BAHAR GİDERSOY – BAĞAN GİDERSOY İspanya denildiğinde Madrid, Madrid denildiğinde flamenko, fiesta, boğa güreşleri akla ilk gelenlerdir. Bu yaz tatilinde İspanya’ya gitmeye karar verdiğimizde İspanya ile ilgili bugüne kadar duyduklarımızdan büyük bir medeniyet ile karşılaşacağımızı biliyorduk.
Ama günümüzde ispanyolcanın dünyada 350 milyon insan arasında konuşulduğunu, 21 ülkede resmi dil olduğunu öğrendiğimizde büyük bir medeniyetle karşılaşacağımızdan daha da emin olmuştuk. Tatile rehberli bir turla gitmek, gidilen ülkede insanı yabancı olma halinden çıkardığı ve şehir için göstereceği çabayı ortadan kaldırdığı için tatilimizi kendimiz planlamak istemiştik. İlk önce Madrid’e arkasından Barselona’ya gidecektik. Seyahatımızın ilk durağı Madrid’e inmeden önce Madrid ile ilgili aklımızda dolaştırdığımız bazı isimler, caddeler vardı. Barajas havaalanından otelimizin bulunduğu Reina Cristina caddesine onbir hatlı Madrid metrosuyla gelmiştik. Avrupanın bütün şehirlerinde olduğu gibi Madrid’te de ulaşım sorunu çoktan çözülmüştü. İstediğiniz yere çok kısa zamanda ve hiç kimseyle muhâtab olmanıza gerek kalmadan kolaylıkla gelebilirdiniz. Bugün hemen hemen herkesin ismini bildiği dünya şehri dediğimiz İstanbul’da herhangi bir açık adresi bulabilmek için kaç kişiye kaç defa soru sormanız gerektiğini düşünürseniz yabancı bir ülkede bir yabancı için adres bulma hiçbir dil bilmeseniz bile karşılaşacağınız sorunlar listesinde en alt sırada olacaktır. Paris, Londra, Viyana gibi Avrupa şehirlerinin ortak noktalarından biri budur. Yani ulaşım sorununu çözme ortaklığı. Atocha metro istasyonunda indiğimizde tren istasyonunun içinde karşılaştığımız büyük ağaçlardan oluşan botanik bahçesi etrafındaki kafeleri, restoranlarıyla çok etkileyiciydi. Gördüğümüz bu ilk resim bizi etkilemişti.Metro istasyonundan çıktığımızda ise önümüzde büyük bir bulvar vardı.Cadde o kadar büyüktü ki bir anda ellerimizde bavullarla hangi yöne gideceğimizi düşünürken karşımızda bir tabela otelimizin bulunduğu caddenin yönünü gösteriyordu.Bu tabelayı ve apartman numaralarını takip ederek otelimize 15 dakikada varmıştık. İspanya’da bir yabancı olmak çok kolaydı.
Otelimize yerleştikten sonra hemen dışarı çıktık. Elimizde Madrid haritasıyla kendimize bir yol çizdik ve yürümeye başladık.Madrid’te sürekli yapacağımız tek şey yürümek saatlerce yürümek olacaktı.Uzun yürüyüşler gerekliydi.Çünkü şehirlerde insanlar gibidirler.Tanımak , anlamak için çaba gerekir , sabır gerekir, emek gerekir.Bir şehride anlamak sakin uzun yürüyüşler , kafelerinde zaman sıkıntısı olmadan geçen telaşsız sohbetleri gerektirir.Bunun için otelimizin bulunduğu Reina Cristina caddesinden Madrid’in göbeği sayılan ve oldukça etkileyici bir mekan olan Plaza Mayor’a kadar yürüdük.Atocha tren istasyonuna geldiğimizde Corlos V meydanını ve tren istasyonuna yakın Reina Sofia müzesini gördük.. Paseo del Prado boyunca ise medeniyetlerin buluştuğu yer Prado müzesi , müzeye giderken geniş yol boyunca Paris’te Seine nehri kıyısındaki kitapçılar gibi kitapçılar bulunuyordu.Bu kitapçılarda İspanyolca bilmememize rağmen İsponyalca kitaplarda dahil kitaplara bakarak yürüdük.Burada gördüğünüz kitapların kapaklarındaki resimlerden Madrid’te nelerle karşılaşacağını anlıyabiliyordu insan ve göreceği, keşfedeceği şeyler içinde heyecan