Hayır, size bu yazının sonunda bir yol haritası vermeyeceğim. O yüzden tembelliği bırakıp, yazdıklarımı “can gözüyle” okuyacaksınız. Sıcak bir ağustos günü sabahıydı. Günlerden pazardı. Nereden mi hatırlıyorum? Bütün hafta gecelerin dibine kadar çalışmış olmanın tüm yorgunluğu, sabahın köründe kalkmak zorunda kalan kemiklerimi isyan ettiriyordu da oradan… Hauptbahnof (Merkez Gar)’da kesişen 12 metro hattının arasında koşarak Füssen trenini yakalamaya çalışıyordum. Doğru! Söylemeyi unuttum: Munich’teydim.
Yakalamak istediğim trenden inecek bir sevgili değildi, ne de bir düğün törenine geç kalma heyecanıydı, yaşadığım. Zaten bir sevgilim olsaydı eğer, gideceğim yere, Bavyera’nın ünlü “Romantik Yolu”unu izleyerek karayolundan ulaşmaya çalışırdım şüphesiz.
Metro istasyonlarından çıkıp, onlarla yukarıda bir taraflarda birleşen Merkez Gar’a ulaşarak bir hafta-sonu bileti aldım. Bu biletle bütün gün pek çok hatta gezebilirdim. Kalkışına bir dakika kala, 36 no’lu perondan (toplam kaç peron vardı, sayamadım) Füssen trenine kendimi atıverdim.
Tren, önce şehir merkezini sonra da gotik fabrikaları geçip, banliyölere, oradan da güneye “ormansala” doğru inmeye başladı.
Üçgen çatılı, kırmızı damlı hemen tamamı beyaz renge boyalı ve panjurlu olmazsa olmaz evlerden kurulu pek çok köyü geçtik. Bir Ağustos günü olmasına rağmen erken gelen sonbaharın tadını çıkaran ağaçlar, sergiledikleri renk cümbüşüyle havalarını atıyorlardı yol boyu.
Sonra tren durdu. Trendeki Japonların aniden hareketlenmesinden şüphelenmem iyi oldu aslında. Sonra birilerinden Füssen seslerini duyup, tarifedeki varış saatinden de yaklaşık bir saat önde olduğumuzu farkedince, üzerime çöken mahmurluğu atıp aktarma yapmam gerektiğini anladım.
Aktarma yaptığımız Buchloe’de sadece iki vagonu olan bir başka trene geçtik. Ancak yolculuğun bundan sonraki bölümü biraz çetrefil geçecekti. Zira sadece iki vagonlu “trenimsi” hınca hınç Japon ve Çinli doluydu. Kendimi hem yerli hem de turist olarak hissettim o anda!
Yaklaşık bir saat sonra Füssen’deydik.
Bir aktarma daha yapıp bu sefer bir ring otobüsüyle nihai hedef noktasına, Schwangau’ya vardım. Küçük kasabayı kısa süreliğine ele geçirmiş 72 milletin temsilcileri ortalığı bir panayır yerine çevirmişlerdi.
Yol beni şato turlarının bilet satış noktasına götürdü. Nokta dediysem en az bir şehir hatları vapur iskelesi kadar büyük bir yerden bahsediyorum. On kadar gişe olmasına rağmen bilet almak için 10 dakika kadar sıra bekledim. Sonunda elimde, bölgedeki iki şatoyu da görmemi sağlayacak bir Ticket Royale – Kraliyet Bileti – ile kapının önündeydim.
Bavyera’nın “en genç ve en yakışıklı” kralının -II.Ludwig’den başkası değil tabi – bir peri masalı sürdüğü topraklardaki gezintim, ailye ait Hohenschwangau Şatosu ile başladı. Ancak bu ilk mütevazi şatonun benim için tek önemi Ludwig’in asıl başyapıtını yaptırırken inşaatı yönettiği kulesi ve kuledeki dürbününden ibaretti. Serde inşaatçılık olduğundan, O’nu, dürbünü başında sinirlenirken, sağa sola talimatlar yağdırırken ve günbatımında yükselen eserinin huzurlu gururunu yaşarken hayal etmem zor olmadı. O anda bıyıkaltından gülümseyen yüzü önümde canlanıverdi.
