kadarıyla Casa de la Trova’nın karşı sırasında yer alıyordu.
Tur ekibiyle birlikte Afrika Barı’ndan ayrılıp ismini yerel bir kokteyl olan La Canchanchara’dan (2) alan başka bir bara giriyoruz. İçeride yine kalabalık ve neşeli bir müzik grubuyla karşılaşıyoruz. Öğle sıcağında içkiler içiliyor, purolar tüttürülüyor, müşteriler, bar çalışanları, müzisyenler salsa yapıyor… Rehberimizin ikramı olan içkiler içildikten sonra günün geri kalanı serbest olduğundan grup dağılıyor. Biz bu neşeli barda biraz daha zaman geçirmek istiyoruz. Emre belinde taşıdığı bıçağıyla Hindistan cevizini kesip ve pipetle servis eden kovboy şapkalı, uzun bıyıklı Kübalı amcadan Hindistan cevizinin içine rom koymasını rica ediyor. Bu ilginç kokteyl için yalnızca 2’şer peso ödüyoruz (2). Kokteyllerimizi içerken müzisyenler bize maraka ile ritim tutmayı öğretiyorlar, birlikte fotoğraf çektiriyoruz. İsim ve adreslerini yazıp fotoğrafları kendilerine de göndermemizi rica ediyorlar. Küba’da posta hizmetinin iyi çalışmadığını bildiğim halde Türkiye’ye dönünce fotoğrafları gönderdim. Gündüz vakti üst üste içilen kokteyllerin etkisiyle çakırkeyif olarak çıkıyoruz La Canchanchara’dan.
Puro satmak için yanımıza yaklaşan bir Kübalıya restoran aradığımızı söylüyoruz. ‘İyi bir yer mi arıyorsunuz?’ diye soruyor, bizi bir paladara (ev restoran) götürmesini umarak ucuz bir yer aradığımızı söylüyoruz. Genellikle tabelaları olmadığından o ana kadar bir paladar bulamamıştık. Beklediğimiz oluyor ve 3 masalı bir ev restoranına geliyoruz. Ev sahibinin saydığı birkaç çeşitten balığı tercih ediyoruz ve önümüze Küba’da yediğimiz en lezzetli yemeklerden biri geliyor; balık, pilav ve muz kızartması. Bucanero’lar eşliğinde yemeğimizi yerken yan masadaki aileyle sohbet ediyoruz. Amerikalı olduklarını ve Küba’da 8 ay kalacaklarını öğreniyoruz. Amerika’dan Küba’ya direkt olarak gidilemediğinden Amerikan vatandaşlarının Küba’ya Meksika, Jamaika gibi ülkeler üzerinden geldiğini ve Küba’da tatil yapan çok sayıda Amerikalı olduğunu anlatıyorlar.
Yemekten sonra Trinidad sokaklarında kurulan pazarı dolaşıyoruz ve birkaç kelime İspanyolcamızla oldukça sıkı pazarlık ederek çanta, şapka, takı, ahşap ve kemik biblolar gibi çeşitli hediyelik eşyalar alıyoruz. Siyah mercandan (7) yapılan takılar tezgahlarda sergilenmiyor, sorduğunuzda tezgah altından çıkarıyorlar. Pazardan çıkınca tur ekibiyle buluşup otele dönüyoruz ve akşam yemeğine kadar vaktimizi denizde geçiriyoruz. Yemekten sonra yeniden merkeze inmek için taksi çağırıyoruz ve otelin önünde beklemeye koyuluyoruz. Bu sırada bizim gibi merkeze inmeye çalışan Benal ve Çağla ile tanışıyoruz. Yolda bizim tura katılmak istediklerini, ancak kontenjan dolduğu için katılamadıklarını, Küba’ya bireysel olarak geldiklerini anlatıyorlar. Onlar yemeğe gideceği için merkeze ulaşınca birbirimizin telefon numaralarını alarak ayrılıyoruz. Bizim planımız önce Dünya’nın her yerinden gelen gezginlerin buluşma noktası olduğunu okuduğumuz Bar Daiquiri’yi bulmak. Ancak birkaç kişiye sorarak ulaştığımız Bar Daiquiri, Trinidad’ta çoğu insanın adını bile bilmediği alelade bir bar çıkıyor. Dışarıdaki masalardan birine oturup barın adına istinaden birer daiquiri içtikten sonra Romantik Müze ve Iglesia Parroquial de la Santisima Trinidad Katedrali’nin bulunduğu Plaza Mayor’a yürüyoruz. Katedralin yanındaki merdivenler geceleri Trinidad’ın en eğlenceli yeri haline geliyor. Trinidad halkı akşamları giyinip kuşanarak merdivenlerin üstünde yer alan Casa de la Musica’ya akın ediyor. Boş bir masaya oturup birer mojito söylüyoruz -Küba’da içtiğimiz en başarısız mojitoydu- ve açık havada canlı müzik eşliğinde yapılan salsayı uzun süre hayranlıkla izliyoruz. Herkes o kadar güzel dans ediyor ki katılmaya cesaret edemiyoruz. Profesyonel olanlar ayırt edilebilmekle birlikte Küba’da herkes herhangi bir yerde dansa kalkabilecek kadar salsa biliyor. Yeniden bize katılan Çağla ve Benal’le birlikte Trinidad’ın diğer ünlü eğlence yeri olan Casa de la Truva’ya geçiyoruz. Casa de la Musica’ya göre daha sakin, küçük ve kapalı bir yer burası. Çok sempatik, kırmızı şapkalı bir Kübalıyla ilk salsa denememi yapıyorum. Danstan sonra birlikte resim çektiriyoruz, ‘one copy for me’ diyerek kartını veriyor…
29.09.08 / Trinidad-Cayo Blanco-Trinidad
Karayip Denizi’ne açılacağımız gün! Sabah Ancon’dan bindiğimiz katamaranla 1 saat kadar yol aldıktan sonra Cayo Blanco’ya ulaşıyoruz. Kıyıya çıkmadan önce adanın yakınında yer alan Küba’nın en büyük siyah mercan resifinde yüzme molası veriyoruz. Gözlükle bakıldığında mercanların tutunduğu kayaların üzerinde oluşan yolları ve rengarenk balıkları görmek mümkün. En önemli kuralsa hiçbir canlıya elinizi sürmemek! Deniz keyfinden sonra Cayo Blanco’ya çıkıyoruz. Katamaran yanaşamadığından adaya zodyakla gruplar halinde çıkılıyor. Düzenli olarak turlar düzenlenmesine karşın adanın doğal dokusunu koruyabilmesi bizi çok şaşırtıyor. Yalnızca bir balıkçı kulübesinin yer aldığı adanın etrafı rehberimizin verdiği bilgiye göre 1,5 saatlik bir yürüyüşle dolaşılabiliyormuş. Hava aşırı sıcak olduğundan biz yalnızca kulübenin 100-200 metre civarında yürüyebiliyoruz.