duyuyordu. Prado müzesinden biraz daha ileriye doğru gittiğimizde karşımıza bir meydan çıkmıştı. Lealtad meydanı ve Ventura Rodriguez’in muhteşem eseri Neptune çeşmesi. Bu meydanın etrafında dört yöne açılan geniş caddeler , simetrik evler , otobüs yolları ve geniş yaya yolları , yol boyunca 42 derecede serinlik veren ağaçlar size eşlik ediyordu. Bu manzara karşısında hissettiğimiz ilk şey huzurdu. Neptune Çeşmesinin karşısında San Jeronimo yolunun köşesinde medeniyetlerin buluştuğu diger bir nokta Muse Thyssien Bornemisza bulunuyordu.Hava kararmaya başlamıştı.Ve bizim için ertesi gün sabah programımız belli olmuştu: Reina Sofia , Prado ve Thyssien Bornemisza…
Hemen otele geri dönmeyip Madrid’i gecede görmek istedik ve Neptune çeşmesinden Jeronimo yolunu takip ederek Sol meydanına ve Plaza Mayor’a geldik.Plaza Mayor özellikle gece ışıklar içinde çok etkileyiciydi.Burası etrafında 136 binadan oluşan ortasında geniş avlusu bulunan bir meydandı.Bu meydan 1619 yılında III. Philip zamanında krallığa itibar kazandırmak için yapılmış canlı bir alışveriş merkeziydi.Meydanda atın üzerinde III Philip’in heykeli vardı.Zamanında kraliyet ailesine ait törenlerin , yerel festivallerin , alışverişin ,ticaretin yapıldığı bir meydandı.İnsanın burayı gördüğünde ilk edindiği izlenim canlı alışveriş merkezi , zenaatçilerin mesleklerini icra ettikleri bir çarşı , festivallerin yapıldığı bir meydan olmasının yanında toplumsal hayat, iş hayatı ve siyasal hayat için gündelik bir sahne olduğuydu.İnsanların bir araya geldikleri ortak bir dünyayı somutlaştırıyordu.Böyle bir ortak dünyanın varlığı , insanların mutluluğu , başarıyı sadece özel hayatlarında arayarak kamusal alandan , ortak dünyadan kopmamaları ve bir problemin herkes tarafından farkedilir olmaktan çıkmaması için önemlidir.Bir problemin herkes tarafından fark edilir olmaktan çıkması demek insanların kendi özel hayatlarına çekilip toplum hayatına ilgisiz kalmasını getirecektir.Tarihinde eski Yunan’da bize gösterdiği bu olmuştur.Plaza Mayor Atina’daki Akropolis ve etrafında bulunan kamusal alanın , ortak dünyanın en somut örneği olan hem ticaretin , hem sanatın özellikle siyasi hicivlerin yer aldığı tiyatronun yapıldığı ve insanların yüksekçe bir yere çıkıp konuşma yapabilecekleri ,dinleyenlerin rahatça müdehale edebilecekleri, tüm vatandaşların kentle ilgili önemli kararları aldıkları toplantı yeri olan ‘Agora’ lara benziyordu.En azından herkesçe paylaşılan ortak bir dünyayı somutlaştırıyordu.Ortak mutlulukların, acıların yaşandığı dünyayı. Günümüzde de Plaza Mayor’da bu ortak hayatı hissetmek mümkündü.Meydanın etrafında meydana doğru uzanan kafeler, restoranlar , kenarlarda resamlar , gitar çalan gençler , insanların kendilerini ifade ettikleri , kendilerini herkese açtıkları canlı bir meydandı.Ve Madrid’de bu meydan hiç bir şey yapmasakta yorulduğumuz zamanlarda taştan oturma yerlerine oturup insanları izlediğimiz sürekli mekanımız olacaktı.
Plaza Mayor
Plaza MayorMeydanda kahvemizi içtikten sonra artık otelimize dönme zamanımız gelmişti.Ve yine yürüyerek Plaza Mayor’dan Paseo del Proda’ya çıkan canlı müziklerin yapıldığı gece kulüplerinin bulunduğu Madrid’in canlı sokaklarından geçerek otelimize geri döndük.Yorulmuştuk ama Madrid’le tanışmamızın ilk günü bizi heyecanlandırmıştı. Dahası meraklandırmıştı.
