Erol Şahin
28 Aralık 2009 Pazartesi
Sabah ilk uçak ile Brezilya’nın Parana eyaletinde bulunan Foz de İguaçu kasabasına hareket ediyorum. Aklımda hep o devasa büyüklükteki İguazu Şelalesi var. Masmavi bir gökyüzü, bembeyaz bulutlar arasından geçerek yemyeşil bir coğrafya’nın tam yakınına iniyoruz. Havalanındaki turizm ofislerinden ve tur firmalarından bölge hakkında harita ve daha detaylı bilgileri alıyorum. Keşifci ruhum bu kez havanında çok sıcak olmasından dolayı daha rahat etmek istedi ve 2 günlük paket bir tur almak en mantıklısı geldi. Ne de olsa bölge o kadar geniş ki şelalelerin bir bölümü Brezilya’nın Parana Eyaletinde Foz de İguaçu şehri sınırlarında ve diğer kısmı Arjantin’in Misiones eyaletindeki Puerto Iguazu şehirlerinde bulunmakta. Şelaleleri gezmek için Brezilya bölümüne yarım gün, Arjantin bölümünü gezmek tam bir gün gerektiği için 2 gece burada konaklama yapmayı uygun buluyorum.
Öğlen saatlerine kadar Tropik bir bölge olan harika iguazu Milli Parkında ilk fotoğraflarımı çekmeye başlıyorum. Bölgeye özgü birçok bitki, ağaç ile birlikte rengarenk kelebekler, kuş ve diğer hayvanlar bana eşlik ediyor. Özellikle Tukan kuşunun ve kelebeklerin renkleri buradan ayrılmayı hiç istememe sebep oluyor. Ama şelalelerin o gürültülü coşku ile akmasını görmek ve bol bol fotoğraf çekmek için özel olarak hazırlanmış yürüyüş platformuna geçmem gerekiyor. Bu yürüyüş parkurunda bile fare ile sincap benzeri rakun olarak tahmin ettiğim hayvanlar ayaklarınızın arasında dolanıyorlar. Bölgeye gelen insanlara o kadar alışmışlar ki hiç kaçmıyor tam tersine sizlere arkadaşlık etmek istiyor sanki. Sesi çok uzaklardan duyulan devasa büyüklükteki İguazu Şelalesi, bölgeye özgü birçok endemik hayvan eşliğinde bir bölümünü gösteremeye başlıyor. 275 şelaleden oluşan İguazu Şelalerinin büyük bir bölümü Arjantin bölümünde olduğundan şuan bulunduğum alandan daha geniş bir bölümü görmek ve panoramik olarak fotoğraflar çekme imkanı bulabiliyorum.
Tam bir şelaleler vadisi olan İguazu, Dünyanın şelalelerine baktığımızda 979 metre ile en yüksekten akan Angel, en geniş şelaleler olan Niagara ve Victoria ile birlikte Dünyanın en büyük şelalelerinden biridir. Bölge 1934 yılında milli park ve 1984 yılından beride Unesco tarafından koruma altına alınmıştır. Tropik bir orman içinde bulunan İguazu Şelaleleri çevresinde 2000’den fazla bitki türü, 500 çeşit kuş ve memelinin yaşadığı, 70.000 hektara yayılmış tam bir doğa harikası. Yerli dilinde Büyük su anlamındaki Şelaleler 2.7 km uzunluğunda birçoğu 60-70 metreden aşağıya dökülmekte ve tam olarak ziyaretçilerine görsel bir şölen sunmakta.
Bölgeye gelen turistlerin gün geçtikçe artmasından dolayı şelalelerin neredeyse tümüne yürüyüş platformları oluşturulmuş. Haritalar yardımıyla çok kolay bir şekilde bir şekilde parkurlar gezilebilmekte. Şelalelerin en büyüğü olan “Şeytan gırtlağı” ise 150 metre genişliğinde ve 700 metre uzunluğunda. Buraya geldiğinizde ıslanmamak mümkün değil. Tropik yağmurlar yerine devasa şelalelerin suyunda sırılsıklam olmak da ayrı bir keyif veriyor. Platforma oluşturulmuş son noktada asansör ile çıkarak bu kez “Şeytan boğazı” diye tabire edilen bölüm ayaklarımızın altında kalıyor.
