Kahire

Gece yarısına doğru uçağımız  iniş yaptıktan sonra; servis aracına yürürken, Kahire’nin kuru, sıcak havasını kokladık. Uzun bir günün yorgunluğundan ötürü bir an önce kendimizi otele atıp, dinlenmek isterdik; ama ne yazık ki, pasaport  polisinin işgüzarlığına takıldık. İngilizce bilmeyen görevli, pasaportlarımızı aldıktan sonra bizi ayırarak, beklememizi işaret etti. Bize göre hiçbir pürüzümüz yoktu! Vize geçerlilik tarihlerimiz açıktı. Hele yol arkadaşımın obsesiyonu olduğundan, yol boyu pasaportunun sayfalarını inceleyip durmuştu. Bilirdim, en ufak bir nokta virgül hatasını bile gözden kaçırmazdı.! Aynı uçakla gelmiş olan, sakallarından din eğitimi almaya geldiklerini tahmin ettiğim diğer vatandaşlarımız ise; sadece buruşuk birer belge göstererek, hiç beklemeksizin geçip gittiler.

Gece yarısına doğru uçağımız  iniş yaptıktan sonra; servis aracına yürürken, Kahire’nin kuru, sıcak havasını kokladık. Uzun bir günün yorgunluğundan ötürü bir an önce kendimizi otele atıp, dinlenmek isterdik; ama ne yazık ki, pasaport  polisinin işgüzarlığına takıldık.

İngilizce bilmeyen görevli, pasaportlarımızı aldıktan sonra bizi ayırarak, beklememizi işaret etti. Bize göre hiçbir pürüzümüz yoktu! Vize geçerlilik tarihlerimiz açıktı. Hele yol arkadaşımın obsesiyonu olduğundan, yol boyu pasaportunun sayfalarını inceleyip durmuştu. Bilirdim, en ufak bir nokta virgül hatasını bile gözden kaçırmazdı.!

Aynı uçakla gelmiş olan, sakallarından din eğitimi almaya geldiklerini tahmin ettiğim diğer vatandaşlarımız ise; sadece buruşuk birer belge göstererek, hiç beklemeksizin geçip gittiler. Sonunda, bir ben ve endişeli arkadaşım kaldık. Bir odacının pasaportlarımızı oda oda dolaştırmasını izledim.

Sonra, çok sonra; evraklarımızın, kordonlu üniforma giymiş birisine teslim edildiğini gördüm. O da pasaportlarımızı getirip lütfeder bir tarzda bize teslim etti; ne onurdu!
Baktım, İstanbul‘da ki konsolosluklarının verdiği vize süresinden, bir kaç gün daha kısaltma yapmışlar. Bizi göçmen işçi mi sanmışlardı acaba?

Terslikler tek başına gelmez..!
Valizlerimizi aldıktan sonra, güya korsan bir taksiciye rastlamayalım diye, yetkili taksi acentası olduğunu düşündüğümüz bir kontuardan, taksi kuponu aldık.
Bir adam önümüze düştü. Kapı önünde değil de, park alanında külüstür bir otomobile bindirildik!. Canımız sıkıldı…

Ön koltukta, sürücünün yanında birisi daha oturuyordu. Yol boyu kendi aralarında konuşup durdular! Tahmin ettiğimiz gibi otele gelince, ekstra ücret talep ettiler. Ama kızgınlıkla, öyle bir hayır demiş olmalıyım ki, hemen savuştular!

Sonraki günlerde de hayli sürücü ile tanış olduk! Gerçi onlar ilk akşamki şöför gibi itici olmayıp, hepsi konuşkan ve arkadaş canlısıydılar. Dostluğunuzu kazanmak için önce ellerinden geleni yapıyorlar, sempatik görünmek için habire konuşuyorlar; sonrasında ise, sizi anlaşmalı oldukları parfüm veya hediyelik eşya satıcısına götürmek için ısrara başlıyorlardı. Bu durum çok sıkıcıydı. Bizi konuşturmak isterken birisi  bizim mesleğimizi ve kullandığımız arabaların markasını bile doğruya yakın  tahmin etmişti!

Ama asıl insan sarrafları, Ali el Hariri çarşısının esnafları idi. Siz hiç Türkçe konuşmasanız da, nasılsa Türk olduğunuzu anlayıp sizi şaşırtıyorlardı.