Ertesi gün erkenden yaptığımız ilk iş Madrid’de seyahatiniz boyunca size bazı önemli müzelere ücretsiz girmenizi , restoranlarda indirim kolaylığı sağlayacak , hayvanat bahçelerine , eğlence parklarına ücretsiz olarak girmenize yarayacak Madrid belediyesi tarafından çıkartılmış iki, üç, beş günlük Madrid karttan almak oldu.ImageBiz üç günlük Madrid kart aldık ve bu kartla üç gün boyunca istediğimiz müzeyi gezebilecek , sunduğu ayrıcalıklardan yararlanacaktık.Bu kartla ilk önce Prado müzesine girdik. Madrid kartınız yoksa müzeyi 6 euro ödeyerekte gezebilirsiniz. Prado müzesi 18. yy neoklasik tarzda yapılmış bir yapıydı. Juan de Villanueva tarafından 1785 yılında doğal tarih müzesi olarak planlanmıştı.Kraliçe tarafından 1818 yılında sanat müzesi haline getirilmişti.İspanya monarşisinde özellikle Charles V , Philip II ve Philip IV iyi birer sanat koleksiyoncusuydular. Ve müze günümüzde monarşinin koleksiyonlarıyla birlikte 11.yy’ dan 19 .yy’a kadar 7000 kadar sanat eserini sergilemekteydi.Greco,Goya, Vélasquez gibi 11yy-17yy İspanyol ressamları , Corrain , Poussin gibi 17- 19yy Fransız ressamlar , Bosch , Brueghel gibi 15yy- 18 yy flaman ressamlar , ,Dürer , Mengs gibi 16yy-19yy alman ressamlar , 14yy – 19 yy İtalyan ressamlar , Raphaël , Titien , Caravaggio, Boticelli gibi 14yy – 19 yy İtalyan ressamlar ,17 yy Hollandalı ressam Rembrandt. Adeta tüm medeniyetler bir noktada buluşuyordu. Burada bizi en çok etkileyen ressamlardan biri flaman Brueghel ve ölümün zaferi adlı eseri oldu.16. yy’da vebadan ölen insanların ölüm karşısındaki çaresizliğini , ölümüm zaferini çizmişti Brueghel.Ölümden kaçmak için masanın altına saklanan insanlar, masada kart oynayan kralın kılıcıyla iskeletler ve kurukafalar ile yaptığı ümitsiz savaş, arka planda kurumuş topraklar ,ağaçlar , ortada yanan cehennem ateşi , insanların kapısında haç işareti bulunan kasalara sığınmak için koşmaları , ama adeta birer kapan gibi çizilmiş kasalara koşmaları. Aslında düşünüldüğünde kilisenin tüm söylemlerinin yada kilise doğmalarının ölüme çare olmadığını ve ölümün her şey üstünde zaferini gösteren ne güzel bir başkaldırı resmiydi ölümün zaferi. Resmin sadece resim olmadığını bir kere daha anlamıştık.Bizi etkileyen ikinci ressam ise IV Philip’in korumasında olan Vélasquez olmuştu.Vélasquez saray ressamıydı.100 kadar eserinden 51 tanesi bu müzedeydi. Nedimeler saray asaletini anlatan çok güzel bir tabloydu.Diğer bir ressam da Bosch idi. Bosch müthiş hayal gücüyle döneminin Dali’si gibiydi. Resimleri insanı inanılmaz dünyalara götürüyordu.Sadece kitaplarda gördüğümüz bu resimlerin orjinallerini görmek muhteşemdi.Bu tıpkı yabancı bir yazarı kendi kilimize tercümesinden değil de yazarın kendi dilinde okurken aldığımız zevk gibiydi.
