Hiroşima’nın Genbaku (Atom Bombası) Kubbesi’nin karşısındayız. 78 yıl önce Amerikan ordusu bu şehre ilk atom bombasını bıraktığında her yer dümdüz olmuştu. Ayakta kalabilen bina yoktu. O gün kenti yerle bir eden bombanın izleri zamanla silindi. Geriye bu bina kaldı. O günkü ürkütücü görüntüsüyle karşımızda. Tabii herkesin sorduğu soruyu biz de soruyoruz. Sıfır noktadaki bu bina nasıl oldu da şehirdeki diğer bütün binalar gibi toz haline gelmedi? Yanıtını müzedeki ayrıntılı bilgileri okuyunca öğrendik.
Savaş tarihinin en ünlü silahı olan atom bombası, 6 Ağustos 1945’te Amerikan B-29 bombardıman uçağı tarafından bu kentin üzerine atıldığında saatler 08:15’i gösteriyordu. Patlamanın ardından 10 kilometrekarelik alanda bulunan neredeyse her şey yok oldu ve yaklaşık 80.000 kişi öldü, bazıları 3.000 ila 4.000 santigrat dereceye ulaşan sıcaklıkla bir anda buharlaştı. Hayatta kalanlar radyasyon zehirlenmesiyle hastalandı sonuçta 192.000 kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Hiroşima şehri yerle bir olurken sadece yarısı patlamış Genbaku Kubbesi büyük hasar görmesine rağmen ayakta kalmıştı. Çek mimar Jan Letzel tarafından 1915 yılında tasarlanan bu yapı, bombadan önce kentin Endüstriyel Tanıtım Salonu’ymuş. ABD savaş uçağı tam bu binanın üstünde bombayı bırakmış. Bomba yerde değil havada patlamış ve oluşan ısı, sıfır noktasındaki havayı tamponlamış. Bina 1996 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. Bu kubbe şehri ziyaret eden herkes için savaşın acımasızlığını hatırlatan bir sembol.
Hiroşima‘ya geldiğimizde binaları, parkları, mağazaları ve işletmeleriyle modern bir Japon kentiyle karşılaştık. Otelimiz bombanın sıfır noktası sayılan parka yürüyüş mesafesindeydi ve tam kapasite doluydu. Turistler bugün de her zaman olduğu gibi kenti yakından tanımak için buraya gelmişti. 2015’ten 2019’a kadar Hiroşima’ya gelen yıllık yabancı ziyaretçi sayısı 1 milyonu aşmış ve şehir 2019’da 1,8 milyon denizaşırı ziyaretçiyi ağırlamış. Peki böylesine bir felaketin yaşandığı yeri insanlar niye akın akın ziyarete ediyor? Bu durumu uzmanlar “karanlık turizmi”, “keder turizmi” ya da “savaş alanı turizmi” olarak açıklamış. Hiroşima tek örnek değil. Avrupa’daki Nazi toplama kampları, Kamboçya’nın işkence hapishaneleri, ölüm tarlaları, Batı Afrika’nın köle limanları gibi Hiroşima da gelenlere duygusal anlar yaşatıyor. Yerel hükümet istatistiklerine göre, en fazla yabancı ziyaretçi Amerikalılardan oluşurken, onları Avustralyalılar ve Çinliler takip ediyormuş. Burayı sadece yabancılar değil Japonlar da sık sık ziyaret ediyor. Kenti gezerken anıt bölgesinde park etmiş onlarca turist otobüsüyle karşılaştık. Otobüslerin içinden turistler değil ilk ve ortaokul öğrencileri iniyordu. Hepsi öğretmenlerinin eşliğinde barış anıtını ve müzeyi ziyarete gelmişti.
Bir milyonluk nüfusuyla Hiroşima, zorluklara karşı dayanıklılığı temsil ediyor. Kentin barış mesajı vermesine rağmen tarihle olan karmaşık ilişkisini de unutmamak lazım. O günlere geri dönen herkes bir şehrin nasıl askeri bir üs haline geldiğini de görebilir.