Adada binlerce kabuklu kum hayvanı yaşıyor. Sahilde yürürken bir kaç metrede bir dev deniz kabuklarına rastlamak mümkün. O kadar çoklar ki balıkçı kulübesinin taş duvarlarının yapımında deniz kabukları kullanılmış! Rehberimizin ‘Buraya ait olan şeyleri lütfen burada bırakın.’ şeklindeki ısrarlı uyarılarına karşın kendimi kaybederek birkaç deniz kabuğu topluyorum. Sonradan çok üzüldüm bu davranışıma, umarım bundan sonra Cayo Blanco’yu ziyaret edecek olanlar benden daha duyarlı davranır. Rehberimiz son gün bize deniz kabuklarını ülkeden çıkarmanın yasak olduğunu, eğer kendisini dinlemeyerek (!) yanımıza aldıysak bunları mutlaka el bagajımızda taşımamız gerektiğini, aksi takdirde check-in’den sonraki güvenlik kontrolünde bavulumuzun açılabileceğini söyledi. El bagajında taşınan kabuklara el konabileceğini veya az miktarda ise götürmemize müsaade edilebileceğini anlattı.
Kabuklu hayvanların dışında adanın diğer önemli sakinleri iguanalar! Birkaç tanesi balıkçı kulübesinin etrafına yerleşmiş, ziyaretçilerin verdiği yiyeceklerle besleniyorlar. Oldukça ürkek ve beklenmedik kadar hızlı olmalarına karşın sakin ve sabırlı davranıldığı takdirde iguanaları elinizle beslemek ve güzel fotoğraflar yakalamak mümkün.
Adayı keşfettikten sonra balıkçıların hazırladığı, deniz ürünleri, sebze, paella ve tropik meyvelerden oluşan öyle yemeğini buz gibi Bucanero’lar eşliğinde yiyoruz. Denememiş olmakla birlikte en güzel ‘paella’nın (4) Cayo Blanco’da yapıldığını okumuştum. Meraklıları için bizin ekibin oldukça beğendiğini söyleyebilirim.
Yemekten sonra Karayip Denizi’nde son kez yüzüp adadan ayrılıyoruz. Rehberimiz konaklamakta olduğumuz Brisas Trinidad Del Mar Hotel’in yemeklerinden memnun kalmadığımızdan, akşam yemeğinin Trinidad’ın merkezinde bulunan Don Antuan Restoran’da yenileceğini açıklıyor. Otele uğrayıp duş aldıktan sonra tur ekibiyle birlikte restorana gidiyoruz. Çoğu yerde olduğu gibi tavuk, balık ve ıstakoz olmak üzere üç alternatifle karşılaşıyoruz. Öğlen deniz ürünlerine doyduğumuzdan bu kez tercihimiz tavuktan yana oluyor. Tavuk, pilav, salata ve dondurmadan oluşan bir yemekten sonra merdivenlerdeki Casa de la Musica’ya geçiyoruz.
Casa de la Musica’da bir gün önce tanışıp katamaran turuna birlikte katıldığımız Benal ve Çağla ile karşılaşıyoruz. Benal ve Çağla Brisas Trinidad Del Mar’dan memnun kalmayarak son gecelerini merkezdeki Iberostar Otel’de geçirmek üzere ayrılmışlardı (5). Hep birlikte ön sıradaki masalardan birine yerleşip, önceki gece edindiğimiz tecrübeyle, kendi Cuba Libre’mizi hazırlamak üzere, bir şişe Havana Club, kola ve buz sipariş ediyoruz. Beni dansa kaldıran Kübalıyı kırmayarak kalkıyorum ancak salsaya ayak uydurmakta çok zorlanıyorum. Parça bittiğinde kendisine teşekkür ederek yerime dönmeye çalışırken sunucu iki turist hanımla birlikte beni de kolumdan yakalayarak sahnede kalmamızı rica ediyor! Tek tek nereli olduğumuzu soruyor; turist hanımlardan birinin Alman diğerinin Norveçli olduğunu öğreniyoruz. Her nasılsa ikisi de İspanyolca biliyor. Sunucu önce İspanyolca, sonra -benim için- İngilizce olarak bir şeyler anlatıyor. Ben yalnızca dans yarışması yapacağımızı anlayabilmişken turist hanımlar bir anda seyircilerin arasına dalıyorlar. Bizim masaya yöneliyorum, Çağla ‘Bir erkek kaldıracaksın!’ diye bağırınca Emre’yi alıp sahneye dönüyorum. Diğer hanımların birer Kübalıyla birlikte sahnede yerlerini aldığını gördüğümüzde konu anlaşılıyor. Bize salsa öğretecek birer partner bulmamız gerekiyor ve ben Emre’yi seçmiş oluyorum! Bana çok uzun gelen dans boyunca Emre’nin olağanüstü bir performansla Kübalıları izleyerek yaptığı figürlere eşlik ediyorum. Danstan sonra sunucu seyircilerden sırayla çiftleri alkışlamalarını rica ediyor. Norveçli yarışmacıyla daha önce benim dans etmiş olduğum Kübalı partneri en az alkışı alarak eleniyor. Sunucu diğer hanımla profesyonel dansçı olduğunu tahmin ettiğimiz Kübalı partneri ve bizim için tekrar alkış istiyor. Eksiksiz olarak orada bulunan tur ekibinin ‘Turkiya!’ diye bağırarak canı gönülden destek vermesine karşın bize diğer çift daha çok alkış aldı gibi geliyor. Yerimize dönmeye hazırlanırken sunucu diğer çifte teşekkür ederek bizim kazandığımızı açıklıyor! İkimizin de turist olması ve tur ekibinin orda bulunması nedeniyle, Kübalılara özgü bir şıklıkla bizi seçtiğini düşünsek de tek figür bilmeden Trinidad’ta salsa şampiyonu olmaktan gurur duyuyoruz Diğer çift bizi öperek tebrik ediyor ve ödül olarak ikram edilen La Canchanchara’larımızla yerimize dönüyoruz…
30.09.08 / Trinidad-Cienfuegos-Havana
Brisas Trinidad Del Mar’da son kahvaltımızı ederken masamıza gelen garson Emre’ye bir puro uzatıyor, benim de boynuma bitki çekirdeklerinden yapılmış bir kolye takarak ‘Trinidad hatırası’ diyor. Kahvaltının ardından bavullarımızı almak üzere odalara döndüğümüzde, kat hizmetlisi tarafından bırakılmış birer notla karşılaşıyoruz; ‘Dear Guest, Good morning. I hope you have enjoyed the stay in the hotel. I wish you a nice trip tomorrow. Good luck. Your chambermaid’ Otelden memnun kalmış olduğumuzu umduğunu söyleyerek ertesi gün için iyi seyahatler ve bol şans diliyor kat hizmetlimiz. Not kağıdının boş kısmına gülen surat ve kalp çizmiş! Bahşiş için de olsa otelden ayrılan her misafirin odasına el yazısıyla yazılmış notlar bırakılması çok hoşumuza gidiyor. Bahşişle birlikte çocuklarına götürmesi için Kübalı çocuklara getirmiş olduğumuz hediyelerden de bırakarak ayrılıyoruz otelden.