Sonra, Ludwig’in tahminen her gün at sırtında çıktığı rampayı adımlayarak onun kişisel mabedine “Neuschweinstein”a ulaştım. Kendisi bitişini görmemiş olsa da (halen bitmiş değil, Ludwig’in ölümünün ardından bütçe kısıtlamaları nedeniyle yarım kalmış) yarattığı peri masalı şatosu tüm görkemiyle önümdeydi. Pek çok Japon turistin sadece Walt Disney’in o ünlü şatosunu esinlendiği yapı olması nedeniyle ziyaret ettiği bu yapının içinde, derinlerde çok farklı hikayeler gizli olmalıydı; öyleydi de…
Elimdeki kitapçıkta Ludwig’in tüm şatoyu Richard Wagner’in peri masalı operalarına öykünerek tasarladığı yazılıydı. Pek çok salondaki resimler ve heykeller bu operalardan taşmış; Lohengrin, Tannhauser vs. Hatta daha da ileri giden bazı ressamlar Ludwig’i Lohengrin operasındaki “kuğu prens” olarak resmetmişler. Bunlar bir yana, gerçek olan, Ludwig’in burada Wagner’i bir süre ağırlamış olduğu.
Benim zihnimde canalanan hikaye ise biraz daha farklıydı; daha 18 yaşında kral olup, gençliğinin en güzel yıllarını ağır bir sorumluluğun altına atmış olan yakışıklı bir prensin hikayesi. Nedendir bilinmez, hiç evlenmemiş “en yakışıklı” kralın.
Ludwig bir hendana yetecek kadar eser bırakmış, 40 yıllık kısa ömründe Bavyera’ya. 19. yüzyılın şartları altında düşünüldüğünde ve tüm bu yapıları bugünün ulaşım olanakları ile dahi bir haftada sadece yüzeysel olarak gezebileceğinizi düşündüğünüzde çok takdire şayan bir başarı öyküsü doğrusu. Munich’in bazı yerlerinde gördüğüm kafasında Baret ile resmedilmiş Ludwig’in anlamını yeni yeni kavramaya başlıyordum.
Ludwig, Bavyera’da “Gecelerin Prensi” olarak biliniyor. Kendisine bu paye çeşitli rivayetlere göre geceler boyu uyumadığı ve şatosunun koridorlarında gezinedurduğu için verilmiş. Bazı kaynaklarda da bu bir “rahatsızlık” olarak veriliyor. Bu “rahatsızlığa” aşinayım: yaratıcı düşüncenin doğum sancıları!
Neuschweinstein’ın uzun koridorlarında ara sıra, rehberden ve gruptan ayrı kalmaya çalışıp, yalnız kralın adımlarıyla gezmeye çalışıyorum. Hele gecelerin mutlak sessizliğinde kandil ışıkları altında zihnimde oluşan manzara heyecandan tüylerimi diken diken ediyor. Bu heyecan dalgasının doruk noktasını ise üçüncü katta tamamen bir doğal mağara olarak tasarlanmış özel hol oluşturuyor: Burada Lohengrin efsanesi tekrar canlandırılmaya çalışılmış. Bu korku tünelinde Ludwig’in geceleri dolaşırken nefesini duyar gibi oluyorum.
Hele krallıktan azlinden sonra kendisini almaya gelecek muhafızları beklediği yatak odasının hüznüne dayanmak hiç mümkün değil. Aynı yıl hayata gözlerini yumuyor Ludwig. Tüm bu yaşananların geçtiği Schwangau kasabasının isminin Almancada kuğu anlamına gelmesinin değerlendirmesini de size bırakıyorum.
Bu çok özel şatonun şatafatı, ne bir zamanlar verilmiş olan baloları, ne de güz eğlencelerini ama sadece derin bir yalnızlığı ve belki hüznü çağrıştıyor bana…Tam bu düşüncelere dalmış kulenin merdivenlerini döne döne inerken çıkıyor karşıma Marienne Brüccke (Marienne Köprüsü). Bu mühendislik ve estetiğin mükemmel bileşimini anlatmak mümkün değil, yandaki fotoğrafla yetinmek zorundasınız.
Dışarı çıktığımda Bavyera’nın yaz yağmuru başlamıştı bile. Ama değil yağmur, taş da yağsa o köprüye gideceğimi ve oradan bu yalnızlık mabedine son kez bakacağımı biliyordum…
Ender ŞENKAYA