Haydi atalarımın Orta Asya’dan geldiğini inkar etmeyen hafif çekik gözlerimle ben neyse- başka ülkelerde beni hep diğer Akdenizlilere benzetmişlerdi!-, ama beyaz tenli, açık renkli gözlü arkadaşım hiçte tipik bir Türk sayılmazdı!
Yürüyüşümüz, tavırlarımız belki de bakışlarımız, bizim aidiyetimizi belli ediyordu demek ki…

Türk kimliğiniz ise, Mısırda iken ister istemez üzerinde düşünmeniz gerekecek bir olgu olarak ortaya çıkıyordu.Başka ülkelerde, aidiyetiniz milliyetiniz hiç önemli değildir. Siz sadece bir yabancısınızdır onların gözünde.
Ama buralarda, Türk oluşunuz önem taşıyor; olumlu veya olumsuz, sonuçları ile yüzleşiyordunuz…!

Nasır rejiminin milliyetçi politikası,  Türklerin eski sömürgecileri oldukları bir propaganda yürütmüştü. Gerek bu resmi tarih taraflılığı,  gerekse geçmişte Osmanlı yönetiminde bulunmuş Arap ülkelerinde rastlanabilen bir Türk kompleksinin doğal bir yansıması sonucu; özellikle yönetim kademelerinde bizlere karşı önyargılı idiler.

İş toplantılarında, hiç neden veremediğiniz uzak mesafeli duruşlar görüyordunuz.
Uluslararası bir konferans da, Amerikalıların peşinde dolaşan ev sahipleri bir kez bile gelip hal hatır sormamışlardı!

Hatta katıldığımız konferansın siyasi değil de, teknik-bilimsel bir toplantı oluşuna aldırmadan; bir yemek esnasında, Suriye’den gelen katılımcıların masalarındaki Amerikalılara yersiz bir Türkiye aleyhtarı propaganda yapmaya çalıştıklarını, bu durumdan sıkılmış olan Amerikalıların ağzından duymuştuk.

Bir Türk firmasının Kahire’deki temsilcisi bu konunun altını kalın çizgilerle çizdi. Yerel muhatahabları ile ilişkilerinin sırf kimliğinden ötürü pek yapıcı gözükmediğinden yakınmakla birlikte, şunları da ekledi:

‘ Güney’e, Nil vadisine yaptığım gezilerde, o yöre insanının, halkın bana gösterdiği tezat yakınlığı anlatmam mümkün değil! Geçici ideolojilerin ulaşamadığı bu yörelerde Türkleri nasıl ilgi, sevgi ve saygıyla karşıladıklarını  görmek gerek!’

Rejimin Türklere karşı önyargısı İngilizce basılmış olan şehir rehberinde bile açıkça görülüyordu. Şehrin tarihini anlatan bölümde önce Memlük sonra Osmanlı, neredeyse 800 yıllık bir süreden hiç bahis yoktu. Türk varlığını akla getirebilecek hiç bir sözcük kullanılmamıştı; sadece bir yerde, falanca caminin yapım emrini ‘Sultan verdi’ diyordu. Hangi Sultan?

Otelden çıkış yaparken, resepsiyondaki beyaz tenli, yüz hatları daha keskin çizgiler taşıyan kıza gözlerini kaçırmamasından cesaret alarak iltifat olsun diye,’ Biz Türklere benziyorsunuz!’ dedim. Sevindi: ‘dedelerim arasında Türk vardır!’ diye cevapladı.
İşte böyleydi, Kahire Türk olmak!

Kahire’nin şehir trafiği İstanbul’dan beter durumdaydı. Yoğundu, sinyalizasyon yoktu. Sıcakla birlikte artan bir eksost kirliliği, akşam saatlerinde dayanılmaz oluyordu.
Sürücülerse kurallara uymuyorlardı. Ceza uygulanmadığını zannediyordum;  çünkü sürücülerin trafik polislerine de saygısı yoktu. Yanlarından geçerken ‘fuuvt, fuuuvt! diye düdük sesi çıkararak alaya alıyorlardı.

Yayalara da saygı olmadığından, trafik onlar için tehlikelerle doluydu. Yayalar, hiç yavaşlama ve durma gereği duymayan araçların arasından, bir  cambazlık ve çokça cüretle karşıya geçiyorlardı.

Yaya geçidi olmadığından, sizse caddenin bir tarafından diğer yanına geçmek için neredeyse bir on beş dakika uygun an kollayıp, beklemek zorundaydınız..
Hiç kaza görmemekle birlikte, bu tehlikeli durumun bir nüfus planlama yöntemi olduğunu düşünmedim de değil..!