Akşam Havana’da Buena Vista konserine yetişeceğimizden, Cienfuegos’ta yalnızca 1 saat kalabiliyoruz. Havana ve Trinidad’a göre geç bir tarihte kurulmuş olan Cienfuegos, daha modern bir kent izlenimi veriyor. Satıcılarla Trinidad’taki gibi pazarlık edilemiyor. Turistlere yaklaşıp sabun ve şampuan soran Kübalı hanımlarla Cienfuegos’ta da karşılaşıyoruz. Otelden ayrılırken yanıma almış olduğum sabun ve şampuanları verdiğim hanımlar az sonra bir tezgahta takılara bakarken yanımıza gelip çiçek vererek teşekkür ediyorlar.
Cienfuegos-Havana arasında yalnızca bir sandviç molası vererek akşamüstü Old Havana’daki Hotel Telegrafo’ya ikinci kez giriş yapıyoruz. Küba’da insanı sarıp sarmalayan eşitlik duygusu organizasyona da yansımış olmalı ki geçen sefer standart odalarda kalanlar bu kez suit odalara yerleştiriliyor. Mümkün olduğunca hızlı hazırlanarak çıkıyoruz otelden. Konser için yemeksiz rezervasyon yaptırdığımızdan, Rom Müzesi’nde ekiple buluşmadan önce bir şeyler atıştırmak istiyoruz. Yemekten önce Capitolio’nun arkasında yer alan Partagas Puro Fabrikası’nın satış bölümüne uğruyoruz ancak fiyatları çok yüksek buluyoruz. Alışveriş etme niyetinde değiliz zaten. Ertesi günkü puro fabrikası gezisinden önce fiyatlar hakkında fikir sahibi olmak istiyoruz. Fabrika çevresinde Partagas’ta çalıştığına dair kimlik gösterip puro satmaya çalışanlardan sıyrılarak -aynı fabrikaya ait olduğu iddia edilen çeşit çeşit kimlik gördük- rehberimizin önerilerinden biri olan El Patio restorana doğru yola koyuluyoruz. Yolda ateş rica eden bir Kübalıya restoranın yerini soruyoruz. O sırada yağmur başladığından Kübalı bize El Patio’da açık havada oturmak gerektiğini, istersek bize yakında ucuz ve güzel başka bir restoran önerebileceğini söylüyor. Biz ‘OK’ deyince yanındaki hanımla birlikte bizi alt katı gece kulübü gibi görünen bir restorana götürüyorlar. Bizimle gelmek isteyip istemediklerini sorduğumuzda yemek yemeyeceklerini ancak birer mojito içerek eşlik edebileceklerini söylüyorlar. ‘Turistler için çok güzel bir yer ama bizim için sorunlu.’ diyorlar. Daha önce okuduklarımızdan Kübalıların turistlere hizmet veren bazı yerlere giremediklerini biliyoruz. Çalışanların tavırlarından restorana turistlerle birlikte geldikleri için kabul edildiklerini hissediyoruz, orada olmaları hoş karşılanmıyor. Denememizi önerdikleri Küba’nın ünlü yemeği kara fasulye, tavuk ve pilavdan memnun kalıyoruz. Restoranda sigara içilmediğinden yemekten sonra Emre ve Hasan Kübalı beyle dışarı sigara içmeye çıkıyorlar. Bu sırada yanındaki hanım bana 10 yıllık evli olduklarını, 1 ve 4 yaşında 2 çocukları olduğunu anlatıyor. Ne iş yaptığını sorduğumda öğretmen olduğunu söylüyor. Kocası ise dışarıda Hasan’a isterse puro ya da kadın ayarlayabileceğini, ancak yanlış anlamamasını, yanındaki hanımın karısı olduğunu, isterse ona başka kızlar getirebileceğini anlatıyor!
Restorandan ayrıldığımızda konsere kadar birer içki içebilecek zamanımız olduğundan, yakındaki Hemingway’in favori daiquiri barı La Floridita’ya giriyoruz. Hemingway’in daiquirisini La Floridita’da, mojitosunu ise La Bodeguida Del Medio’da içtiğini rehberimizin anlattıklarından biliyoruz. La Floridita oldukça şık bir bar. Canlı müziği ve daiquirisi (2) oldukça güzel. İçkiler bitince Rom Müzesi’ne geçiyoruz. Bizim için hazırlanan masa sahnenin hemen önünde yer alıyor! Buena Vista ile çok güzel bir gece geçiriyoruz müzenin avlusunda. Konserden sonra müzisyenlerle fotoğraf çektirip imzalı cd’lerimizle otelin yolunu tutuyoruz…
01.10.08 / Havana
Sabah Trinidad’taki otelle kıyaslandığında oldukça zengin sayılabilecek bir kahvaltının ardından Havana’nın en büyük puro fabrikasını gezmek üzere yola çıkıyoruz. Fabrikada oldukça sıkı bir denetim var. Turistler içeriye çanta, kamera gibi eşyalarını bırakarak alınıyor ve fotoğraf çekimine izin verilmiyor. Puro üretiminin hala makine kullanmadan yapıldığını görünce çok şaşırıyoruz. Filmlerde gördüğümüz, bacaklarında puro saran güzel kızlar yok gerçi ama tüm purolar tek tek elde hazırlanıyor ve paketleniyor. Bize rehberlik eden fabrika görevlisi tütün yapraklarının tarladan toplanıp puro haline getirilmesinin 3-4 yıllık bir süreç olduğunu anlatıyor. Çeşitli işlemlerden geçmiş olan tütün yapraklarının ortasındaki damarının çıkartılarak ikiye ayrılmasını, boylarına ve cinslerine göre gruplanmasını, içlerine tütün konulup sarılarak puro haline getirilmesini ve çeşitli markaların kutularına yerleştirilmesini ilgiyle izliyoruz (8).
