Murat Özsoy – “Üstümüze haşere ilacı püskürtüyor olmasınlar!”
Bizi iliklerimize dek ısıtan masmavi ve parlak bir ağustos sabahı Mustafa Kemal’in telifi Ankara’da başlar masalımız… Haydi, sarılın birbirinize, sımsıkı sarılın…
Sevgiyle, aşkla sarılın… Bırakmayın ellerinizi asla… Ve kapayın gözlerinizi artık… Teslim edin kendinizi düşlerimize… Hep birlikte, dünyanın kanatlarında dolaşacak, masalın gerçeği kentlere ulaşacağız… Düşler kuracak, düş renginde kentler göreceğiz… Kentlerin kanatlarındaki gökkuşağına binip düşler kentine yolculuklar yapacağız… Kısrak başı gibi uzanan Anadolu topraklarından başlayan bir uzun koşuyla uygarlığın ve vahşetin kentlerini kuşatacağız…
Tekirdağ’daki İslam Büfe’nin “Meşhur Roma Dondurması” ilanı ilk durağımızın Roma olduğunun habercisi sanki! Adı her ne kadar İslam olsa da, büfede, Sütçü İmam’ın memleketi Maraş’ın dondurmasının değil de, Romulus ve Remus’un memleketi Roma’nın meşhur dondurmasının satılıyor olması, Avrupa Birliği’ne üye olmak için ulusça seferber olduğumuz bir süreçte İslam’la Katolikliğin merkezini yan yana getirmesi açısından hayli iyi düşünülmüş bir hamle doğrusu!…
İpsala gümrüğüne ulaşmamız gece yarısını buluyor. Yunan sınır kapısından girerken otobüsümüzün üzerine bir sıvı fışkırtıyorlar. Yanımızdaki koltukta oturan komşumuz, “Sterilize mi ettiler bizi acaba?” diye soruyor. Bir diğer yol arkadaşımız, “Üstümüze haşere ilacı püskürtüyor olmasınlar!” diye telaşlanıyor. Dayanamayıp şoförümüze soruyorum, “zulası belli olmasın diye tır’ın ya da otobüsün çevresine çamur sürenlerin foyasını ortaya çıkarmak için püskürtüyorlar bu suyu!” diyor umursamazca!..
Haylidir Yunan gümrüğünde bekleşiyoruz. Üstüne üstlük dışarıdaki sivrisinek ordusu tam bir kuşatma nizamıyla hareket ettiğinden camları da açamıyoruz. Sauna kadar hora geçiyor bu bekleyiş doğrusu! Bir de kese ve sabun olaydı, demeyin keyfimize! Yanımıza bir karavan yanaşıyor. Karavanın penceresinden, bir hanımın hazırladığı yemekleri ağzımızın suyu aka aka seyrediyoruz çaresiz. Gümrüğe girerken güneş yeni batıyordu, çıktığımızda ise ay tepemize gelmişti!..
“Nasıl yapmışlar bu manastırları dağın tepesine?”
22 Ağustos. Trikala-Kalambaka yolu üzerindeyiz. Kayaların tepesine kurulmuş manastırlara ulaşmak için otobüsümüzle uzunca bir tırmanışa geçiyoruz. Önümüzdeki kırmızı otomobilin içindeki Yunanlı polis memurları güvenlik nedeniyle bize eşlik ediyor.
Ve nihayet, fevkalade stratejik bir noktaya kurulmuş, kartal yuvasını andıran manastırların önündeyiz. Dünyanın en ilginç manastırlarından olsa gerek bunlar! Havada asılı gibi duruyorlar sanki! Kayalarsa milyonlarca yıllık erozyon sonucu inanılmaz ilginç şekillere bürünmüş. Hepimizin birbirine sorduğu soru aynı: “Nasıl yapmışlar bu manastırları dağın tepesine?”.
Bölgedeki manastırların en büyüğü olan Grand Meteoron Kutsal Manastırı, üç asırlık bir çalışma sonucu 1356 yılında tamamlanabilmiş! Ne demeli, demek ki, zahmetsiz rahmet olmuyormuş! Ancak, inanılmaz bir sabır sonucu beş yüz metre yüksekliğe taş taşıyarak inşa edilen yirmi dört Ortodoks manastırından on yedisi bugün harabeye dönmüş durumda!
1981’de, James Bond’un “For your eyes only” adlı filminin burada çekilmiş olması da yörenin ününe katmerli bir ün daha katıvermiş. Manastırın önündeki levhada, Grand Meteoron’un salı günleri kapalı olduğu, ziyaretçilerin de şort ve kolsuz elbiseyle kabul edilemeyeceği kesin bir dille ifade edilmiş. Ancak, Meteora’nın asıl tadı, bu manastırları gizli geçitlerine kadar bilen bir bölge rehberi ile dolaşarak çıkardı her halde! Oysa, böyle tehlikeli fikirleri değil gerçekleştirmeye, düşünmeye bile fırsatımız yok. Önümüzde daha on iki bin kilometre yolumuz ve sadece yirmi altı günümüz var!
Yolda, Yunan harflerinin Latin karşılığını tahmin ederek, gördüğümüz yazılardan anlamlar çıkarmaya çalışıyoruz. Birkaç saat sonra Yunan sahil kasabası İgoumenitsa’dayız. Dört asır Osmanlı yönetiminde kaldığından Yunanistan’ın kültürel dokusu, Türkiye ile önemli benzerlikler gösteriyor. Duvarlarda, Pasok ve rakibi Yeni Demokrasi Partisi’ne ait afişler dikkatimizi çekiyor.