Brueghel ‘Ölümün Zaferi’
Brueghel ‘Ölümün Zaferi’Müzeden çıktıktan sonra hemen karşısında içinde dünyanın çeşitli bölgelerinden ağaç türlerini barındıran botanik bahçesine yine Madrid kartımızla girtik. Eğer kartınız yoksa burayıda 2 euro ödeyerek gezebilirsiniz.Burası oldukça sakin ve şehrin içinde yeşillikler içinde bir bahçeydi.Sonraki durağımız yine bu bölgede bulunan Reina Sofia müzesi idi. Bu müze 36.701 metre karelik alanı ve 45 salonu ile dünyanın en büyük müzelerinden biriydi.18 yy’a ait bir hastane olan bina III Charles’ın mimarı Francisco Sabatini tarafından inşaa edilmeye başlanmış ama yarım kaldığı yerden Antonio Fernandez Alba tarafından yapı tamalanmıştır.Kartınız yoksa bu müzeyi de 3 euro ödeyerek rahatlıkla gezebilirsiniz.Müzede Picasso, Juan Gris, Joan Miro gibi 19 yy , 20 yy resamları , Vassily Kandinsky , Alexander Calder , Salvador Dali ,René Magritte gibi sürrealistlerin resimleri sergilenmekteydi.Burada insanın görüpte etkilenmemesi imkansız resim Picasso’nun Guernica’sıydı. Resim öncelikle büyük boyutuyla insanı şaşırtıyordu. Ama bu resim Picasso’nun sadece büyük boyutta bir tuvale yaptığı bir resim değildi.Ama İspanya iç savaşı sırasında General Franco’nun çağırdığı İspanyol üniforması giymiş Alman subayların kullandığı Alman bombardıman uçaklarının kuzey İspanya’daki küçük bir Bask kenti olan Guernica’nın bombalanması sonucunda yaşanılan acılara, dramlara karşı bir dahinin , bir entelektüelin verdiği cevaptı. Picasso bir dahidir, bir entelektüeldir.Çünkü bildiğimiz gibi entellektüel , ne kendi varacağı hükümlerden çekinir ne de herhangi bir iktidara ters düşmekten . Yani hiçbir tabunun , sınırlamanın , yasağın kendisi için söz konusu olmadığı bir tiptir entelektüel.Bu anlamda Picasso entelektüeldir.Çünkü 1940 yılında Paris’te Guernica adlı bu tablo sergilendiğinde bir alman subayın resmi işaret ederek ‘Bunusiz mi yaptınız ?’ sorusuna karşı ‘Hayır siz yaptınız .’ cevabı ancak kendisi için hiçbir tabunun , sınırlamanın olmadığı , kabul edilmiş hiçbir politik yada siyasi gücün eğemenliği altında düşünmeyen , karar vermeyen , hissetmeyen birinin , bir entelektüelin cevabı olabilirdi.Picasso resmin bir gün İspanya’ya dönmesini çok istemiş ancak İspanya Cumhuriyeti yeniden kurulduğunda resmin ülkesine geri dönmesini kabul etmiştir.1973 yılında öldükten sonra , 1975 yılı Franco iktidarının bitiminde Newyork Modern sanatlar müzesininde kabulü ile Guernica İspanya’ya , ait olduğu yere geri dönmüş ve Reina Sofia’ya asılmıştır.Resmin bu hikayesini bildikten sonra resme dikkatli bakan bir göz ölü çocuğunu kucağında taşıyan çığlık atan anneyi, kırık kılıcını hâlâ elinde tutan ölü askeri,koşarak kaçışan kadınları,yanan bir binanın alevleri arasında kalan insanı,vahşiliği simgeleyen boğayı, ölmekte olan atı yani halkı görmemesi ve etkilenmemesi olanaksızdır. İlk gençlik yılları Madrid ve Barcelona’da yoğrulmuş Malaga doğumlu Picasso yeni değerler ,kurallar yaratan ,kendini ifade eden , canlı, renkli, ateşli ,cesur bir ispanyoldu.Tek kelime Fransızca bilmeden İspanyolca ile Paris’e gelebilecek kadar cesur bir İspanyoldu.Resim bu defa da acıların , dramların ezdiği ruhu , bir İspanyol ruhu anlatıyordu.
Picasso ‘ Guernica’
Picasso ‘ Guernica’Reina Sofia’dan sonraki durağımız Paseo del Prado bölgesinde bulunan üçüncü önemli müze Thyssien Bornemisza idi.Müzenin bulunduğu bina 18 yy neoklasik tarzda yapılmış Vilahermosa sarayı idi.Bu müze Baron Hans Heinrich Thyssien Bornemisza ‘nın mütevazi koleksiyonu ile ortaya çıkmıştı.Daha sonra 1960 lı yıllarda baronun oğlu tarafından eklenen koleksiyonla günümüzde 800 civarında eseri sergilemekteydi.Yine Madrid kartla girdiğimiz müzede 16 yy İtalyan, alman ,Fransız ressamları, 17 yy flaman ressamları 19 yy Manet, Monet , Renoir, Degas , Van Gogh , Lautrec gibi impresyonistler, 20 yy Braque, Picasso,Kirchner gibi expresyonistler bulunuyordu.Eğer kartınız yoksa bu müzeyide sadece 11 euro ödeyerek zevkle gezebilirsiniz.