Gittiğimiz fabrikada -Tur otobüsüyle gittiğimizden yerini bilemiyorum. İsmi de aklımda kalmamış ne yazık ki- 900 işçi çalışıyor. Bunların %70’i sarıcı. Sarıcılar gördüğümüz kadarıyla, ağırlıklı olarak bayanlardan oluşuyor. Fabrikada her gün 38000 puro üretiliyor. Her işçiye maaşı dışında günlük 5 adet puro veriliyor. Kabaca üretimin %12’si bu işe emek verenlerin hakkı olarak görülüyor. Gezi boyunca göz göze geldiğimiz her işçi bize kaçak puro teklif ediyor. Çıkışta fabrikanın satış bölümüne uğrayıp birkaç kutu puro ve kibrit alıyoruz (8).
Fabrika çıkışında ‘My friend, orijinal Cohiba, bery bery (!) good price, good quality, taste, d’ont like, d’ont buy’ şeklinde puro satmaya çalışan birkaç kişinin peşine takılıp yakındaki bir eve gidiyoruz. Sokağa bir göz atıp çevrede kimse olmadığından emin olunca bizi eve alıp kapıyı kapatıyorlar. Gerilim filmi tadındaki bu sahneye rağmen evin hiç tedirginlik verici bir yanı yok. Salonun bir köşesinde uyuyan çocuk ve ortada dolanan yavru köpek buranın sıradan bir Kübalı ailenin evi olduğu izlenimi veriyor. Masanın üzerine çeşitli purolar seriliyor. Fabrikada gördüğümüz her marka kutularıyla birlikte gayet makul fiyatlarla karşımızda duruyor. Ancak Emre’ye ‘orijinal Cohiba’ diyerek uzatılan puro yanmayınca işin rengi değişiyor. Bozuntuya vermeyip başka purolar denetmeye çalışıyorlar, istemediğimizi söyleyip çıkıyoruz. Tur otobüsüne giderken ısrarla kaldığımız oteli soruyorlar, söylüyoruz. Daha sonra akşam otele gelip bizi sorduklarını ve uzun süre beklediklerini öğrendik. Sonunda tur ekibinden birilerine yüklü bir satış yapmayı başarmışlar. Naçizane tavsiyem ‘iyi puroyu anlarım’ diyemiyorsanız kaçak puro almamanız.
Fabrika gezisinden sonra rotamız Hemingway’in çiftliği Finca Vigia oluyor. Çeşitli tropik bitki ve ağaçların süslediği muazzam bahçeyi ve çiftlik evini geziyoruz. Evin içine girilemiyor ancak açık kapı ve pencerelerden fotoğraf çekilmesine izin veriliyor. Hemingway’in ya da Kübalıların deyimiyle Papa’nın evi bıraktığı gibi korunmuş. Sofra kurulu, içki şişeleri yarım, sarhoş olduğunda kullandığı bastonu koltuğun üstünde duruyor. Yalnızlıktan nefret ettiğini, daima konukları olduğunu, ender olarak yalnız kaldığında da sofranın en az 3 kişilik hazırlandığını öğreniyoruz. Evde büyük bir çalışma odası var. Ancak bacağındaki sakatlık yüzünden genellikle yatağında yazdığını anlatıyor rehberimiz. Tüm odaları süsleyen hayvan başlarını görünce biraz kırılıyorum Papa’ya. Hepsini kendisi avlamış, banyoda sıvı dolu bir kavanoz içinde yavru bir iguana bile var! İguana olduğundan emin değilim, başka bir sürüngen de olabilir. Bu duruma tezat olarak bahçede üzerlerinde Black, Negrita, Linda ve Neron yazılı beş küçük mezar görüyoruz ve bunların köpeklerine ait olduğunu öğreniyoruz. Havuzu ve bahçede sergilenen tekneyi de gezdikten sonra Papa’nın yakın dostu olan ve ‘İhtiyar Adam ve Deniz’in kahramanı ‘Santiago’ya esin kaynağı olduğu söylenen Gregorio Fuentes’in köyü Cojimar’a doğru yola çıkıyoruz.
Cojimar oldukça sessiz ve hüzünlü bir balıkçı köyü. Zamanında köye önemli yardımlarda bulunan Hemingway, burada çok seviliyor. Köy meydanında yazarın, balıkçılar tarafından yaptırılan bir büstü yer alıyor. Rehberimiz balıkçıların, paraları olmadığından, büstü teknelerinin pervanelerinin birer kanadını kesip eriterek yaptırdıklarını anlatıyor. Öğle yemeği için Gregorio Fuentes’in uzun yıllar her gün yemek yediği La Terraza Restoran’a gidiyoruz. Burada balıkçının son yıllarını yatağa bağlı geçirdiğini ve bu dönemde La Terraza’nın üç öğün yemeğini evine gönderdiğini öğreniyoruz. Gregorio Fuentes ile ilgili edindiğimiz başka bir bilgi de 104 yaşında ölen balıkçının ‘İhtiyar Adam ve Deniz’ ile ünlendikten sonra geçimini kendisini ziyarete gelenlerden birkaç dolar alarak sağladığı ve köyüne çeşitli yardımlarda bulunduğu oluyor. ‘La Terraza’da balıklarımızı yiyip ‘Gregorio Fuentes’ ismiyle anılan mavi renkli, daiquiri benzeri kokteyli denedikten sonra Cojimar’a veda ediyoruz.