Arjantin tarafında Şelalelerin %70’lik büyük bir bölümünü gezeceğimi düşünerek otele dönerek bu harika günü noktalıyorum. Brezilya tarafından gördüğümüz geniş alanı bugüne göre daha çok yürüyüş yaparak ertesi gün daha yakından görme imkanı bulacağım….
3.Gün
29 Aralık 2009 Salı
Sabah kahvaltının ardından yepyeni bir ülke’ye daha girmenin ve adım atmanın heyecanı içinde Misiones eyaletindeki Puerto Iguazu şehrine hareket ediyorum. Yarım saatlik yolculuk sonrası Paraguay’dan doğup Brezilya ve Arjantin sınırından geçerek Bounes Aires te Rio de la Plata deltasında Atlantik okyanusuna dökülen Parana Nehrinin üstünden bir köprü ile geçiyoruz. Paraguay ve Brezilya sınırında Parana nehri üzerinde Dünya’nın en büyük barajı olan İtaipu yer almakta. Dünyanın en çok elektrik üreten ve üretim kapasitesi en büyük hidroelektrik santrali olan Itaipu adı Guarani dilinde “şarkı söyleyen taşlar” anlamına geliyor. Ancak ünvanını, Çinlilerin yakın zamanda tamamlayacağı Tree Gorgos Barajı’na bırakacak.
Parana nehri üzerinden geçip, sınır karakolunda pasaport kontrolündeyim. Yoğunluktan dolayı biraz bekledikten sonra Latince ‘’Argentum’’ (gümüş) kelimesinden adını alan tangonun anavatanı Arjantin’e geçiş yapıyorum. Şelaleleri sınırında bulunduran Puerto İguazu şehir merkezi yerine Milli Park tarafına doğru hareket ediyorum. Brezilya tarafı gibi koruma altında olan, yüzlerce endemik ve farklı bitki türüne, kelebek, kuş, yabani hayvanlara ev sahipliği yapan Milli Park, Şelalelerin yaklaşık %70 ini kapsıyor. Haliyle gezmek için tam bir gün gerekiyor. Brezilya tarafına göre daha çok aktivite de mevcut. Bunlardan biri bot ile şelalelerin altına girerek ıslanma turu.
Park içinde özel olarak döşenmiş raylar üzerinde ekolojik tren dedikleri sistemle şelalelerin ilk bölümünü gezmeye başlıyorum. Her şey o kadar düzenli ki, buraya gelen turistler sırasıyla bu trenlere binerek ulaşılması gereken noktalara ulaşıyor. Özel yürüyüş platformları ile şelalelerin büyük bir bölümünü geziyor ve diledikleri açıdan fotoğraflar çekebiliyor. Tropik ormanların arasında rengarenk kelebeklerin eşliğinde hiç bitmesini istemediğim bu ufak tren yolculuğu sona eriyor.
Şimdi yeniden yürüyüş ve keşif zamanı. Nehrin üzerine oluşturulmuş köprüyü yürüyerek son noktada Şelalelerin en geniş ve büyüğü olan “Şeytan Boğazı” na bu kez neredeyse dokunacak kadar yaklaşıyorum. Bir anda belirleşip kısa bir sürede kaybolan ve hep fotoğraflarda gördüğüm o rengarenk gökkuşağını görme imkanını burada buluyorum. Dün Brezilya tarafının son noktasında aşağıdan bakıp hayran kaldığım bu bölüm bu kez hemen yanı başımdaydı . Büyük bir gürültü ve coşku ile akan şelalelerde yine ıslanmamak imkansızdı. Tabi burada fotoğraf çekmekte bir hayli zordu. Hazırlıklı geldiğim için sualtı kılıfı ile yine onlarca fotoğrafı arka arkaya çekiyorum. Islanmak kimsenin umurunda değil. Şelaleleri farklı açılardan görüntülemek için diğer noktalara hareket ediyorum. Yaklaşık 10 farklı noktayı gezmek için 2 ila 3 saatlik bir yürüyüş gerçekleştirmek gerekiyor. Yürüyüşün son noktasında biraz daha macera diyor ve özel olarak hazırlanmış botların düzenlediği. Nehir ve Şelalelerin altına girme turlarına katılıyorum. Kısa bir nehir gezisi ardından, birden farklı noktada şelalelerin üstümüze döküldüğü o an maceranın ve keyfin tam anlamıyla doruklarındayım. Yine burada ıslanmak kimsenin umrunda değil. Bottan indikten sonra harika doğanının derinliklerinde ki maceramız bu kez üstü açık devasa arazi araçlarıyla devam ediyor. Jeep Safari rehberi Portekizce bölge hakkında birçok bilgi veriyor. Ama benim kulaklarım doğanın sesinde ve gözlerim yeşilin canlılığında farklılığında. Elim her an deklanşöre basmak için hazır. Fotoğraf avcılığı bu olsa gerek…
4.Gün
30 Aralık Çarşamba
İki gün süren ve beni bu kıtaya çeken doğa harikası İguazu Şelalelerinden artık ayrılma zamanı . Aklım halen o büyük bir coşku ve gürültüyle akan rengarenk gökkuşağının daha bir süslediği “Şeytan Boğazı’nda”…
Yeni yıla, 7 milyon Rio’lu ve buraya akın eden turistler ile birlikte girmek için yeniden Foz de İguazu Havaalanına hareket ediyorum.