Madrid’in geniş caddelerini , heykellerini , müzelerini düşündüğümüzde, 714 yılında Müslümanlar tarafından işgal edilip ancak 13 yy’da ortaya çıkan Castille ve Aragon bölgelerinden Castilla prensesi İsabel ve Aragon mirasçısı Fernando’nun evlilikleri ile güçlenen İspanya’nın kraliçe İsabel ve kral Fernando’nun emri ile Christopher Colombus’u açık denizlere yollamaları ve Amerika’nın keşfi ile 16 yy’da Peru’dan Hollanda’ya kadar hüküm süren imparatorluk gücü İspanya’nın maddi zenğinliği yanında bu kültür zenginliği de insanı hem hayran bırakıyordu hem de düşündürüyordu. Aynı hayranlık ve şaşkınlığı Madrid’in ünlü aristokratlarından Cerralbo’ların evini gezmeğe gittiğimizde de yaşamıştık.Cerralbo’ların evi Kraliyet sarayına yakın , bugünkü Senato’nun ilerisinde , 17 Ventura Rodriguez yolu üzerindeydi.Marki Cerralbo 1845-1922 yılları arasında yaşamış ve evinide Fransız mimari örneğinde kendisi planlamıştı.Adeta küçük bir saray gibiydi ev.Balo salonları, mermer bir küvetin bulunduğu banyo , Japonya’dan getirilmiş eserlerle süslü bir Japon odası, duvarlarında bir çok ünlü ressamın resimlerinin asılı olduğu bilardo salonu, fransızcadan italyancaya birçok dilde siyaset , tarih , edebiyat alanlarında tavana kadar kitaplarla dolu çok kibar bir çalışma odası. Aynı tabloyu Philip V ve iç dekorasyonunda kendisine çok şey borçlu olan Charles III tarafından yaptırılan Kraliyet sarayında da görmüştük. Muhteşem Sabatini merdivenleri ile başlayan saray karşısında bulunan Almudena katedrali ile oldukça etkileyiciydi.Sarayda da gördüğümüz bu manzara karşısında düşündük ki, ne pahasına yapıldığı bir tarafa bırakılırsa , büyük bir medeniyet hem maddeyi hemde kültürü biriktirmekle ve korumakla ortaya çıkıyordu.Cerralbolarında , Baron Hans Heinrich Thyssien Bornemisza’nında yaptığı buydu.Cerralboların evinde tüm dünyayı yaşıyordunuz.Kendimize baktığımızda bizim yapamadığımız buydu.Orta asya’dan , Selçuklulardan ve dört kıtaya adaletle hükmetmiş -ki belki de batı medeniyeti karşısında en büyük avantajımız budur – Osmanlı imparatorluğundan kalan büyük mirasa sahip bizler ne maddi ne manevi bir şey biriktiriyoruz ve dahası bu mirası korumuyoruz. Eskiyi adeta toprağın altına gömüyoruz . Hem de hiç çıkarmamacasına .Tuhaftır insan her ülke dışı seyahette bunları düşünerek kim olduğunun , kendisinin peşine düşüyordu.
Bu sanat ağırlıklı turumuzun ardından yorgun bir şekilde aklımızda gördüklerimiz ve bir muhasebeyle otelimize geri dönmüştük.Akşam İspanyolların ünlü tapas tabaklarından yiyip bir çeşit meyve kokteyli olan sangria dan içtik.Madrid’de bunları mutlaka denemelisiz. Işıklar altında Neptune çeşmesini seyrederek , kahvelerimizi içerek saatlerce telaşsız bir şekilde burada oturup günün yorgunluğunu attık.