Tur otobüsüyle Old Habana’ya dönüyoruz ve günün geri kalanında serbest olarak kenti dolaşmak üzere ekipten ayrılıyoruz. Bu andan itibaren ertesi akşam havalimanı transferine kadar boş zamanımız var. İlk olarak birçok kez önünden geçtiğimiz ancak içini göremediğimiz Capitolio’yu gezmek istiyoruz. Hotel Telegrafo’dan Capitolio’ya yürürken önünden geçtiğimiz Hotel Inglaterra’ya ve zamanında Frederico Garcia Lorca, Borges gibi bağımsızlık yanlısı pek çok örgüt üyesinin favori mekanı olan Cafe Louvre’a hızlıca göz atıyoruz. Capitolio’da bizi rehberimizin Dünya’nın en büyük 3. tek parça heykeli olduğunu belirttiği dev Athena heykeli karşılıyor. Havana’nın koruyucusu Athena’nın heykelinin bulunduğu giriş holünün ortası, kentin ‘0 noktası’ kabul ediliyor. Bu noktada orjinalinin hazinede bulunduğunu yine rehberimizden öğrenmiş olduğumuz sahte elmas yer alıyor. Her mekanıyla insan ölçeğinin çok üstünde bir yapı olan Capitolio’yu gezdikten sonra yürüyerek Katedral Meydanı yakınlarındaki yerel pazara gitmeye karar veriyoruz. Yolda La Floridita’nın yanındaki puro dükkanına uğrayıp alışveriş yapıyoruz. Gezi boyunca çeşitli yerlerde puro fiyatlarını sormuş ve en uygun fiyatları bu dükkanda bulmuştuk. Başka yerlerde 18-20 peso olan bir kutu Guantanamera burada 12,5 peso idi. Alışverişimizi yapıp pazara doğru yola koyuluyoruz. Birazdan fotoğraf makinemi dükkanda unuttuğumu fark edip geri dönüyorum ve elinde makineyle arkamızdan koşan dükkan sahibi hanımla karşılaşıyorum. Kendisine teşekkür ederek tekrar yola düşüyoruz.
Yerel pazar Havana’dan hediyelik eşya almak isteyenlerin mutlaka uğraması gereken, oldukça renkli bir yer. Trinidad’taki kadar ucuz olmasa da çok daha çeşitli ürünler bulmak mümkün. Magnet, sigara ağızlığı, çanta, baston, takı, ahşap biblo gibi bir yığın hediyelik eşyayla pazardan çıktığımızda çok yorulduğumuzu fark edip yakındaki Hemingway’in favori mojito barı La Bodeguida Del Medio’da soluklanmaya karar veriyoruz. Papa’nın diğer favori barı La Floridita’nın aksine burası oldukça salaş bir yer. Oldukça küçük giriş mekanına hakim barın arkasındaki duvarda Papa’nın çerçeveletilmiş el yazısı ‘My mojito in La Bodeguida, my daiquiri in El Floridita’ dikkat çekiyor. Mojitolarımızı içip adet olduğu üzere La Bodeguida’nın duvarlarına bir şeyler karaladıktan sonra akşam yemeği için bir gün önce yağmurdan dolayı gidemediğimiz El Patio’ya geçiyoruz.
El Patio’nun katedral meydanına yerleştirilmiş masalarından birine oturup Bucanero’larımızı yudumlarken canlı müzik eşliğinde dans edip para toplayan hanımları izliyoruz. Hava kararmakta olduğundan önümüzden sürekli tezgahlarını toplayıp evlerine giden pazarcılar geçiyor. Oldukça lezzetli et yemekleri, pilav ve muz kızartması ile karnımızı doyurduktan sonra otele dönüp pazardan aldıklarımızı bırakmaya ve gece için hazırlanmaya karar veriyoruz. Otele yürünebilecek mesafede olmamıza karşın elimizde eşyalar olduğundan bu kez ‘bicytaxi’yi tercih ediyoruz. Mesafe kısa olduğundan taksici bizi üç kişi kabul ediyor ancak biraz zorlanıyor. 5 pesoya anlaşmış olduğumuz taksiciye 6 peso vererek otele giriyoruz. Bicytaxi faytonun pedallı olanı gibi düşünülebilir. Müşteriler arka tarafa oturuyor, taksici önde pedal çeviriyor. Pazardan aldıklarımızı bırakıp üstümüzü değiştiriyoruz ve daha önce yalnızca tur otobüsüyle geçmiş olduğumuz Miramar’daki Casa de la Musica’ya gitmek üzere bir otomobil taksiye biniyoruz. Mekanın önünde durduğumuzda karşı kaldırımda beklemekte olan birbirinden güzel Kübalı fahişeler koşup taksinin kapılarını açıyorlar. Benim oturduğum taraftaki kapıyı açan arkadaşlarına ‘Arabada kız var’ anlamına geldiğini tahmin ettiğimiz bir şeyler söylüyor ve hepsi birden taksinin çevresinden ayrılıyorlar. Casa de la Musica’ya doğru ilerlerken mekanın önündeki kalabalıktan müşterilerin henüz içeri alınmadığını fark ediyoruz. İki Kübalı yanımıza gelip kapının 23:00’te açılacağını, girişin 20 peso olduğunu, parayı ödersek rezervasyon yapabileceklerini söylüyorlar. O sırada gelen başka bir Kübalı onlara para vermememizi, yasal yoldan içeri girmemizi öğütleyerek kapı açılana kadar yan taraftaki barda bekleyebileceğimizi söylüyor. O sırada saat 22:15 olduğundan adamın peşine takılarak bahsettiği bara gidiyoruz. Daha çok çay bahçesini andıran barın masalarından birine oturuyoruz. Kübalı ne içeceğimizi soruyor, birer Cuba Libre istiyoruz. Kendisine de bir rom ısmarlayıp ısmarlayamayacağımızı soruyor, son birkaç dakikadır yaşadıklarımızdan kuşkulanıp romun fiyatını soruyoruz. ‘2 peso’ deyince ‘OK’ diyoruz, içkileri getirip masamıza oturuyor. Sohbet sırasında Casa de la Musica’nın önünde bizi karşılayan fahişelerin ikişer ikişer yan masada içki içen 50-55 yaşlarındaki iki turist beyin yanına gelip gitmesi dikkatimizi çekiyor. Turistlerle bir süre konuşuyor, anladığımız kadarıyla fiyatta anlaşamayarak geri dönüyorlar. Kübalı Hasan’a ‘lady’ isteyip istemediğini soruyor. Olumsuz yanıt alınca Emre’ye dönüyor. Yüzüklerimizi gösterince çok utanarak defalarca özür diliyor. Saat 23:00’te yeniden Casa de la Musica’nın kapısına gidiyoruz ve girişin 15 peso olduğunu öğreniyoruz! Program saat 01:00’de başlıyor. Büyük bir orkestra oldukça hareketli salsa parçaları çalıyor ve herkes dans ediyor. Ancak ortam Trinidad’ta gördüğümüz Casa de la Musica’dan ve Old Habana’daki barlardan farklı olarak Avrupa’da bir gece kulübünü andırıyor. Son gecemizi burada geçirmekten çok hoşnut olmayarak çıkıyoruz Miramar’daki Casa de la Musica’dan…
