Aysun Akarsu – Noel tatilini geçirmek üzere bir Fransız arkadaşım ve ben İngiltere’ye gidelim mi diye düşünüyorduk. Ben İngiltere vizası almanın çok güç olacağını bildiğimden çok istekli değildim. (Carte de sejourunun süresi bitmek üzere olan talihsiz Türk vatandaşı olma durumu..)
Fakat arkadaşımın Londra’da yaşayan ve noeli Paris’te geçirmeyi planlayan alnından öpülesi arkadaşının evinde kalabilme imkanı beni tamamıyla baştan çıkardı. Kendimi bir sabah İngiltere konsolosluğu önündeki uzun kuyrukta buldum. Çok gayretli çabalarım sonunda her nasılsa vizayı da kaptım (Konsolosluktaki beyefendiye Fransa’da çok uzun yıllar kalmayı düşündüğüme, İngiltere’de vallahi de billahi de iş bulup çalışmayacağıma dair yeminler …. Üstelik bir Fransız vatandaşı da bu gezi de bana göz kulak olacak.)
İngiltere için vizayı alabilmeyi başardıktan sonra, İngiltere’ye arabayla gitmek istediğimiz için bir feribotdan yer ayırttık.
24 Aralık’ı bilmem neden Paris’te geçirdik. Ben biraz Paris’te fotoğraf cektim, malum yılbaşı öncesi Paris’i ışıklandırıyorlar. Akşam da Branquignols isminde çok kötü bir oyuna gittik fakat tiyatro binası muhteşemdi. Ismi Dejazet , çok eski bir tiyatro.
25 Aralık sabahı arkadaşımın Normandiya’daki evine doğru arabayla yola çıkıyoruz. Evde bizi güleryüzlü annesi karşılıyor. 25 aralık, hristiyanlar için bayram. Çok güzel giyinip, çok güzel yiyecekler yiyip, çoçuklara noel baba efsanesiyle birlikte hediyeler veriyorlar. O günden bütün hatırladığım durmadan yemek yememiz, masadan hiç kalkmadık.
26 Aralık’ta yolumuzun üstündeki Bayeux’yu ziyaret edebilmek için öğleden sonra arkadaşımın ailesine veda edip yola çıkıyoruz. Bayeux dünyaca meşhur halısıyla ünlü bir kent. 1077 yılında dokunmuş, 70 metre uzunluğunda bir halı, Bayeux tapestry. 1066-1082 yılları arasında İngiltere’nin normanlar tarafından işgalini anlatıyor. Ingilizlerin William the Conqueror, Fransızların Guillaume le Conquerant dedikleri adamın bir gün nasıl ve neden İngiltere kralı olmaya karar verip Manche denizini atları ve askerleriyle geçisi ve yaptığı savaşın film gibi öyküsü.
Akşam saat 10.30’da Ouistram’dan arabımızın da yüklendiği feribotla Portsmouth’a doğru yola çıkıyoruz. Gemi çok büyük olmamakla birlikte oldukça modern. (Iskandinavya gezimde bindiğim gemilerle karşılaştırdığımdan çok büyük değil diyorum.) Ayrıca çok ince bir zevkle döşenmiş. Duvarlar yaglıboya tablolarla dolu. Gece kabinimizde uyuyoruz. Ertesi sabah saat 5 gibi İngiltere.
İngiltere’yle birlikte, soldan işleyen trafik, yards ve milesler da hemen başlıyor. Londra’ya doğru giderken Winchester’e uğruyoruz. Muhteşem bir kathedrali var. Işgalden sonra, normanlar tarafından yapılmış. Sonra sabah erken bir saatte kalacağımız eve ulaşıyoruz. Ben evi görünce şok geçiriyorum ; 35 metrekare Paris’ten sonra bir malikanede kalacak olmam bunun için yeterli bir sebep. Bu villa acayip lüks, dublex, hos bir bahçesi bile var. Kaldığımız ev Hampton’da. Hampton, Londra’ya trenle 30 dakika uzaklikta bir yer.