Madrid Kraliyet SarayıMadrid Kraliyet Sarayı
Ertesi gün planımız Madrid kartımızla ücretsiz girebileceğimiz dünyanın dörtbir köşesinden toplanmış hayvanları 140.000 metrekarelik bir alanda toplamış avrupanın en önemli polar eko sistemli parkı Faunia’ya daha sonra da Madrid’in en büyük eğlence parkına gitmekti.Faunia parkına giderken caddelerde kimseciklerin olmaması caddeleri insanlarla dolup taşan bizler için biraz rahatsız edici idi.Madrid’de üçüncü günümüzde anladığımız iki gerçekten biri Madrid’de gündüz sokakların çok kalabalık olmadığıydı.Hatta sadece turistler sokaktaydı diyebiliriz. Ancak geceleri Madrid sokakları inanılmaz derecede kalabalıktı.İkincisi Madridliler İspanyolca dışında hiçbir yabancı dil konuşmuyorlardı yada konuşamıyorlardı. Restoranlarda , metro istasyonlarında hatta müzelerde asla İngilizce konuşmuyorlardı.Tren istasyonunda trenimizin kalkmasını beklerken yanımızdaki bir ispalyolun bizimle inatla İspanyolca konuşmasını hemde Avrupa Birliği üzerine ,bizimde İngilizce konuşmamızı ve hatta anlamaması karşısında bizimde neredeyse türkçe konuşmamızı hiç unutamıyoruz. Bu tavır bilinçli olarak bir gururdan mı kaynaklanıyordu yoksa bilinçsizce sadece İngilizce bilmediklerinden mi kaynaklanıyordu. Bunu hâlâ anlamış da değiliz.Ama Madrid’de bizi çok şaşırtan tek nokta bu olmuştu.
Neptune Çeşmesi
Neptune ÇeşmesiÜçüncü günümüzde ilk gittiğimiz yer Faunia parkıydı.Parka girişte bizi pelikanlar karşıladı. Biraz ilerisinde geniş bir toprak parçası üzerinde etrafında yüksek çitlerin olmadığı bir alanda bulunan köstebekler, sincaplar karşımıza çıktı.İnsanlarla birlikte yürüyorlardı. Arkasından kelebeklerin yetiştirildiği bir alana girdik. Kozalarından çıkmak üzere olan kelebekler bir köşede , kozalarından çıkmış ağaçlar içinde uçuşan kelebekler ve bu ortamda elele tutuşmuş 15 kadar İspanyol çocuk başlarındaki eğitmenler tarafından kelebekleri tanıyordu.Konuştuklarından hiçbirşey anlamıyorduk ama çocukların neşeleri, heyecanları , merakları çok rahat anlaşılıyordu.Çocuklarla birlikte kelebeklerin odasından çıktık.Daha sonra kutup penguenlerinin bulunduğu yeri gösteren tabelayı takip ederek bir kapıdan içeri girdik.Ama girer girmez hissettiğimiz kendimizi kutuplarda sandığımızdı.Biraz ilerleyince gördüğümüz inanılmazdı.Kutup şartlarının yaratıldığı çok büyük ve derin bir havuz içinde sulara dalan , çıkan penguenler bizi bir anda kutuplarda hissettirdi.Uzunca bir süre penguenleri seyrettik.Çıkışta yine geniş bir toprak parçası üzerinde etrafında alçak bir çitin bulunduğu alanda hani şu koşup koşup bir tepeye arka ayakları üzerinde dikili elleri önlerinde etrafı sanki bir tehlike varmış gibi gözetleyen hayvanlar vardır ya ,onları gördük.Çok sevimliydiler.Valdebernordo metrosu ile gidebileceginiz Faunia parkı hem eğleneceğiniz , hem de dinlenebileceğiniz mutlaka görmeniz gereken bir parktır.Parkı 20 euro ödeyerek gezebilirsiniz.Öğleden sonra Madrid’in büyük eğlence parkı Parc de Atracciones’e Batan metrosuyla gittik.Çocuklar gibi trenlere , balonlara bindik. Amazon Ormanlarında ‘da timsahlar , gergedanlar , yerliler arasında salla gezinti , sulara yüksek tepeden hızla inen gemiler , korku tünelleri , çığlıklar arasında izlediğimiz üç boyutlu sinema , dünya kentlerini masal gibi anlatan oyuncaklardan kurulu dünyaya tünel gezintisi . Hepsi adeta bir masal gibiydi.Parktan çıktığımızda saat 6 idi. Ve neredeyse burada 5 saat geçirmiştik. Bu parkada 22 euro ödeyerek girebilirsiniz..Parktan çıktıktan sonra yine civarda bulunan Madrid hayvanat bahçesine girdik. Çeşit çeşit hayvan oldukça iyi şartlarda bu parkta yaşıyorlardı.Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, yunuslar,maymunlar çok güzeldi.Ama insan düşünmeden edemiyordu. Bu hayvanları görebilmek için onları bizim yaşadığımız alanlara mı getirmek gerekiyordu yoksa bizler mi onların yaşadığı alanlara gitmeliydik?