02.10.08 / Havana-Madrid-İstanbul
Havana’da son günümüz. Sabah bavullarımızı toplayıp bagaj odasına teslim etmiş olarak çıkıyoruz Hotel Telegrafo’dan. Malecon’a kadar uzanan Prado boyunca yürüyüp Che berelerimiz ve purolarımızla ‘Küba’daydık’ fotoğrafları çektiriyoruz. Malecon’dan bir taksiye atlayıp Habana Libre Oteli’nin bulunduğu La Rampa’ya gidiyoruz. Habana Libre, devrim öncesinde Habana Hilton olarak inşa edilmiş ancak açılışından kısa bir süre sonra Küba devrimi gerçekleşince Hilton zincirinin en kısa süreli halkası olmuş. O dönemde otelin 15. katı devrim hükümetinin ilk merkezi olarak kullanılmış, devrim sonrasında otel Habana Libre (Özgür Havana) adıyla hizmet vermeye başlamış. Fidel’in mezun olduğu Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin önünde iniyoruz. Fakültenin merdivenlerinde hatıra fotoğrafı çektirip Habana Libre’ye yürüyoruz. Lobide bir tur atıp zamanında devrim hükümetinin merkezi olarak kullanılan 15. kata çıkıyoruz ancak otel odalarından başka bir şey göremiyoruz. Havana’yı kuşbakışı görmek ümidiyle 25. kata çıkıyoruz. Roof bar ve restoran kapalı olmasına karşın bir görevli bizim için kapıyı açıyor ve Havana’yı yukarıdan izlerken bize çevredeki önemli binalar hakkında bilgiler veriyor. Bu sırada Küba’da birçok kez karşılaştığımız siyah tüylü, sarı gagalı akbabalar otelin etrafında süzülüyorlar. Görevliye teşekkür edip birkaç peso bahşiş vererek çıkıyoruz Habana Libre’den. Rehberimizin 24 saat film oynatıldığını söylediği ünlü Yara Sineması’nın önünden geçip büyük bir parka kurulmuş olan meşhur Coppelia Dondurmacısı’na varıyoruz. Görevli bize ana binanın dışında küçük bir büfeyi işaret ediyor. Kulak asmayıp binaya giriyoruz. İçerdeki muazzam kuyruğa girip girmemek konusunda karar vermeye çalışırken turistlerin dışarıdaki büfeden dondurma alabileceklerini, içerde yalnız local pesoyla ödeme yapıldığını öğrenerek çıkıyoruz ve görevlinin gösterdiği yerden sıra beklemeden dondurmalarımızı alıyoruz. Ülkemizdekilerle kıyaslayınca başarısız buluyoruz Küba’da çok ünlü olan Coppelia dondurmasını. Coppelia’nın ardından devrim öncesinde kumarhanesiyle ünlenmiş olan Hotel Nacional’i ziyaret ediyoruz. Otelin denize karşı, yemyeşil bahçesinde içkilerimizi yudumlarken yanımıza gelen müzisyenlerden rica ettiğimiz ‘chan chan’ı dinliyoruz…
Öğle yemeği için rehberimizin tavsiye etiği restoranlardan en yakındaki olan Decameron’u seçiyoruz. Decameron Restoran Vedado’da, Paseo ve Linea caddelerinin birleştiği köşede yer alıyor. Bir taksiciye restoranı bilip bilmediğini soruyoruz. Tam çıkaramasa da birkaç kişiye sorarak buluyor. Bizimle birlikte arabadan iniyor, restoran olduğunu asla tahmin edemeyeceğimiz, müstakil ev görünüşlü binanın kapısını çalıyor, kapıyı açan kişiye bir şeyler söyleyip -turist olduğumuzu ve bize yardımcı olmasını söylediğini sanıyoruz- bize ‘iyi günler’ dileyerek gidiyor. Küçük ama şirin bir İtalyan restoranı olan Decameron’da birer makarna yiyip rehber kitapta Afro-Cuban sokak sanatı örnekleri bulunduğunu okuduğumuz Calle Hamel’e gitmek üzere yeniden taksiye biniyoruz. Taksici bilmese de yanında oturan Kübalı müşteri gideceğimiz sokağı biliyor ve taksiciye tarif ediyor. Küba’da taksiler dolmuş gibi de çalışıyor. Calle Hamel, Centro Habana’nın Cayo Hueso semtinde yer alan oldukça renkli bir sokak. Pazar günleri 12:00-15:00 saatleri arasında Afro-Cuba törenleri ve rumba gösterileri yapılıyormuş. Afro-Cuban sokak sanatı örneklerini inceleyip resimler çektikten sonra Malecon’a kadar yürüyoruz. Havana’dan ayrılmadan özel yapım siyah birasını denemek istediğimiz Taberna de la Muralla’nın bulunduğu Plaza Vieja’ya epey bir yolumuz olduğunu fark edince yeniden taksiye biniyoruz. Küba’da son biralarımız olduğundan biraz buruk da olsa güzel geliyor siyah bira bize. Yanında yerel bir fıstık ikram ediyorlar, bu Küba’da rastladığımız ilk çerez oluyor. Biralarımızı içip Old Habana sokaklarından ve Capitolio’nun önünden son kez geçerek otele varıyoruz. Havalimanı yolunda rehberimiz bize bir sürprizi olduğunu söylüyor ve bir parkta iniyoruz. Havana’da olduğunu duyduğumuz ancak bulamayacağımızı düşünerek aramaya girişmediğimiz Atatürk büstü’nün önünde buluyoruz kendimizi! Farklı kaynaklarda okuduğumuz gibi Dünya devrimcilerinin büstlerinin bulunduğu bir sokakta ya da bir binanın önünde değil, bir parkın içinde yer alıyor Mustafa Kemal’in büstü. Üstelik yanında Nazım Hikmet’in büstü ile birlikte!