Akşam dokuz sularında, feribotla İtalya’nın liman kenti Bari’ye doğru yola çıkıyoruz. Güvertede oturup deniz havasını ciğerlerimize dolduruyoruz derin derin. Salonda, Fransa’da çalışan bir Türk ailesinin çocuklarıyla yoğun Fransızca destekli bir değişik Türkçe konuşuyoruz. Hepimizi evlerine davet ediyorlar! “Evimiz sizin yolunuzun üzeri, geçerken uğrayın, bir çayımızı için ne olur!” diyorlar bize tüm sevecenlikleriyle. Uzun uzun söyleşip sonunda uykuya teslim oluyoruz.
“Çaresi yok! Çizme’nin topuğuna kadar alacağız tüm buraları!”
23 Ağustos. Gözümüzü açtığımızda Bari’ye hayli yaklaştığımızı anlıyoruz. 3.500 yıllık bir yerleşim merkezi olan Bari, hem Balkanlar ve Orta Doğu ticaretinin önemli deniz limanı, hem de zengin bir tarım bölgesi. 1096’da Haçlı Seferleri’nin de önemli limanı olan Bari II.Dünya Savaşı sırasında yoğun bombardımana uğramış. Gerçi, biz II.Dünya Savaşı der dururuz ama, kimi tarihçilere bakılırsa, insanlık en az dokuz dünya savaşı çıkarmayı başarmış! Yani, ardında elli milyon ölü bırakan bu son savaş ikinci değil IX.Dünya Savaşı olarak adlandırılmalıymış!
Güverteden, Bari’nin evlerini seçebiliyoruz rahatlıkla. Adriyatik rüzgârları püfür püfür esiyor. İyi ki, ağustosa aldanmayıp kazaklarımızı yanımızda getirmişiz diye düşünüyoruz hepimiz. Kimi turist gençler, güverteye serilmiş, birbirlerine sokulup gruplar halinde uyuyorlar! Tam bu esnada, fevkalade hararetli fetih nutukları çalınıyor kulağımıza. Bir gurbetçi işçimiz yanındakilere “Çaresi yok! Çizme’nin topuğuna kadar alacağız tüm buraları!” diyor Barbaros’un kadırgasındaki bir levent edasıyla! Gerçi, tekrar tekrar “çaresiz Çizme’nin topuğuna kadar alınacak buralar!” diyor ama yine de çizmeyi aşmayıp topukla yetiniyor!.. Öte yandan, eğer, İtalya’nın topuğuna kadar her yeri almaktan başka çaremiz yoksa, hazır fetihlere başlamışken, neden Afrika’nın, Asya’nın Amerika’nın, ve hatta Karayib Adaları’nın burçlarına bayrağımızı dikmiyoruz da sadece İtalya’ya kadar olan ülkelerle yetiniyoruz diye düşünmeden edemiyor insan! Değil mi ama, oldu mu tam olmalı ki, değmeli elimize kılıç aldığımıza!..
Biz fetih rüyalarıyla haşır neşirken Bari’ye yanaşmışız bile! Otobüsümüz feribottan nazlı nazlı iniyor limana. Önünde kocaman “İgoumenitsa-Çeşme” levhası bulunan turizm acentesini arkamıza alıp serde de Çeşmelilik olduğundan nostaljik bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz eşimle. Bir an düşünüyorum, benim ufkum, vizyonum, hayal gücüm ne kadar dar diye! Fütuhatçı gurbetçimiz, çaresiz Çizme’nin topuğuna kadar her yeri almayı düşlerken, ben gurbette bir Çeşme levhacığı ile yetinip mutlu oluyorum… Ufuk, vizyon önemli konular ama, herkes nasibini alamıyor bunlardan ne yaparsınız ki!..
“Eroin kontrolu dediler, sonra da dayadılar silahı gırtlağıma!”
Bari gümrüğünde rastladığımız bir tır şoförü yurttaşımız “İtalyan usulü yankesicilik” yöntemlerini anlatıyor hararetli hararetli. “Ellerine kesici bir alet alıp motosikletle yanınızdan geçerken söküp alıyorlar üzerinizde ne var, ne yoksa!” diyor.
Roma’da silahla soyuluşunun öyküsü ise daha da ilginç: “Polis kimliği gösterdiler. Tır’ın kapısını açtım. ‘Eroin kontrolü!’ dediler. Sonra da dayadılar silahı gırtlağıma! ‘Çıkar bütün paraları!’ dediler. Önce ‘param yok!’ dedim. Ama sonunda çaresiz üstümdeki tüm parayı vermek zorunda kaldım. Tam dört bin markım gitti! Roma Emniyet Müdürlüğü’ne gidip tek tek tüm polislerin fotoğrafını inceledim ama, sanıkları bulamadım. Demek ki, beni soyanlar sahte polismiş!”. Ve ekliyor, “Baksanıza, artık pasaportumu bile arka cebimde taşıyamıyorum korkudan! Bir kese içinde, göğsüme asmak zorunda kaldım, ne yapayım!”.
Bu İtalyan limanıyla, dönüşte daha uzunca kalmak üzere vedalaşıp Roma’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolda kaybolmak gibi bir endişemiz pek yok doğrusu! Öyle ya, nasıl olsa her yol Roma’ya çıkmıyor mu?..