Brezilya’nın en büyük 2.kenti olan İngilizce “River of January” (Ocak Irmağı) anlamına gelen Rio de Janeiro, Şubat ayındaki karnavalı, devasa İsa heykelinin bulunduğu Corcovado ve plajlarıyla hep turizm konusunda talep gören yerlerden biri olmakta. Buna birde 2016 yaz olimpiyatlarına ev sahipliği eklenince Rio daha uzun yıllar turizm konusunda adından sıkça söz ettirecektir.
Bu kente 30 derece tropik bir sıcakta yağmurlu bir akşam ulaşıyorum. Yeni yılı burada karşılamak isteyen gezginler tüm otelleri doldurmuş ve fiyatlar neredeyse üç, dört katında. Tabiki konaklama şartları 4 günlük paket halinde sunulmakta. Planlarımda Rio da 3 gün kalmak son 2 gün Sao Paulo’da geçirmek var ama Rio da ilk günü yağmurlu geçirince 4 gün kalmanın ancak yeteceğini anlıyorum.
Yılbaşında bu kadar talep gören bir yerin Karnaval zamanında ne derece daha kalabalık olabileceğini kestiremiyorum. Genellikle Şubat ayında 4 gün süren Karnaval sırasında samba okullarının rengarenk kostümlü, kıvrak ve enerjik kızları ziyaretçilerine güzel anlar yaşatmakta. 1723 yılından beri geleneksel bir hal alan karnaval dünyanın en ünlü ve çekici karnavalı durumunda.
5.Gün
31 aralık Perşembe
Yılın son günü ülkemden kilometrelerce uzak ama İstanbul gibi enerjik bu şehirde, günümü dünyaca ünlü Copacabana, İpenama, Lebnon plajlarına ayırıyorum. Atlantik okyanusu’nun dalgalarıyla sürekli sörfçülere de ev sahipliği yapan plajlar, ortalama yedişer kilometre büyüklüğünde. En kalabalığı Copacabana.
Plajın hemen yanındaki geniş bulvarın arka tarafında yüzlerce otel ve onlarca pansiyon bulunmakta, tabii gökdelenlerin dibinde restoranlar, barlar, eğlence kulüplerin sıralandığı geniş caddeler yer alıyor. 1970 yılında Portekiz kaldırımlarına esinlenerek , siyah ve beyazlı taşlarla dalga desenleriyle süslenmiş ve yürüyüş yapmak isteyenler için çok rahat bir o kadar da keyifli. Yürüyüş yapanlar ile birlikte plaja paralel şeklinde bisiklet ve kaykay kullananlara ayrı bir yolda mevcut. Rio bu özellikleriyle bile siyahı, beyazı, meleziyle yıllardır birbirine saygılı bir şekilde turistlere rahat bir ortam sunuyor. Tabii her büyük kentin sorunları olduğu eski ve tarihi bazı bölgelerde bu kentin ara sokaklarında kapkaçcılık bir hayli yüksek. Polis kontrolleri bu bölgelerde bir hayli fazla.