Çünkü o kaldırımlarda hantal hantal yürürken gördüğüm beyaz entarili delta köylülerinin, eğer cadde geçmeye kalkışırlarsa, korkarım ki mevta olmaları kaçınılmazdı..

Yerli halk öğleden sonraları, Nil’in Batı yakasına gölge düştüğünde, buralardaki kahvehanelerde, çay bahçelerinde oturuyordu. Gece indiğinde ise Doğu sahilindeki nehir boyunda, kalabalıklar aynı Anadolu taşrasında olduğu gibi çekirdek çıtlatarak piyasa yapıyorlardı.

Kahvehanelerde rengi kırmızı tarçına benzeyen, ama naneli baharlı kokusu yollara yayılan bir çay içiliyodu. İnsanlar sakin ve munis gözüküyorlardı. Bizim Güneydoğu bölgesinde rastladığımız, yabancılara karşı dik ve sabit bakışlar yoktu.
Bu tezatla bizim insanımızın diğer Ortadoğulu’lara kıyasla ne kadar gergin ve sert olduğunu tesbit etmek mümkün oluyordu.

Mevsim Mayıs başı olmasına karşın, öğleden sonraları sıcaklık 32 dereceyi aşıyordu. Ama sabahları nehir boyunca bir sis iniyordu ki, nehir kıyısına doğru bakınca, sis örtüsü altında sadece gezi gemilerini gördüğünüzden, kendinizi bir Kuzey Avrupa nehir boyunda zannedebilirdiniz.

Bu mevsim, çöl ikliminin yegane çiçekli zamanı olmalıydı. Bakımlı yerlerde, bahçe duvarlarından  sarkan kırmızı mor bugenvillerle, kaldırım boylarındaki jakandra ağaçlarının mavi çiçekleri ortalığı neşelendiriyordu.

Büyük nüfusu ile Mısır’ın, eğer  üzerinde Batılıların yaptığı gibi titizlikle çalışılırsa, Türkiye için iyi bir pazar olabileceği söyleniyordu. Caddelerde yüksek gümrük vergisine rağmen, Tofaş’ın kuş isimli otomobilleri dolaşıyordu.

Hizmet sektörü bakirdi, şehirde bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda fast food mağazası vardı. Öyle ki şehrin tek Mc Donalds hamburgercisinin kapısında limuzinlerin beklediği görülüyordu. Varlıklı kesim sanki Paris’de ünlü bir gurme lokantasına gidermiş gibi hamburgerciye gelmişti..!

Şehrin en cazip yerinde, Yunan kökenli bir fast food restoranı, berbat bir döner satıyordu.
Eminim ki, lahmacun ve kebap işindeki girişimcilerimiz eğer Kahire’de iş kurarlarsa; gerçek lezzeti Kahirelilere öğretir, buralarda tutunabilirlerdi.
Hele dondurma sektörünün çok iş yapabileceğini tahmin ederdim. Sıcak iklimde hazır dondurmanın ciddi pazarı olmalıydı. Ayrıca en seçkin otellerde bile, gerçek dondurma yapabilen aşçılar olmamalıydı; çünkü yemek sonrası yediğimiz dondurmalar, tek kelimeyle rezaletti.

Müteahhitlerimizin de bu ülkede ihale alabilecekleri söyleniyordu. Bununla birlikte, Mısır’da iş yaparken ciddi bürokratik güçlüklerle karşılaşılabileceği izlenimi de edindim.

Hilton otelinde, bir ofisin kapısında şöyle bir tabela vardı:
-Hükümetle İlişkiler Md.-
Bu departmana neden gerek duyulmuştu? Acaba bürokratik ilişkiler çok güç  ve devlet kırtasiyesi çok mu karmaşıktı?

Bu yazıda, çoğu Kahire gezgini gibi Eski Mısır’ı anlatmadıysam, bunun sebebi, bu şehirde geçmişimizle ilgili bir bağ bulmuş olmamdır. Nasıl olsa piramitlerin görkemini çoğu yerde okuyabilirdiniz.

Kahire bizim için bir Amerikalı’nın gözüyle görüldüğü kadar ekzotik değildi.
Zaten bu şehirde kendinizi yabancı hissetmiyor, sanki burada daha önceden bulunmuşsunuz gibi bir his yaşıyordunuz..
Deja vu?

Mart 1999

Cengiz Özder

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Önceki Yazı

Manastır’da 10 Kasım

Sonraki Yazı

Çölün ortasında bir vaha: Abu Dhabi

OKUMA ÖNERİSİ