Hiroşima, Edo döneminin (1603-1867) birkaç büyük kale kentinden biriydi. Meiji Restorasyonu sırasında Japonya modernleşme sürecine girmiş ve 1888 yılında şehir Japon İmparatorluk Ordusu’nun Beşinci Tümen Karargâhı’nın üssü haline gelmişti. Ertesi yıl Hiroşima’nın güney kıyısında bulunan Ujina limanına bir demiryolu bağlandığında, şehir Kore Yarımadası ve Çin anakarasına asker sevk etmeye başladı. İkinci Çin-Japon Savaşı (1937-1945) ve Pasifik Savaşı’ndaki (1941-1945) çatışmalar yoğunlaştıkça Hiroşima’nın askeri başkent rolü de genişledi ve şehirde kritik ordu tesisleri inşa edildi. Hiroşima’nın askeri düzen ve kapasitesi şehri atom bombası için bir hedef haline getirdi. Şehir ilk şokun ardından ayağa kalkmaya çalışsa da toparlanması hiç kolay olmadı. Tam ölçekli yeniden inşa çalışmalarına Ağustos 1949’da başlandı.
Hiroşima’yla ilgili ilk izlenimlerimiz Japonların şehri sıfırdan inşa ederek yeşil alanlarla süslemeleri oldu. Gelen her yabancıya huzur veren bu ilk izlenimin ardından doğal olarak insan kendini 1945 yılının 6 Ağustos’unda buluyor. Genbaku Kubbesi’nin biraz ilerisindeki Barış Anıtı ve müze de o günü hatırlatıyor.
78 yıl sonra Hiroşima’da atom bombasının izinde yürümek garip bir duygu. Hüzün ve acıyı aynı anda hissetmemek mümkün değil. Genbaku Kubbesi’nin tam karşısındayız. Bir zamanlar yıkıntı ve ıssızlığın olduğu yerde her yönden yeşilliklere bakan bir dizi sütun üzerinde yükseliyor.
Hiroşima Barış Anıtı Müzesi‘nin girişinde sessizce sıramızı bekliyoruz. Kenzō Tange tarafından tasarlanan ve 1955 yılında açılışı yapılan müze bugün ulusal ve uluslararası barış sembolü olarak kabul ediliyor.
Hiroşima Barış Anıtı Müzesi’nde yer alan kalıcı sergi, bombanın öldürdüğü insanlar hakkında bilgi veriyor. Müzede sergilenen eserler bir daha unutulmamak üzere gelenlerin zihnine kazınıyor. 4 yaşındaki bir çocuğun patlama sırasında bindiği ve yanarak öldüğü erimiş bisikletin karşısındayız. Biraz ilerde okulda hayatını kaybeden bir öğrencinin taşıdığı beslenme çantası var. Bombanın patladığı anda şehrin bir binasının basamaklarında oturan bir insandan geriye kalmış gölgeye bakıyoruz. Parçalanmış elbiseler, saatler, o günün tanıklarının kaydettiği günlükler, hayatta kalanların çizimleri, patlamanın bilimsel açıklamaları ve betonda eriyen cam kalıntılar… Her biri o korkunç günü hatırlatıyor ve geleceği düşünmek için insanı o anda bulunduğu yere mühürlüyor.
Salon turistlerle tıklım tıklım dolu, herkes sessiz. Gözlerinizi kapatsanız kendinizi bir boşlukta hissedebileceğiniz bir sessizlik bu. Cam vitrinlerin arkasında ölenlerin portreleri, giysileri, bisikletleri, oyuncak bebekleri ve çizimleri sergileniyor. Her biri gerçek insan hikayelerinden oluşan hatıralardan gözümüzü alamıyoruz. Anneleri için kendi hayatlarını feda edebilmeyi dileyen çocuklar, kapıyı çalan kişinin yıllardır görmediği çocuğu olduğunu düşünen anneler o korkunç günü anlatıyor. Salonda bulunanların gözleri nemli, zaman zaman boğazlarına düğümlenen hıçkırık sesleri duyuluyor karanlık salonda. Müzeden çıkış yolu ise günün en çarpıcı manzarasını hafızamıza kazıyor. Uzun bir koridordan çıkış kapısına yürürken solumuzda barış anıtının ve tam arkasında o korkunç iskeletiyle dikilen Genbaku Kubbesi’yle karşılaşıyoruz. Hava açık, gökyüzünde pamuk gibi beyaz bulutlar var. İnsanlar az önce tanık oldukları anların hesaplaşmasıyla çıkışa doğru sessizce ilerliyor.