Yılbaşı hazırlıklarından dolayı öğle saatlerine doğru trafik tamamen kapatılıyor ve Copacabana plajı devasa bir meydana dönüştürülmeye başlanıyor. Kumsal üzerinde devasa platformlar kuruluyor. Samba ve farklı diğer müzik türlerini dinlemek isteyenler öğle saatlerinden itibaren buralara akın etmeye başladı bile. Her sene olduğu binlerce turist bekleniyor. Öğleden sonra bu kez Copacabana plajının hemen devamındaki İpenama plajına geçiyorum. Burada da yine aynı hazırlıklar devam ediyor. Copacabana’dan bir farkı bulunmuyor. Sörfçüler artan dalgaların üzerinde kıvrak hareketler ederek dans etmeye devam ediyor. 35 derecelik kavurucu sıcağının altında serinlemek için ilk olarak burada kendimi Atlantik okyanusunun köpüklü dalgalarına bırakıyorum. Brezilya ne de olsa yaklaşık 7500 km uzunluğunda kıyı şeridine sahip. ..
Akşam saatlerine doğru yeni yılı karşılamaya saatler kala, copacabana plajı çevresindeki restoranlar ve mekanlar turistlerin iyiden iyiye arttığında rezervasyonlarını attırıyor ve fiyatlarını 2’ye hatta 3’e katlamaya başlıyor. Plaj üzerinde oluşturulmuş dev sahne ve müzik platformlarında son provalar yapılmakta. Şimdiden en ön kısımlar Rio’lu ve eğlence sever turistlerle dolmaya başladı. Copacapana açıklarına devasa mavi yolculuk gemileri yanaşıyor.
İki gün öncesinde başlayan hazırlıklar ve öğleden sonra başlayan müzik eşliğinde bol alkol sonucu herkes kendinden geçmiş durumda. Ve beklenen an gelip müzik bir an kesildiğinde copacabana açıklarında havai fişek gösterileri başlıyor. Saatler süren rengarenk hava fişek gösterileri eşliğinde yeni yılı bu enerji dolu şehirde karşılıyorum. Son 2 yılda Fas ve Mısır gibi Afrika’nın egzotik ülkeleri ardından bu kez yine Egzotik bambaşka bir ülkede yeni bir güne merhaba demek üzere uykuya dalıyorum. Aklımda yılın ilk gününde bu şehrin sembolü olmuş İsa Heykeli ile turistlerin akın ettiği yer olan Corcovado tepesi var…
6.gün
01 Ocak 2010 Cuma
Yeni yılın ilk günü Rio de Janeiro (Ocak Irmağı) da gün daha ağarmadan , copacabana açıklarında güneşin doğumunu fotoğraflamak için erken kalkıyorum. Kaldığım otelin terasına çıkıyorum ve şansımdan güneş ufuk’dan doğmak üzere. Atlantik okyanusu üzerinden doğan güneş etrafına harika bir kızıllık yansıtıyor. Benim gibi bu anı yaşamak isteyen birkaç Rio’lu plajda ve kum üzerinde, birkaç kişi ise dalgaların arasında…
Gündoğumu fotoğrafları ardından bugünkü Rio gezi rotamda, İsa Heykeli ile buranın sembolü olmuş Corcovoda tepesi var. Fotoğraf makinamı ve küçük sırt çantamı sırtıma geçirip Copacabana’dan ayrılıyorum. Rua Cosmo Velho sokağına taksi ile ulaşıyorum. Günün daha ilk saatleri olmasına rağmen bir hayli kalabalık ve 10.30’da kalkacak treni bekliyorum. Corcovoda kambur demek ve Rio da tam bir “kamburlu tepeler” şehri. Bu tepelerin hemen eteklerinde birçok yağmur ormanı ve park bulunmakta. Corcovoda tepesi yamaçlarında Tijuka Milli Parkı bulunmakta. Gezi rotamda Amazon bölümü yer almasa da şu ana kadar gördüklerim doğa’nın Rio’yu çok güzel bir şekilde yarattığıdır. Yeşilin tüm tonlarına, okyanus dalgalarının dağlar ve tepelerle birleşerek birbirinden güzel plajlar oluşturmasına sebep olmuş.
Yaklaşık yirmi dakika süren tren yolculuğu sırasında kıvrılarak Corcovoda tepesinin zirvesine doğru yaklaşıyoruz. Daha şimdiden her iki tarafta harika bir manzara bizlere eşlik ediyor. Sol tarafımızda Rio’nun diğer bir kambur tepesi olan Pau de Acucar (Sugar loaf) ve eteklerindeki Flamengo, Botofago gibi şehrin diğer merkezleri ve plajları. Sağ tarafımızda Copacopana, İpenama, Lebnon plajları ve uçsuz bucaksız gibi görünen Atlantik Okyanusu.