Fotoğraf molasının ardından havalimanına varıyoruz. Üst limit 23 kg olan bagaj ağırlık kontrolünden en ağırı -tabii ki benimki- 22.8 kg olan bavullarımızla sorunsuz olarak geçiyoruz. Bu konuda hiç taviz yok Küba’da. İki kişi 15 ve 25 kg bavullarla geçilemiyor örneğin, ağır olan bavuldan bazı eşyaları çıkarıp hafif olana aktarmak gerekiyor. Pasaport kontrolünden de sıkıntı yaşamadan geçip, bu güzel ülkeye bir gün yeniden gelebilmeyi dileyerek uçaktaki yerlerimizi alıyoruz, Adios Cuba!
Notlar:
(1) Para Birimleri ve Değerleri
Local peso Kübalıların kullandığı para birimi ve hiçbir şekilde turistlerin eline geçmiyor. Geçse de kimse turistlerden local peso kabul etmiyor. Bu nedenle turistlerin para üstü olarak aldıkları her pesonun üzerinde ‘convertible’ ibaresi olup olmadığını kontrol etmeleri gerekiyor. Convertible peso turistlerin kullandığı para birimi. 1 convertible peso 1 dolar olarak sabitlenmiş. Kübalılar turistlerle konuşurken convertible peso için ‘dolar’ kelimesini de kullanıyorlar. 1 convertible peso 24 local pesoya tekabül ediyor. Genel olarak Kübalıların 1 local pesoya aldığı bir ürünü turistler 24 kat fazla ücret ödeyerek 1 convertible pesoya alıyor. Ancak ürünün Dünya piyasasındaki değeri turistlerin ödediği bedel. Kübalılar her ürünü değerinin çok altında satın alıyor.
Küba halkı aylık ortalama 200 local peso maaş alıyor. Bu para Dünya piyasasında 8-9 dolara tekabül ediyor. Bilindiği gibi devlet başkanının maaşı 30 dolar. Oysa herhangi bir kafe ya da restoranda çalışan bir garson her gün rahatlıkla 50 dolar bahşiş toplayabiliyor. Ülke turizme açıldığında, turistlerin kullandığı para Kübalıların kullandığı paradan ayrılarak turizmle uğraşan kesimin ülke şartlarına göre çok yüksek kazançlar elde etmesi engellenmiş. Kübalılar turistlerden aldıkları convertible pesoları local pesoya çeviremiyorlar. Yalnız ‘dolar shop’ adı verilen dükkanlarda harcayabiliyorlar ve bu dolar shoplarda her ürün turistlere olduğu gibi Kübalılara da 24 katı değerine satılıyor. Bu durumda turizmle uğraşan kesimin diğerlerinden ekonomik olarak önemli bir üstünlüğü olmuyor. Ancak ülkede süt, sabun gibi yetersiz olan ve karne ile dağıtılan ürünleri, turizmle uğraşanlar dolar shoplardan temin edebiliyor. Diğer kesimin ise böyle bir şansı yok.
Convertible peso ile dolar shoplardan alışveriş yapma imkanı yalnız garson, taksi soförü, seyyar satıcı gibi turistlerle direkt olarak para alış verişi yapan kesime ait. Turizmin diğer aktörleri olan otel çalışanları, tesis işletmecileri gibi kişiler convertible peso kullanamıyor. Örneğin yabancı bir firma ülkede tesis açtığında Kübalı otel çalışanına aylık 300 dolar maaş verecekse bu parayı devlete ödüyor, devlet de karşılığında çalışana 300 local peso veriyor. Buradan elde ettiği gelirle de halka karne ile dağıtım yapıyor. Bu durumda garsonun dolar shoptan alabildiği ürünü otel müdürü alamıyor. Küba’da bu konu henüz çözüme kavuşmuş değil.
(2) Yerel İçki ve Kokteyller
Bira: Küba’da yaygın olarak tüketilen iki yerel bira var; Cristal ve Bucanero. Bizim tercihimiz ‘korsan’ anlamına gelen Bucanero oldu.
Rom: Küba’nın ulusal içkisi. Sek olarak tüketilmekle birlikte neredeyse tüm kokteyller de romla hazırlanıyor.
Cuba Libre: Kola, limon suyu ve rom ile hazırlanan bir kokteyl, anlamı ‘Özgür Küba’.
Pina Colada: Hindistan cevizi suyu, ananas suyu ve romla hazırlanan bir kokteyl.
Mojito: Misket limonu, şeker, nane yaprakları, rom ve soda ile hazırlanıp buz ilave edilerek servis yapılan geleneksel bir kokteyl.
La Canchanchara: Trinidad’a özgü yerel bir kokteyl. Rom, bal ve limondan oluşuyor ve ismini kokteylden alan bar La Canchanchara’da toprak çanak içinde servis ediliyor.
Daiquiri: Rom, limon suyu ve şekerle hazırlanan bir kokteyl. Hemingway duble romlu ve şekersiz içermiş.
Not: Gittiğimiz yerlerde kokteyller genellikle 3 peso civarındaydı. Otellerin barlarında fiyatlar dışarıdakilerle çok farklılık göstermiyor.
(3) Havana Club-Bacardi
Bacardi ailesi, devrim öncesi Küba’da, Havana Club’e rakip olarak rom üreten, devrim karşıtı bir aile. 20.000 Kübalıyı öldüren Batista rejimini desteklemiş, devrim sonrasında ise ülkeyi terk ederek rom üretimine Amerika’da devam etmişler. Günümüzde hala Küba romu adı altında üretim yapıyor ve Havana Club’ün haklarını elinden almak için mücadele ediyorlar. Bacardi bugün birçok ülkede protesto ediliyor, öğrenci kulüpleri ve barlarda satılmıyor. Havana Club ise 19. yüzyılda, Bacardi’lere rakip olarak rom üreten Arrechabala ailesi tarafından markalaştırılmış. Devrim sonrasında ise ülkedeki tüm kurumlar gibi devletleştirilmiş. Günümüzde Küba’nın resmi rom üreticisi olarak ticari hayatını sürdürüyor
(4) Kahvaltı ve Yemekler
Kahvaltı otellerde genellikle açık büfe olarak veriliyor. Tropik meyveler ve meyve suları kahvaltının en güzel kısmı. Şarküteri ürünleri genellikle domuz etinden yapılıyor ve çok yağlı görünüyor. Kaşar peynir ve yumurta bizim için Küba’da kahvaltının ana menüsünü oluşturdu. Zeytine ise hiç rastlamadık. Ülkedeki sabun eksikliği bundan olsa gerek. Bunlar dışında otellerde ve pastanelerde kek, çörek gibi Türk damak tadına uygun hamur işleri bulmak mümkün.