Bu günün sonunda da bu sefer otobüs ile şehri gezerek Atocha tren istasyonuna , otelimizin bulunduğu bölgeye gelmiştik.
Ertesi gün Madrid’de günümüzü Retiro parkında geçirdik.Plaza Independancia ve Alcala kapısından Retiro parkına girdik. Bu park oldukça büyük bir alana yayılmış ve İspanya iç savaşında büyük zarar da görmüş ama yine içinde bulunan Kristal sarayı ve Vélasquez sarayı ile , büyük havuzu , üzerinde kayıklarla dolaşanlarıyla ,havuz kenarındaki kafeleriyle muhteşem bir parktı.Londra’da Hyde park gibiydi.Mutlaka görülmesi ve saatlerce zaman geçirilmesi gereken bir mekandı.Parkta dinlendikten sonra Alcala caddesi boyunca yürüyerek boğa güreşlerinin yapıldığı arenaya ulaştık.Bilet gişesinde bilet alanları gördüğümüzde insani duygularımızın ağır basmasından belki burada pek fazla kalamadık.Hemen Alcala kapısına geri döndük. Kapıdan aşağıya doğru indiğimizde yine karşımıza bir meydan ve tanrıça Kibeleye adanmış Cibelles Çeşmesi çıkmıştı.Daha ilerisinde de Colon meydanı. Corlos V ile başlayan meydan ,Neptune Çeşmesi, Cibelles Çeşmesi ve Colon meydanı ile ilerleyen muhteşem geniş bir cadde.Cibelles çeşmesinin etrafında büyük postane binası ve Grand Via caddesi oldukça etkileyiciydi.Colon meydanındaki Mumya müzesi de 450 tane mumyasıyla görülmeye değer bir müzeydi. Muze 12 euro ödeyerek gezilebiliyordu..
Retiro ParkRetiro Park
Ertesi gün Unesco’nun dünya mirasına dahil ettiği Toledo şehrine gitmeye karar verdik.Toledo’ya gitmek için Atocha tren istasyonundan Toledo için gidiş -dönüş biletini( 10.30 euro) aldık.Ve yaklaşık 1.5 saatte Toledo’ya geldik.Toledo bir tepeye kurulmuş , dar sokakları , taş evleri ile adeta bir ortaçağ şehri idi.Ancak hemen belirtmek gerekir ki bu şehre bir ortaçağ şehri demek çok büyük bir haksızlık olurdu. Tarihinde Müslümanların ,Hrirtiyanların ,Yahudilerin bir arada yaşadıkları bir kültür mozaiği olması nedeniyle, Müslümanlar aracılığı ile yapılan eski yunan metinlerinin çevirileri ile ortaçağ karanlığını yaşamamış , dönemin aydınlarının uğrak yeri olmuş , kütüpaneler şehri için bir ortaçağ şehri denilemezdi.
Grand Via
ImageBugün Avrupa Birliğinin yapamadığını Müslüman, Hristiyan , Yahudinin bir arada yaşadığı Toledo yüzyıllar önce yapmıştı. Bu kültür birlikteliğini Müslüman yapı teknikleride kullanılarak yapılmış kiliselerde çok somut bir şekilde görebiliyordunuz.Bu açıdan Toledo hakikaten çok etkileyiciydi.Daracık sokaklarında turistlerden başka kimseler dolaşmıyordu.Sadece turistler. Daracık sokaklarda hiçbir harita kullanmaksızın kendinimizi sokaklara bırakıyorduk.Sokakların kendisi sizi mutlaka tanıdık bir mekana çıkarıyordu.