İlk gün evimizin hemen yakınında başlayan Hampton Court Palace’ın da içinde bulunduğu parkta soluğu alıyoruz. Parkın girişindeki heated open air poolu atlamak istemem. Çünkü daha önce hayatımda kışın açık havuza giren insan görmedim. Herneyse , parka girer girmez ingiliz park anlayışı hemen göze çarpıyor. Büyük, çok büyük, bomboş meydanlar, etrafa dağılmış şıkça olmayan ağaçlar, çimenler, çimenler ve yine çimenler. Bu kraliyet parkı geyikleriyle de ünlü. Parkta bir sürü geyik görmek her an olası. Geyikler arabalara ve insanlara alışkınlar hatta arabaların vızır vızır geçtiği anayolda, karşıdan karşıya geçerken üstünlüğün kendilerinde olduğunun bile farkındalar. Parkta cirit atan sadece geyikler değil elbette, sincaplar, ördekler..Şunu da eklemek isterim ki bu geyik olayı kraliyetle çok yakından ilgili. Saraya ait ormanlarda eskiden geyikler varmış, ingilizler nasıl kral ve kraliçelerinden vazgeçemedilerse , artık halka açılan saray parklarındaki geyiklerden de vazgeçmemişler. Önemsiz ama Hampton Court Palace galiba hayatımda gördüğüm ilk en büyük saray, daha sonra öğrenecek olduğum bir şey de İngiltere’de sarayların hep böyle kocaman olması. Biz sarayı gezmedik, çok pahalıydı onun yerine kendimizi hemen yakınlardaki bir puba attık. King’s Arm inanılmaz güzel bir pubtı. Benim ilk gördüğüm ingiliz pubı. Daha sonraları bir çok güzel pub gördüm ama hiçbiri King’s Arm’ın yerini dolduramadı.(Ilk gözağrısı)
İkinci gün Londra. Orada kaldığımız süre boyunca aramızda hep tekrarlayacağımız “Mind the gap , please” anonsuyla birlikte bizi Londra’da dolaştıran iğrenç metroyla tanışma. Trafalgar meydanı, Downing Street başbakanın evine demir parmaklıklar arkasından atılan bakışlar, turistçilik oynamak için çekilen fotoğraflar. Aşağı doğru bizi Westminster, Big Ben karşılıyor. İngiltere’de klise gezmek için para ödemek gerektiğini biliyor muydunuz? Işte Westminster Abbey de gezmek için para ödenmesi zorunlu olan kliselerden biri, ayrıca dünyanın en çok ziyaret edilen klisesiymiş. Biz önündeki kuyruğu görünce içeri girmek istemedik, para ödemek neyse bir de kuyrukta beklemek iyice aptallık. Inanmak güç ama kliselerin aksine; National Gallery , British Museum gibi bazı müzeler bedava. Vahşi kapitalizmin olduğu bir ülkede insan bedava müze bulunca şaşırıyor. National Gallery’de çok çok değerli tablolar Van Gogh, Cezanne, Monet, Manet, El Greco, Leanordo da Vinci, Rembrandt, Boticelli, Renoir ..var. Akşam Covent Garden, Piccadilly Circus, Soho, China Town’a gittik.Çok mutluyum, çok mutluyum… Londra ‘da adım başı tiyatro var. Biz de bir akşam tiyatroya gitmeye karar veriyoruz. Sinema korkunç pahalı. Paris’teki fiyatın iki kati. 10 pound. Ben Londra’da yaşasam sık tiyatroya giderdim herhalde.
Bir gün sabah erkenden Windsor’a gittik. Windsor’daki saray devasa büyüklükte. Sarayı yine gezmedik. Windsor’u çok sevimli bulup oradan ayrıldık. O gün öğleden sonra Natural History Museum’u gezdik. Müze binası şimdiye kadar gördüğüm en güzel binalardan biri. Neogotik tarzda. Icerisi tam bir okul. Londra’da yaşasam herhalde o müzeye abone olur sık sık giderdim. Doğa hakkında bilmediginiz ve sormaya cesaret edemediğiniz bütün soruların cevapları. Her yerde karşınıza çıkan dinazor iskeletleri …Darwin ve onun evrim teorisinin özenle anlatıldığı özel bir bölüm de mevcut. Bu arada müzeye doğru arabayla giderken yolda Victorian mimarisinde yerleşim binaları görüyorum. Benim için ilginç olan bu binalarla, şu amerikan dizilerinde gördüğümüz yapıların birebir aynı olması, şimdi burada bir anda karşıma çıkınca şaşırıyorum.
İlerleyen günlerde görevimizi yaptık, British Museum’u ziyaret ettik. Louvre’dan daha küçük bir müze. O gün bir de Hyde Park’a gidiyoruz. Hyde Park’ta hani şu isteyenin çıkıp konuştuğu alanı görmeye gittik. Hava çok soğuk tabii ortalıkta kimse yoktu.Hyde Park’tan Buckingham Palace’a uğruyoruz. Kraliçe’ye yeni yıllar dileyeceğiz ama kahretsin evde yok.
Gezdigimiz tek klise St Paul’s Cathedral.(kisi basi klise 3 pound, 6 pound galerilerle birlikte). Kathedral muhteşem. Prens Charles, Lady Diana’yla bu klisede evlenmiş. Buranın akustiğini Westminster Abbey’e tercih ettiğinden. Bu katedralin benim ilgimi çekmesinin nedeni sadece içerideki galerilerinden biriydi. Ilkokuldayken Londra’yla ilgili okuduğum bir kitapta ilginç bulduğum bir şey yüzünden, Whispering Gallery. Bu galeri, klisenin üst kısmında , isminden de anlaşılacağı üzere duvara fısıldıyorsunuz uzağınızda bulunan karşınızdaki arkadaşınız sesinizi duyabiliyor. Katedralin tepesine zahmetli bir tırmanıştan sonra hediye olarak çirkin bir Londra manzarası. Londra, Paris gibi değil. Londra’ya bu tepeden bakış burada bütünlüğün olmadığını gösteriyor. Endüstriyel yapılar, gökdelenler arada bir eski yapılar ..