Istakoz ve karides gibi kabuklu deniz hayvanları ile balık, Küba’da oldukça bol ve ucuz. Restoranlarda genellikle tavuk, balık ve ıstakoz olmak üzere üç seçenek bulunuyor. Çeşitli şekillerde pişirilerek servis edilen ıstakozun fiyatı 12-15 peso arasında değişiyor.
Fasulye, nohut gibi baklagillerin Küba mutfağında önemli bir yeri var. Pirinç ve baklagillerin alışık olduğumuz usulle pişirildiğini söyleyebilirim. Yerel restoranlarda Küba’nın ünlü yemeği kara fasulyeyi denemek mümkün.
Paella: Arpa şehriyeye benzer bir pirinçle yapılan, İspanyol usulü bir çeşit pilav. Küba’da içine karides, midye gibi deniz ürünleriyle birlikte tavuk eti de konuluyor.
Tatlı olarak genellikle dondurma tüketiliyor. Otellerde pasta çeşitleri de bulunuyor.
Not: Etlerin fazla yağlı olması dışında Küba’da yemek konusunda sıkıntı yaşamadık.
(5) Konaklama
Hotel Telegrafo: Havana’da konakladığımız Hotel Telegrafo’dan oldukça memnun kaldığımızı söyleyebilirim. Bununla birlikte kentte casa particulardan beş yıldızlı otellere kadar pek çok seçenek mevcut.
Brisas Trinidad Del Mar: Trinidad’ta konakladığımız Brisas Trinidad Del Mar, merkeze taksiyle yaklaşık 20 dakika uzaklıktaydı. Taksi ücretini tam olarak hatırlayamamakla birlikte çok yüksek bir meblağ olmadığını söyleyebilirim. 10-12 peso civarında olduğunu sanıyorum. Yemeklerden ve ip gibi akan sudan şikayetçi olduysak da otelin önünde boylu boyunca uzanan kumsal ve Karayip Denizi tüm aksilikleri gözardı etmemizi sağladı.
Iberostar: Trinidad merkezinde yer alıyor. Kendimiz konaklamamakla birlikte yemek ve konfor açısından Brisas Trinidad Del Mar’dan daha iyi olduğunu duyduk.
(6) Sosyal Haklar
Tatiller: Kübalıların ülkedeki otel ve tatil köylerinden yararlanabilmesi için devlet bir yöntem geliştirmiş. Tesisler belirli sayıda odalarını sürekli olarak devlet için ayırıyor. Devlet çalışanların kıdemlerini ve işlerindeki başarılarını göz önüne alarak seçtiği vatandaşlarını aileleriyle birlikte bu tesislere gönderiyor. Otel ya da tatil köyünün oda fiyatı turistler için örneğin 100 convertible peso ise, Kübalı aile bir oda için 100 local peso ödüyor.
İkamet ve Mülk Edinme: Evlenen çiftler bir tarafın anne-babasının yanında oturmak üzere tercih yapıyor. Küba’da evsiz kimse yok, ancak ev sıkıntısı var. Birkaç kuşak bir arada yaşamak zorunda kalıyor. Küba’da vatandaşlar mülk edinebiliyor ve çocuklarına miras bırakabiliyorlar. Ancak mülklerini satmak isterlerse devlet satın alıyor. Başkasına satılamıyor.
Emeklilik: Küba’da emeklilik yaşı kadınlar için 60, erkekler için 65. Emekli maaşı ise çalışırken alınan maaşın %60’ı.
Doğum izni: Küba’ doğum izni hamileliğin 7. ayında başlıyor. Doğumdan sonra 6 ay maaşının tamamı, sonraki 6 ay %60’ı ödenerek izinli sayılıyor. 1 yıl sonra eski işine aynı pozisyonda geri alınıyor.
Yabancı dil: Yabancı dil öğrenmek isteyen çalışanlar, dil okullarının kurslarına kayıt oluyor ve işveren bu kişilere kursa katılmaları için izin veriyor. Yoğun dönemlerde çalışanların kurslara ara vermesi istenebiliyor.
(7) Siyah Mercan
Rehberimiz bize, Trinidad pazarında 10-12 pesoya satılan mercan kolyelerin büyük ihtimalle sahte olduğunu, mercanın bu kadar ucuz olamayacağını, ayrıca siyah mercanı ülkeden çıkarmanın sorun olabileceğini anlattı. Gerçek olup olmadığı mercanı ateşe tutarak anlaşılıyor. Gerçek siyah mercan ateşten zarar görmüyor. Sahteleri ise eriyor.
(8) Küba Purosu
Devrim öncesi Küba’da, her puro markasının kendi fabrikası varmış. Bugün tüm fabrikalarda her marka puro üretiliyor. Puronun sertliği tütünün güneş alma durumuna göre değişiyor. En çok güneş alan üst yapraklardan en sert purolar üretilirken, alt kısımlarda kalan yapraklardan daha hafif purolar üretiliyor. Cohiba oldukça sert, Monte Cristo orta sertlikte, Romeo y Julieta ise genellikle bayanların tercih ettiği hafif markalar. En ünlü ve pahalı olan Fidel ve Che’nin favorisi Cohiba -tanesi 10 dolar civarında-. Bunlar dışında puro almayı düşünenlere önerim Guantanamera. Ucuz ve içimi çok güzel. Marka isimlerinin dışında purolar boylarına göre de isimlendiriliyor. Birkaç standart boy var, aklımda kalan birinin adı Churchill. Puro alırken ‘Cohiba Churchill’ ya da ‘Monte Cristo Churchill’ gibi ifadeler kullanılıyor.
Her markanın kendi kibriti var ve Kübalılar purolarını daima kibritle yakıyorlar. Puronun yanması uzun sürdüğünden kibritler de sigara boyunda üretiliyor. Kübalı gibi puro içmenin bir raconu da puronun alt kısmına sarılı bulunan ve üzerinde markanın ismi yazan küçük kağıdı puroyu yakmadan çıkarıp atmak. Bu kağıt tütün yaprağı burjuva sınıfının elini kirletmesin diye konuluyor. Kübalılarsa ‘Vatanımızın tütünü elimizi kirletmez!’ diyerek kullanmıyorlar bu kağıtları.
DENİZ ALSAÇ YILDIRIM
İSTANBUL, 2009