Bombadan kurtulanlara hibakuşa adı verilmiş. Hibakuşalar, bombardımanın hemen ardından Hiroşima’nın barış merkezli kimliğinin önemli aktörleri olmuş. Öfkelerini ve acılarını içlerine atarak hayata küsmek yerine nükleer silahların ortadan kaldırılması ve savaş karşıtlığı için mücadeleye öncülük etmişler. Atom Kubbesi durumu da bir dönem tartışma konusu olmuş. Bombadan kurtulanlar ya da yakınlarını kaybedenlerin bir kısmı kubbenin geçmişi hatırlattığı için yıkılmasını istemiş. Bugün artık hayatta kalan hibakuşa sayısı çok az ama şehir onların hikayelerini kağıt ve film üzerinde belgelemek için yoğun çaba sarf ediyor. Müzenin özel sergilerinden birinde, hayatta kalanların çizimleri gelecek kuşaklara aktarılıyor ve Japonya’nın dört bir yanındaki bireylerin ülkelerini sonsuza dek değiştiren o güne dair hala sahip oldukları anıları tasvir ediyor.
Müzenin biraz ilerisinde atom bombasına ait çok sayıda izin bulunduğu bir park var. Park içinde Atom Bombası Kubbesi’nin dışında bomba kurbanları için taş tonozun içinde öldürülen herkesin isimleri yazılı olan bir Anıt Mezar var. Barış Ateşi, Barış Çanı, Çocuk Barış Anıtı ve müzeyle kubbeyi bağlayan Aioi Köprüsü de yine bu parkta bulunuyor.
Hiroşimayı ilk gördüğümde huzurlu bir şehir olduğunu düşündüm. Trafiği, restoran ve kafeleri, modern binaları olan aydınlık, ferah bir şehir… Atom bombasının izleriyle henüz karşılaşmamıştım. Müzeyi gezdikten sonra şehrin huzurlu ama çok hüzünlü olduğunu anladım ve bir zamanlar cehennemi yaşamış bir şehirde olduğumu hatırladım.
Burayı daha da özel yapan başka nedenlerimiz de vardı. Yıllar önce ABD’de yaşadığımız günlerde yine fırsatını bulup yollara düşmüş, kendimizi bir anda Los Alamos‘ta bulmuştuk. Hiroşima’ya atılan atom bombasının icat edildiği kasabada dolaşmış, bombanın nasıl hazırlandığını anlatan müzeyi ziyaret etmiştik. Hatta bombanın test edilişi sırasında araca nakledildiği parkta oturup başta Oppenheimer olmak üzere bombada “emeği” geçen bilim insanlarının yaşadığı barakaları da görmüştük. O gün kapkaranlık bir havada, kasvetli bir ruh halinde gezerken bombanın hedefi olan Hiroşima hakkındaki bilgileri de okuyorduk. Atom bombasının üretildiği yerleri gördükten yıllar sonra bu bombanın patladığı şehirde bulunmak kaderin garip bir cilvesi olsa gerek…
Savaştan sonra şehri yeniden inşa etmek için büyük çaba sarf edilmiş. Şehrin bir daha yaşanmaz bir yer olacağı yönündeki tahminler de yanlış çıkmış. Hiroşima Kalesi ve Shukkeien Bahçesi gibi alanlar yıkımdan sonra Hiroşima’nın tarihi mirasının birer simgesi olarak yeniden inşa edilmiş. Bu mekanlar barış parkına yürüme mesafesi uzaklıkta.
Hiroşima Kalesi 1945’te atılan atom bombasının yok ettiği yüzlerce tarihi mekandan biri. Bombadan on üç yıl sonra, kısmen ahşap bir dış cephe ile betonarme olarak yeniden inşa edilmiş. Sazan Kalesi olarak da adlandırılan bu kale (Hiroshimajo), tepe ve dağ kalelerinin şehrin merkezindeki düzlükte inşa edilen kalelerden. Ana kalesi beş kat yüksekliğinde, arazisi de bir hendekle çevrili. Kale sınırları içerisinde bir tapınak, bazı kalıntılar ve Ninomaru’nun (ikinci savunma çemberi) yeniden inşa edilmiş birkaç binası bulunuyor.
Kaleyi 1589 yılında güçlü feodal lord Mori Terumoto inşa etmiş ve zamanla batı Japonya’da önemli bir güç merkezi olmuş. Kalenin içinde Hiroşima’nın ve kalenin tarihi hakkında bilgilendirici bir müze var, en üst kattan çevredeki şehrin panoramik manzarası izlenebilir.