St Paul’den Tower Bridge’e doğru yürürken arkadaşım beni enteresan bir caddeden geçiriyor. Bulunduğumuz bölgenin ismi Cite. Takım elbiseli, kravatlı, saçları özenle taranmış insanların ortalıkta dolaştığı acayip bir yer. Burası Londra’nın Wall Street’i imiş. Ayrıca geçtiğimiz cadde sokak saatleriyle dolu, böyle bir caddede daha önce hiç yürümemiştim. Hiçbir zaman “Saatim geri kalmış, özür dilerim , geç kaldım” deme şansınız yok. Tower Bridge’e ulaştıktan hemen sonra yanıbaşındaki Tower of London’a gidiyoruz. Tower of London, Londra ve İngiltere tarihindeki yeri ve hikayeleriyle ünlü bir ortaçağ şatosu.
Bir günümüzü İngiltere’de dolaşmaya ayırdık. Oxford, Cotswolds ve Bath’i gezdik. Oxford, nefes kesici bir şehir. Cotswolds, irili ufaklı eski taşevlerden olusan köylerin içinde bulunduğu şirin dağlık bir bölge. Bath, İngiltere’nin tek yeraltı suyunun çıktığı şehri. Herhalde ingilizcedeki “bath” de buradan geliyor olmalı. Romalılar zamanından beri biliniyor. Romalı’lardan kalmış hamamlar var. Bath için Floransa gibi bir mimari incidir dendiğini öğrendim. Ne yazık ki biz, akşam Bath’e ulaşabildik. Yine de çok hoştu. Floransa’daki ünlü Vecchio köprüsünün bir benzeri orada da vardı.
Yılbaşı gecesi Londra’ya varır varmaz satın aldığımız Time-Out dergisi sayesinde Greenwich’te bir sokak partisi olduğunu ögrendik ve partiye gittik. Sokak tiyatrosu, havai fişek gösterileri sokak partimizde mevcuttu. Fransız bir sanatçı daha önceden çok ince tahtalardan yapmış olduğu üzerlerine reçine sürülmüş, oldukca büyük gemi iskeletlerini sanat için müzik eşliğinde, biz izleyenlerin gözü önünde yaktı. O aksam bunun gibi bir sürü tuhaf sey oldu. Biz de çok eğlendik, çok !!!
Dönmeden önceki bir günümüzü biz de alisverişe ayırıyoruz. Aslında amacımız alişveriş yapmak değil, alişveriş yapılan yerleri gezmek. Londra bir alişverişe tapınma şehri. Simdiye dek gezdiğim şehirler için rehber kitap okurken şu magazaları da gezin yazısıyla karşılaşmamıştım. Londra için böyle bir tavsiyeyle heryerde karşılaşıyorsunuz. Biz de tavsiyeler sonucu Harrods, Hamley’s ve Liberty’i geziyoruz. Harrods için bir şeyler söylememe gerek yok herhalde sanırım herkes daha önce ismini duymuştur. Hamley’s dünyanin en büyük çocuk oyuncakları satan magazası. Liberty’nin özelligi çok eski büyük ahşap bir bina olması. Çok güzel bir bina. Biz oradayken , indirim başlamıştı %50 indirim vardı ve insanlar deli gibi mağazalara saldırıyordu.
Dönmeden önceki aksam, daha önceden gözümüze kestirmiş olduğumuz “Reduced Shakespeare Company” adlı oyunu görmeye gidiyoruz. Bu oyun bir komedi. 97 dakikada Shakespeare’in 37 oyunu. Üç tane yetenekli ingiliz genci bizi 97 dakika boyunca gülmekten öldürdüler. Oyunculardan biri en son Hamlet’i oynayıp bitirdikten sonra saatine bakıp daha 3 dakikamız var, Hamlet’i bir daha oynayabiliriz dedi ve 3 dakikada Hamlet’i tekrar oynadılar. Ek olarak biz seyircileri çok beğendiklerinden , Hamlet’i bir de tersten oynadılar. Süper matraktı. En çok tuttuğum seylerden biri , dışarıda, Shakespeare resmiyle birlikte üstünde “I love my Willy” yazılı tshirtler oldu.
Pazar günü, sabahın beşinde evi terk edip Portsmouth’a doğru yola çıktık. Gemiye bindik. Dönüş zor oldu çünkü fırtına vardı. Koskoca gemi beşik gibi sallandı. Ben çok korktum. Yukarıda tabakların, bardakların kırılmasına neden olan fırtına aşağıdaki arabalara neyse ki zarar vermedi.
Sonra Paris, Paris ….
Not: Rock Circus ve Madame Tussaud’s müzelerine asla ve asla gidilmemiştir.
Aysun AKARSU