7 Temmuz 2007 tarihinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri olarak seçilen, Brezilya’nın ve Rio’nun sembolü Reedemer Heykeli “Kurtarıcı İsa” denizden 710 metre yükseklikte bulunmakta ve 38 metre uzunluğunda. Dokuz yıllık bir uğraş sonucu 1931 yılında yapımı tamamlanmış. Şimdilerde ise tam bir turist akınına uğruyor. Heykeli ve bu harika manzarayı görmek için yılda yaklaşık 1 milyon ziyaretçi buraya çıkıyor. Buraya çıkarken trenden gördüğümüz manzara, heykelin çevresindeki balkonlardan tam olarak 360 derecelik bir bakış sunuyor ziyaretçilerine. Dünyaca ünlü, birbirinden önemli futbol karşılaşmaları yaşamış Maracana Stadyumunu buradan görmek bile ayrı bir keyif. Hemen önümüzde “Lagoa Rodrigo de Freitas” lagünü ve biraz ilerisinde Copacopana ve İpenama plajları bu kez ayaklarımızın altında. 2016 olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak olan Rio, Kürek ve kano yarışları bu lagün de yapılacak. Çevresindeki devasa gökdelenlerin altında parklar yer almakta. Saatlerce bu harika manzara eşliğinde akşama kadar kalabilir, panoramik fotoğraflar çekebilirsiniz ama dakikalar ilerledikçe ziyaretçiler bu küçük alanı doldurmakta. Rio’ya inen ve havalanan bir çok uçak Corcovoda tepesi ‘nin ve ziyaretçilerinin altında kalıyor…
Öğle’den sonra Rio’nun şehir merkezinde yer alan “downtown” bölgesindeki katedral, tiyatro, müze gibi mimari detaylarını gezmek için yeniden Cosmo Velho’ya trenle iniyorum. Elimdeki Rio de Janeiro kültürel haritası yardımıyla otobüs ile öncelikle geniş bir meydan olan Cinelandia meydanına ulaşıyorum. Brezilya ve Rio’nun en önemli tarihi ve kültürel miraslarından biri olan Tiyatro binası “Theatro Municipal” 1909 yılından beri ayakta. 1700 kişilik bir izleyici kapasitesine sahip, tiyatro ile birlikte opera ve konser organizasyonlarına da ev sahipliği yapmakta. Tüm çevresini dolaşırken en etkili detayları çatı kısmında yer alan yeşil yuvarlak kubbeler oldu. Dört bir tarafı heykeller ile süslenmiş , arka tarafında iki de saat bulunmakta. Bu yapının hemen yanı başında. Ulusal kütüphane ve Güzel Sanatlar Müzesi de yer almakta. Bir diğer tarihi yapı olan Metropolitana Katedrali , gökdelenlerin arasında kendini gösteriyor. 1676 yılından beri ayakta duran konik şeklinde yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki yapı yaklaşık 20 bin kişilik. Corcovoda tepesinden kuşbakışı gördüğüm Maracana Stadyumu’nu yakından görmek için metro istasyonuna yöneliyorum. Yol üstündeki kuleleri ve kızıl rengiyle hemen dikkat çeken tarihi itfaiye binası çevresindeki eski ve yıkık harabe şeklindeki evlere inat yepyeni bir şekilde ayakta duruyor. Sanki daha dün inşa edilmiş gibi.
Brezilya’nın birçok spor dalında başarılı olmasının yanı sıra tartışmasız dünya futbolunda lider özelliğinden dolayı buraya kadar gelmişken 200 bin kişilik kapasitesi ile Dünyanın en büyük stadyumu ünvanını elinde bulunduran Maracana stadyumunu görmeden dönmek olmaz. Temeli atıldıktan on yedi sene sonra tam olarak bitirilen ve 1965 yılında açılan stadyum, kim bilir bugünlere kadar nice önemli maçlara ve futbolculara ev sahipliği yapmıştır…
7.Gün
02 Ocak 2010 Cumartesi
Doğa’nın Rio’yu şekillendirken, buraya özgü birbirinden farklı bir çok “kambur tepeler” oluşturması ve Brezilya’lıların bu tepeleri turizm açısından en etkin bir şekilde kullanmak için ulaşım araçları yapması sonucu kenti bir kuş misali kanatlarınızın altında görebiliyorsunuz. Corcovoda tepesi’nin ardından bu günü Rio’nun bir diğer ünlü tepesi olan; Portekizce “Pão de Açúcar”, İngilizce “Sugar Loaf” çıkmak üzere erken saatlerde otelden ayrılıyorum.