Kaleden sonraki durağımız Shukkeien Bahçesi oldu. Shukkeien “küçültülmüş manzara bahçesi” olarak dilimize çevrilebilir. Bu tanım aynı zamanda bahçenin kendisini de iyi bir şekilde anlatıyor. Vadiler, dağlar ve ormanlar bahçenin peyzajında minyatür olarak temsil ediliyor. Arazinin ve bitki örtüsünün özenle işlenmesi sayesinde bahçe çeşitli doğal oluşumları ve doğal manzaraları taklit ediyor. Bu bahçenin geçmişi de kaleyle yaşıt ve Japon bahçelerinin geleneksel estetiğinin birçok özelliğini sergiliyor.
Hiroşima’nın hareketli bir şehir merkezi var ve bu merkezin kalbi trafiğe kapalı, mağaza ve restoranların sıralandığı bir yaya pasajı olan Hondori Caddesi’nde atıyor. Shukkeien Bahçesi’nden otele dönerken buraya uğradık. Hiroşima’nın en ünlü spesiyalitesini olan Hiroşima usulü okonomiyakinin tadına burada bakılabilir. Hem Hondori hem de Aioi caddeleri boyunca birçok restoran bu özel yemeği sunuyor, ancak bunun cenneti Okonomimura. Genellikle Okonomiyaki Köyü olarak çevrilen Okonomimura, Hondori’nin doğu ucunun hemen güneyinde küçük bir alan.
Pek çok kişi Osaka usulü okonomiyakiye aşina olsa da Hiroşima’daki rakip versiyonun da lezzetine bakmakta fayda var.
Hiroşima’ya bir saatten az bir mesafede küçük bir ada var. Adı Miyajima. Adanın hemen önünde denizin içinde dev bir torii kapısı yükseliyor. Bu manzara Japonya’nın en iyi iki manzarasından biri olarak gösteriliyor. Diğeri Fuji Dağı. Böylesine iddialı bir lafı kim etmiş bilmiyorum ama bu iddia büyük beklentilere yol açabiliyor. Miyajima Adası bu büyük övgünün hakkını vermekte hiç zorlanmıyor.
Buraya gelmeden önce seyahat planımızı yaparken Japonya’nın olmazsa olmazı dediğimiz bir yerdi Miyajima adası ve uzun zamandır fotoğraflarından tanıdığımız bu mekanı birazdan göreceğiz. Hiroşima’dan bindiğimiz tren bizi adanın hemen karşısındaki istasyona getirdi. İstasyonun karşısında adaya hareket eden feribotlar var. Bu yolculuk JR biletlerimizin kapsamında olduğundan feribota ücret ödemeden bindik. Misen Dağı‘nın güzelliğini izleyerek zaten kısa olan bu yolculuğun sonuna geldik. Bizimle birlikte kalabalık bir turist grubu da adaya gidiyordu. Japonya’daki bir hafta boyunca yollarda gördüğümüz turist kalabalığıyla burada da karşılaştık. Feribotla adaya yaklaşırken gördüğümüz ilk şey olan Miyajima’nın “yüzen” torii kapısı oldu.
Adaya iner inmez küçük bir alışveriş merkeziyle karşılaştık. Yiyecek ve hediyelik eşya işleriyle hiç uğraşmadan ünlü kapının karşısındaki en yakın kıyıya yürüdük.
Miyajima’da yapılacak çok şey var, ancak hiçbiri Itsukushima Tapınağı‘nın salonlarından deniz içinde yükselen Torii Kapısı’nı izlemek kadar etkileyici değil. Biz buraya günübirlik geldik. Aslında rahatlıkla birkaç gün ayrılması gereken bir yer. Onu diğer adalardan ayıran en önemli özelliği ağaçları ve bitki örtüsü. Yani adanın en güzel ayları ilkbahar ve sonbahar. Ağaçların sararmaya hatta kızarmaya başladığı günlerde burada olmanın tadı başka hiçbir şeye benzemiyor.
Miyajima, Japoncada “tapınak adası” anlamına geliyormuş. Bu da Itsukushima’ya ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyor. Torii kapısı gibi, tapınağın ana binaları da su üzerine inşa edilmiş. Adanın bir başka özelliği de Nara’da olduğu gibi insanlara yakın geyiklerin bulunması. Nara’dan farkı buradaki geyiklerin beslenmemesi.
Miyajima’daki asırlık Itsukushima Tapınağı adanın hem ününün hem de adının kaynağı. Tapınak ve torii kapısı, gelgit sırasında denizde yüzüyormuş gibi görünen su üzerine inşa edilmiş olmasıyla benzersiz. Tapınak, tahta kaldırımlarla birbirine bağlanan ve denizin üzerindeki sütunlarla desteklenen bir dua salonu, ana salon ve tiyatro sahnesi de dahil olmak üzere çok sayıda binadan oluşuyor.
