Honolulu

4 dk okuma

Oahu Adası’ndaki ikinci günümüze erken başladık. Hazırlanıp kendimizi sokağa attığımızda saat henüz 05:30’du ve caddelerde bizden başka turist göze çarpmıyordu.

Koşar adımlarla yürüyorduk ve hedefimiz Diamond Head olarak bilinen ve Honululu’ya tepeden bakan kratere tırmanmaktı.

Güneş doğmadan kraterin tepesinde olmayı hedefliyorduk. Yaptığımız hesaplara göre otelden kraterinin zirvesine yaklaşık 1 saatlik bir yürüyüşten sonra ulaşacaktık. Ancak hesapta olmayan sürprizlerle karşılaştık. Yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşten sonra kraterin yanına varmıştık. Güneşin ilk ışıkları da yavaş yavaş sokakları aydınlatmaya başlamıştı. Yani biz hedeflediğimiz zirveye zamanında ulaşamamıştık. Bunun için en az 1 saat daha yürümemiz gerektiğini anladık. Haritalardan gördüğümüz kraterin dibine kadar yürümek yetmiyordu. Etrafında dolandıktan sonra uygun yolu bulup 100 basamaktan oluşan bir merdiveni de tırmanmamız gerekiyordu. Bunun için çok geç olduğunu, zirveye çıktığımızda güneşin çoktan doğacağını hesaplayıp geri dönmeye karar verdik.

Diamond Head talihsizliği o gün için yaptığımız planlarımızın da tamamen değişmesine neden oldu. Çünkü zirveye çıkıp orada en az birkaç saat geçirmeyi planlıyorduk. Şimdi bu zamanı nasıl değerlendireceğimize karar vermemiz gerekiyordu.

Sabahın ilk saatlerini Honolulu’nun merkezine bir yolculukla geçirmeye karar verdik ve karşımıza çıkan ilk belediye otobusüne binip başkentin kalbine doğru yola çıktık. Yaklaşık yarım saat içinde otobüsümüz bizi kent merkezine götürdü. Saat 7 olmamıştı ve caddelerde birazdan karşılaşacağımız kalabalık henüz yoktu.

Açık bir Starbucks bulup kahvelerimizi içtikten sonra elimizdeki haritanın da yardımıyla adanın tarihi mekanlarını keşfe başladık. İlk gördüğümüz bina 1882 yılında Hawaii kralı Kalakaua tarafından yaptırılmış. Ancak kralın bu sarayda yaşama hayalleri 1893 yılında Amerikan hükümetinin desteklediği devrimle sona ermiş. Saray 1969 yılına kadar eyalet binası olarak kullanılmış. Geniş bir bahçe ortasındaki bu binanın günümüzde müze olarak kullanıldığını öğrendik. Ancak saat 9:00’dan önce açılmadığı için içeri giremedik. Biz de sarayın etrafındaki geniş ve ilginç ağaçlarla çevrili bahçesinde dolaşmaya karar verdik. Bir yandan bu ilginç yapıyı süzüyor diğer yandan elimizdeki kitaplardan bu yapı hakkında bilgileri okuyorduk.

Sarayın hemen karşısında Kral Kalakaua’nın heykelinin bulunduğu alana geçtik. Bölge bugünkü Hawaii eyalatinin kalbi olarak da anılıyor. Yönetim binaları, mahkemeler, belediye ve çeşitli yasal kurumların merkezleri bu bölgede yer alıyordu. Hepsi de birbirinden ilginç yapılardı. Örneğin Eyalet Binası bir havuzun içinde yükselen ada şeklindeydi ve Hawaii Adalarının volkanlarını simgeliyordu.

Bu bölgede yaklaşık bir saat kadar gezdikten sonra haritamızı çantamıza koyup karşımıza çıkan sokaklara rastgele girip çıkarak maceralı bir yürüyüşe başladık. Bir kenti keşfetmenin en güzel yolunun ara sokaklarda gizli olduğuna inandığımdan ve karşımıza çıkacak her sürprizin yaşanması gereken bir olay olduğunu düşündüğümden bu tür yürüyüşleri gittiğim her yabancı kentte yapmışımdır ve her zaman da birbirinden farklı unutamayacağım sürprizlerle karşılaşmışımdır.

Sokaklar bizi önce Çin Mahallesi’ne götürdü. Bu Amerika’da gördüğüm 4. Çin mahallesiydi ve öncekilerden farklı bir tarafı bulunmuyordu. Kentin diğer bölgelerine oranla salaş ve pis olmasına karşın küçük esnafın ve ticaretin kalbinin attığı yerler olarak tanımlayabilirim Çin mahallelerini. Honolulu’nun Çin Mahallesi de bunlardan biriydi.

Adaya yerleşen ilk beyazların yaşadıkları ve her köşesi tarih kokan sokaklarda gezindikten sonra modern Honolulu’nun gökdelenlerinin yükseldiği caddelere düştü yolumuz. Birkaç saat öncesine oranla oldukça kalabalık ve yoğun bir tempo başlamıştı. İnsanlar hızlı adımlarla birbirinden bakımlı bu işmerkezlerine girip çıkıyorlardı. Hemen hemen hepsinin üzerinde rahat elbiseler, tshirtler ve şortlar göze çarpıyor, büyük bölümü ayaklarına geçirdikleri sandalet ya da terliklerle işe gidip geliyorlardı. Rengarenk gömlekleri kentin yemyeşil caddelerinin daha da renklenmesine neden oluyordu. Hawaii’de yaşam ve iş hayatı da adanın turizm anlayışını yansıtıyordu.

Hawaii’de 2. günümüzün öğleden sonrasını Waikiki Beach’e ayırdık. Günün bu bölümünü sadece güneşin altında uzanarak, okyanusun dalgalarında sörf yapıp serinleyerek ve palmiyelerin altında hepsi birbirinden lezzetli kokteylleri yudumlayarak geçirdik. Güneşin batışını yine Waikiki sahillerinden izledik. Hayatımda gördüğüm en büyüleyici gün batımını bu sahilde izledim desem abartmış olmam. Güneş okyanusun gökyüzüyle buluştuğu ufuk çizgisinde kaybolurken bir şölen sergiliyordu sanki. Bu şöleni izlemek için de yüzlerce turist kumsalda, palmiyelerin altındaki parklarda, dalgakıranların üzerinde yerlerini almıştı. Güneş, sahneyi kapatan muhteşem bir tiyatro oyunu gibiydi ve alkışı hakediyordu.

Remzi Gökdağ gazeteci, yazar ve yayıncıdır. 1989 yılında Cumhuriyet Gazetesi'nde muhabir olarak çalışmaya başlayan Remzi Gökdağ, İstanbul konulu haberleriyle çeşitli gazetecilik ödüllerine sahiptir. Remzi Gökdağ'ın Başka Şehirler, Sevgili İstanbul, Amerikan Medyası’nda 11 Eylül ve Park Otel Olayı adında dört kitabı vardır. Remzi Gökdağ hakkında ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Önceki Yazı

Gurur ve Cesaret: Madrid

Sonraki Yazı

İlginç bir kent: Tokyo

Kentler son yazılar

Pamplona Sokaklarında

Twitter, Facebook ve hatta cep telefonlarından önce, dünyayı radyo, gazete, ansiklopedi ve kitaplardan öğrendik. Ernest Hemingway

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme merakımızı irdeleyen, gerçekle düş arasında uzanan

Başka şehirlere zaman yolculuğu

Keşfetme merakımızı irdeleyen, gerçekle düş arasında uzanan yolculuklara zemin hazırlayan kitapta mekânlar insanları, insanlar mekânları anlatıyor.