Sugar Loaf’a, orijinal teleferik 1912 yılında inşa edilmiş ve 1972-73 yılları arasında mevcut haliyle restorasyon görmüş ve teleferikler yenilenmiş. Sugar loaf tepesine ulaşmak için Urca kasabasına gelip, öncelikle denizden yüksekliği 220 metre olan Morro da Urca’ya teleferikle çıkıyorum. Burada Rio’nun harika manzarasını yeniden görebiliyorsunuz. Bu plato üzerinde, bir amfi tiyatro, restoran ve dükkanlar bulunmakta. Rio’nun kambur tepelerinin eteklerine sıralanmış, Copacabana, İpenama, Lebnon, Flamengo ve Botafogo plajları yine ayaklarımın altında ve bir hayli kalabalık. Daha uzaklara baktığımda. Guanabara Körfezi açıklarındaki beyaz tekneler ve yelkenliler fotoğraf açısından görsellik katıyor. Yaklaşık bir saat zaman geçirip, ikinci kez teleferiğe biniyorum. Bu kez 396 metre yükseklikteki Sugar Loaf tepesi beni bekliyor. Yine harika manzara eşliğinde teleferiğin sol ve sağından baktığımda uçsuz bucaksız Atlantik okyasunu kıyıları ve Rio’nun tüm güzellikleri gözlerimin önünde.
Dün gezdiğim Kurtarıcı İsa heykeli’ne bu kez tam karşıdan bakıyorum. Rio’yu 360 derecelik bir açıdan görebilmek gerçekten keyif verici ve Rio’nun olmazsa olmazlarından ve şansımdan hava pırıl pırıl. Bu harika manzara eşliğinde yüzlerce fotoğraf çekiyorum. Rio’ya inen uçaklar yine yanı başımdan geçiyor. Kim bilir benim gibi daha kaç gezgin bu harika şehir olan Rio de Janeiro’yu keşfetmeye geliyor. Manzara’ya doymak imkansız ancak güneş tam zirvede.
Teleferikler ile yeniden aşağıya iniyorum. Az önce kuşbakışı baktığım plajların kenarından ziyaretçilerine harika manzara sunan Sugar Loaf ve Marro Da Urca tepelerini fotoğraflıyorum. Botafoto plajı’nın yanı başındaki yürüyüş yolunda koşan ve spor yapan Rio’lular bana sokakların yaşamından güzel kareler sunuyor. Copacapana ve İpenama plajlarına göre daha sakin olan plajlar çevresindeki deniz ve yelken kulüplerine ayrılmış durumda. Bu kentin siluet’inde olmazsa olmazlarından biri kesinlikle “tatlı gezinti” anlamındaki Sugar Loaf yani buranın adıyla “Pão de Açúcar”…
Öğleden sonra gezi rotamda olmamasına rağmen küçük sarı tramvayı ile beni kendine çeken Santa Terasa kasabasına uğramak için otobüse biniyorum. Adeta kendin tüm sokaklarını dolaşarak, Santa terasa’ya ring servisi yapan minibüslere ulaşıyorum. Yaklaşık 1 saatlik yolculuk sonrası sandığımdan da kalabalık ve genelde grup halinde turisterin takıldığı küçük ve şirin cafe-bar’ların sıralandığı kasaba’ya ulaşıyorum. Farklı mimarilerde ki rengarenk evlerin arasından arnavut kaldırımlı tramvay yolunu takip ederek başlangıç durağına doğru yürüyorum. Beyoğlu, İstiklal Caddesi’nin adeta kıvrılmış ve daha sakin bir halini andırıyor burası. Son kıvrıma geldiğimde ise, tıka basa sarkmış insanlarla dolu sarı tramvay tüm hızıyla yanı başımdan geçiyor…
8.Gün
03 Ocak Pazar
Sabah erken saatlerde uyanıp, Copacabana ’da Atlantik Okyanusu açıklarından doğan güneşi son kez fotoğraflıyorum. Bu harika şehir Rio’dan hiç istemesem de ayrılma zamanı geldi. Gezimin başlangıç noktası olan ancak bugüne bıraktığım Brezilya’nın en büyük kenti Sao Paulo’ya geçmek için havaalanına hareket ediyorum.