Itsukushima Tapınağı deneyimi farklı zamanlarda farklı hisler bırakabilir. Bizim adada bulunduğumuz gün tapınak ve kapı suyun içindeydi. Gelgitin düşük olduğu zamanlarda yani deniz suyunun körfezden çekildiği günlerde ziyaretçiler kapının yanına kadar yürüyüp bu muhteşem yapıyı yakından görme fırsatını yakalayabiliyorlar.
Tapınağı ve kapıyı uzun uzun izledikten sonra Misen Dağı’na çıktık. Deniz seviyesinden 500 metre yükseklikteki bu dağ Miyajima’daki en yüksek zirve. Açık günlerde Seto İç Denizi’nin ve Hiroşima Şehri’nin muhteşem manzarasını sunuyor. Şansımıza öylesine güzel ve berrak bir gündü ki uzaktan Hiroşima’nın binaları rahatlıkla görünebiliyordu. Teleferiğe binerek birkaç dakikada zirveye ulaştık.
Budizm’in Misen Dağı’nda ilk kez Shingon mezhebinin kurucusu ve Japonya’nın en kutsal din adamlarından biri olan Kobo Daishi tarafından uygulandığına inanılıyor. Misen’in zirvesinin yakınında Daisho-in Tapınağı var.
Itsukushima Tapınağı’nın karşısındaki küçük bir tepenin üzerinde Senjokaku aynı zamanda Toyokuni Tapınağı önemli bir parçası. Tapınağın içine girdiğimizde, yıpranmış ahşap sütun ve kirişlere bakıp binanın yaşını tahmin etmekte serbestsiniz. Salonun ahşap kolonları arasında asılan dev tablolar da olağanüstü güzellikte. Her biri zamanla solmuş bu sanat eserlerine bakıp anlatabilecekleri hikayeleri hayal etmek ilginç bir tecrübeydi.
Toyokuni Tapınağı’nın hemen yanında Gojunoto, Beş Katlı Pagoda yer alıyor. 27,6 metre yüksekliğindeki pagoda 1497 yılında inşa edilmiş ve 1533 yılında restore edilmiş. İç kısmı halka açık değil.
Miyajima’nın gerçek sahipleri geyikler. Kimseye aldırış etmiyorlar çünkü onlar tanrıların kutsal habercileri ve 800 yıldan fazla bir süredir buradalar. Geyikler bizi takip etmekten, sırt çantamızı karıştırmaktan veya ellerimizde yiyecek aramaktan hiç çekinmedi. Bunlar genellikle evcilleştirilebilecek kadar uysal ve dost canlısı olsa da Nara’daki geyiklerin aksine vahşi olarak kabul ediliyor, bu yüzden geyikleri beslemek yasak.
Küçük bir ada olmasına rağmen Miyajima’da çok sayıda restoran ve kafe var. Her biri harika ama en popüler ürünü Momiji Manju ya da wagashi adı verilen, akçaağaç yaprağı şeklinde buharda pişirilmiş dolgulu bir çörek. Geleneksel dolgu fasulye ezmesi. Krema, peynir, çikolata ve büyük fasulye reçeli gibi başka birçok çeşidi de var. Bunların bir de kızartılmış hali var. Tempura gibi ama tatlı. Dışı çıtır çıtır, içi yumuşak.
Hepsini deneyip tadına baksam da benim gözüm hala istiridyelerdeydi. Taze yakalanmış istiridyeler, adaya ayak bastığım andan beri aklımda. Tapınağı gezdik, kapıyı doya doya izledik, dağa çıktık, ahşap salonlardan geçtik ama hala istiridye yiyemedik. Deniz kenarında, kalabalık ama temiz bir mekanda kömür ateşinde pişen istiridyelerle karşılaşınca durmaktan ve bunların tadına bakmaktan başka çaremiz kalmamıştı. Pişen istiridyeler isteğe göre ponzu (soya sosu ve narenciye suyu ile yapılan sos), limon veya kırmızı biberle servis ediliyor.
Miyajima, Japonya’da geçirdiğimiz iki hafta boyunca ziyaret etmeyi en çok istediğim yerdi ve hayal kırıklığına uğratmadı. Gezimizin sonunda, Japonya’daki favori yerim hala burası!