Cibelles Çeşmesi
Cibelles ÇeşmesiToledo’nun bir başka önemli özelliği de bundan yaklaşık 450 yıl önce yaşamış yoksul bir ailenin çocuğu olan , 1571 yılında Osmanlılar ile yapılan bir savaşta sol elini kaybeden , donanmanın ambar memuru, işindeki bir hatadan dolayı hapse giren ve burada dünyanın tanıyacağı karakteri tasarlayan , Lemos kontunun himayesine giren , dünya edebiyatına ortaçağ da soyluların , şövalyelerin maceralarını ,aşklarını anlatan hikayelerden farklı olarak bireyi, bireyin aşklarını,korkularını anlatan roman türünü sokan, Dostoyevski’ye , Balzac’a giden yolu açan ünlü Miguel De Cervantes’in Manchalı Don Kişot ve Sancho Panço’sudur.Don Kişot yüce asil bir ruhun hikayesidir. Asil, nazik Don Kişot’un hayatı kötülerle, yeldeğirmenleriyle , yenemiyeceği çok aşikar aslanlarla tıpkı eski zamanlarda şövalyelerin devlerle mücadelesi gibi savaşmaktır.Ancak bu savaşta Don Kişot yenildiğinin hiç farkında değildir.Bu sonuç aslında artık neredeyse bir zorunluluktur. Çünkü kötülük eski hikayelerde anlatıldığı gibi doğa üstü güçlerde , devlerde değildir artık. Kötülük her yerdedir.Ve yenilgi kaçınılmazdır.Trajik olanda budur.Don Kişot’un etrafındakiler bu durumu anlamamış olmasından ,seçilmiş olan yoldan farklı olanı seçmesinden ötürü onu gerçeklerden uzak bulurlar ve onunla alay ederler. Ama o savaşmaya devam eder.Don Kişot ‘un yüzyıllar boyunca hiç unutulmaması , zevkle okunması onun günümüzde de bir yerlere dokunabilmesinden , idealist insanın adeta karikatürünü çizmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Don Kişotların eksik olmayacağı yeryüzünde bu yüzden Don Kişot bize hiç uzak olmıyacaktır.ImageToledo sokaklarında yürürken neredeyse bütün dükkanların vitrinlerinde gördüğünüz Don Kişot bibloları insana o asil runu her an hissettiriyordu. Toledo’da gezdiğiniz müddetçe hissettiğimiz en güçlü şey : Manchalı Don Kişot’tu.
Toledo’ya gitmişken geçmişi Roma’ya kadar uzanan arap ,Müslüman etkisiyle gerçekleşen Aristo çevirileriyle bir dönem entelektüellerin merkezi haline gelmiş bu tarihi şehirde Puerto del sol , Alfonso VI kapılarını ve İspanya iç savaşında oldukça büyük zarar görmüş olan , günümüzde de kütüphane olarak kullanılan şehrin tepesine kurulmuş Alcazar’ı görmeden gitmemek gerekir.Buradaki askeri müzeyi de 1.20 euro ödeyerek gezebilirsiniz.Yine bu bölgede bulunan 12yy ‘a ait San Miguel kilisesinide ziyaret edebilirsiniz. Toledo’da bir gece geçirmek isterseniz tarihi bir otel olan otel Alfonso XII 50 euroluk gecelik fiyatıyla oldukça uygundur.Ayrıca içinde El Greco’nun , Van Dyck’ın , Goya’nın çalışmalarının bulunduğu , 22 şapeli olan 1266 tarihli Catedral Primada’yı mutlaka görmelisiniz.
ToledoAlexandre Dumas buranın İspanya’nın en iyi yemek yenilen yeri olduğunu söylemiş.Soğan, safranın kullanıldığı hafif yemekler , ev yapımı kekler ve Toledo şaraplarını mutlaka denemelisiniz.Ayrıca eğer isterseniz Damascene denilen altın ve gümüşü metallere kazıyarak yapılan kolyeler, bilezikler, süs eşyalarından da hatıra olarak alabilirsiniz.Bizde Toledo’dan küçük hediyeler alarak akşam trenine bu küçük şehri tanımış olmaktan mutlu bir şekilde binmiştik. Madrid’e dönerken trende aldığımız Don Kişot biblosuna ve şehre bakarak Toledo’dan uzaklaşıyorduk.
Madrid’de altıncı günümüzde artık Barselona’ya gitmek için şehirden ayrılma vakti gelmişti.İlk ayak bastığımızda Madrid dimdik ayakta duran belki de başkent olmasının etkisiyle de oldukça asil ve kendini hemen anlatmayan bir şehir izlenimi veriyordu. Ama Madrid artık bizim tanımaktan memnun olduğumuz, alıştığımız , caddeleri , heykelleri , parkları, tarihi, kültürü ile bize kendini açan bir şehirdi.Madrid bizim için Picasso ile , Manchalı Don Kişot ile , büyük meydanları, büyük heykelleri ile cesur gururlu ve asil bir Madrid’ti.