Brezilya’nın başkenti Brasilia’dan daha büyük ve turizm konusunda Rio ile hep yarış içinde olan Sao Paulo, 12 milyonu aşan nüfusu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti durumunda. Serra do Mar tepeleri üzerinde kurulu ve denizden 700 metre yükseklikte dev bir sanayi kenti. Brezilya’nın birçok konudaki üretimi Sao Paulo’da. Verimli topraklar ve kahve üretimi kurulduğu yıl olan 1700’lerden itibaren hızlı bir şekilde büyümesini sağlamış. Bugün New york, Tokyo, Seul, Meksiko ile birlikte dünyanın en büyük beş metropolü arasında yer almakta. Bu kentin turizm ve kültürel açıdan da birçok zenginliği bulunmakta. Rotamın ilk durağında kentin kalbi sayılan “Praça da Republica” Cumhuriyet Meydanı. Bu meydan katedral meydanı diye de bilinmekte. İlk olarak bu meydanın çevresinde bulunan Cathedral Sé (São Paulo Katedrali), Mercado Municipal (Tarihi Pazar) , Theatro Municipal (Tiyatro Binası) gezmeye başlıyorum.
İki kuleli Neo-gotik stiline sahip, 8 bin kişilik kapasiteli Cathedral da Sé, São Paulo’nun en büyük kilisesi. Yaklaşık kırk yıl süren inşaatı 1954 yılında tamamlanmış. Mimarisi her ne kadar neo-gotik tarzda olsa da kubbesinin yapımında Floransa Katedrali’nden esinlenilmiştir. Rio da olduğu gibi turistlerin akın ettiği bu mekanın yanıbaşında evsizler yerlerde ve dilencilik yapmakta. Katedral fotoğrafları ardından gökdelenlerin arasında sokak aralarında dolaşırken, şansımdan sadece pazar günleri açık olan ve buranın yerlilerinin elleriyle yaptıkları ağaç oyma ve yarı değerli taşları sundukları açık pazarın arasında buluyorum kendimi. Brezilya’nın tropik meyvelerini, baharat ve diğer ürünlerinin satıldığı Mercado Municipal yine buraya bir hayli yakın. Yine neo klasik ve 1933’lerden günümüze gelen bu yapı rengarenk camlarla çevrelenmiş. 2003 yılındaki restorasyonla bir etkinlik salonu ve asma kat eklenmiş. Bu asma katta çok farklı tadları sunan restoranlar bulunmakta.
Sao Paulo’nun bir diğer sanat merkezi olan, Tiyatro, Opera, Konser etkinliklerinin sahne aldığı, tarihi “Theatro Municipal” binası ve önündeki heykeller yine mimari açıdan güzel fotoğraf kareleri sunuyor. 1922 yılından bu yana Modern Sanat haftası’nda kullanılmakta.
Latin Amerika’nın bu mozaikler sunan devasa gökdelenleriyle tam bir finans merkezi olan Sao Paulo kentini birde yukarıdan günbatımında fotoğraflamak için Edifîcio Itâlia Gökdeleni’ne çıkıyorum. Dünyanın en büyük metropollerinden olan bu Latin Amerika kentinin tüm güzellikleri gözlerimin önünde. Tüm gezi boyunca bana hep güzel imkanlar veren gökyüzü ve güneş ile burada vedalaşıyorum. Fotoğrafın olmazsa olmazı ışık gezi boyunca hep yanımda olduğu için kendimi şanslı bir gezgin olarak hissediyorum. Yepyeni bir yeri daha kendi gözümle keşfetmenin verdiği mutluluk ile bir sonraki yolculuğumun, Himalayalar’ın eteklerindeki Nepal ve Hindistan mı? yoksa daha uzaklarda bulunan Tayland ve Kamboçya mı? olacağını şimdiden düşünmeye başlıyorum. Sao Paulo’dan ayrılarak İstanbul semalarına doğru yola çıkıyorum…