Hiroşima’ya veda etme zamanı geldi. Yolculuğumuz Himeji‘ye. Aslında bugün Kyoto‘ya gidip şehri keşfetmeye başlayacaktık ama Himeji hakkında duyduğumuz bilgilerden sonra programı değiştirdik. Kyoto biraz daha bekleyebilir ama Himeji’yi görmeden tamamlayacağımız Japonya yolculuğu her zaman eksik kalır.
Himeji şehri her şeyden önce UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan ve Japonya’nın en güzel ve iyi korunmuş kalelerinden biri olarak kabul edilen kalesiyle tanınıyor. Buraya Hiroşima’dan Okayama üzerinden aktarma yaparak geldik. Kale yürüme mesafesindeydi. Biz de zaten yürümeyi düşünüyorduk ama istasyonun hemen karşısındaki otobüs durağından geçerken kaleye giden bir otobüse denk geldik ve hemen bindik.
Şansımıza bugün de açık ve berrak bir hava var. Uzaktan kalenin beyaz yapısı görünmeye başladı. Parlak beyaz duvarları, narin süslemeleri ve gri çatı kiremitlerine gökyüzünün mavisi ve beyaz bulutlar eşlik ediyordu. Yaklaşırken Yelda’nın “Muhteşemmiş…” lafını defalarca duydum.
Binayı süsleyen parlak beyaz boya ve süs çatı tasarımlarıyla Japonya’nın günümüze ulaşan en güzel kalelerinden biri. Kalenin arazisi de en az kendisi kadar güzel. Binaya girmeden önce uzaktan seyretmekte fayda var.
Japonya’nın 12 orijinal kalesinden biri olması ve dört yüzyıl boyunca savaş, deprem veya yangından önemli bir zarar görmeden ayakta kalması bu kaleyi “görmeden geçmeyin” listesine koyuyor. Kyoto’nun batısında stratejik bir savunma noktası olarak seçilen kalenin ilk surları 1400’lü yıllarda inşa edilmiş. Mevcut kale kompleksi 1609 yılında Lord Ikeda Terumasa’nın gözetiminde tamamlanmış. Ana bina, bir dizi labirent benzeri dolambaçlı yolla birbirine bağlanan 80’den fazla yapıdan oluşuyor. Bütün bu bilgileri kaleyi gezerken ediniyoruz. Kalenin en üst katından şehrin eşsiz görüntüsünü seyretmek mümkün. Katlar yükseldikçe giderek küçüldüğünden kalabalık eşliğinde salyangoz hızında yolumuza devam ediyoruz.
Kaleden çıkınca hemen yanındaki Kokoen’e uğradık. Kokoen, Himeji Kalesi’nin yanında yer alan büyük bir Japon bahçesinin adı. Edo döneminin çeşitli tarzlarında tasarlanmış dokuz ayrı duvarlı bahçeden oluşuyor. Bahçeler 1992 yılında Himeji Şehri’nin yüzüncü yılı anısına açılmış ve Himeji Kalesi’nin lordunun ikamet ettiği eski alan üzerine inşa edilmiş. Kalede tırmandığımız merdivenlerin yorgunluğunu ve kalabalığın stresini bu cennet köşede dinlenerek unuttuk. Treni beklerken şehrin sürprizlerinden biri olarak karşımıza çıkan yerel bir restoranda ramen eşliğinde bir ziyafetten sonra yolumuza devam ettik.
Himeji Kalesi’ni Hiroşima ile Osaka arasında mola yeri olarak ziyaret edilebilir. Hiroşima’dan Himeji 1,5-2 saatlik bir tren yolculuğu mesafesinde. Osaka’dan buraya bir saatlik yolculuktan sonra ulaşılabilir. Kalenin tren istasyonuna uzaklığı 15-20 dakika.
Japan Travel: Hiroshima, Miyajima, Himeji
Japonya seyahatimiz 17 gün sürdü. Hiç tanımadığımız bir kültürle ilk temasımızda pek çok sürprizle karşılaştık. Kaybolduk,
Yaklaşık 1,5 milyonluk nüfusuyla Kyoto'nun her köşesi nefes kesici tapınak ve mabetlerle kaplı. Bunlar hem yerli
Japonya'nın kilidini 17 günlük bir geziyle zaten çözemeyeceğimizi bilsek de ilk tanışmamızdan güzel hatıralarla ayrılıyoruz. bugün
Japonya gerçekten başka bir dünya. Harika manzaralarını, muhteşem tapınaklarını ve lezzetli yiyeceklerini bize sunmakla kalmadı, halkını
Our trip to Japan lasted 17 days. We encountered many surprises in our first contact with