Volkan ACAR – 1 Mayıs İşçi Bayramı Çin’de 7 günlük bir tatil olarak kutlanıyor. Biz de 1 haftalık bu tatil fırsatını değerlendirip güneye inmeye karar verdik. Birkaç gün Guilin, birkaç gün Chengdu, birkaç gün de Şangay… Gezi kadromuz ise oğlumuz Sina dahil 5 kişi. Ve işte tatil izlenimlerimiz.
Guilin
28 Nisan öğlen Pekin’den hareket ediyoruz. Üç saatlik rahat bir yolculuktan sonra Guilin’deyiz. Burada biz karşılayan ise beklediğimiz gibi yağmurlu bir hava.
tripadvisor.com’dan bulduğumuz otelimizin adı Fubo Hotel. Li nehrinin kenarında ve şehrin her tarafında bulunan seyirlik tepelerden birisinin hemen yanında. Otel, 3 yıldızlı olmasına rağmen, Çin için, hem de Çin’in taşrası için gayet iyi. Memnunuz.
Pekin, Xian (şi an) ve Şangay ile birlikte Guilin, Çin’in en önemli 4 turizm noktasından birisi. Şehrin adı, “osmantus ağacı ormanı” anlamına geliyor. Şehir de adına yaraşacak şekilde yemyeşil. Gözün gördüğü her yer ağaç. Hava da kuru olmadığı için Pekin’den sonra burası bize daha bir yaşanacak şehir gibi görünüyor.
Ama aslında kentin fazlaca bir özelliği yok. Guilin’e gelenlerin hemen hepsinin tek geliş nedeni ise, bölgenin coğrafi yapısı.
Guilin ve çevresi karst kayacıkları ile ünlü. Yani kireçtaşı tepecikleri ile… Dümdüz arazide birdenbire karşınıza küçük dik tepecikler çıkıyor. Kaba bir benzetmeyle söylemek gerekirse burası Çin’in Kapadokyası. Hem bu tepecikler, hem de çevrede bolca bulunan devasa karst mağaraları burayı turistik bir cazibe merkezi haline getirmiş. Bu sayede de yılda yaklaşık 10 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor.
Bu kireçtaşı tepecikleri şehir içinde de görülebiliyor, arabayla yakın çevrede dolaşırken de… Ama bu manzaranın tadına doyasıya varmak için başvurulan en yaygın yöntem, Li nehri boyunca bir tekne turu yapmak. Yani Guilin – Yangshou (yang şoğ) arasında 4-5 saatlik bir tekne turuna katılmak…
Çünkü bu turda, bölgenin en karakteristik manzaralarını tadına vara vara seyretme imkanına kavuşuyorsunuz. Hatta bu tekne turunda görülecek bir sahne o kadar ünlü ki, 20 yuanlık banknotların arkasında bile yeralıyor.
Otele eşyalarımızı bırakıp hemen kendimizi dışarı atıyoruz. İlk durağımız şehrin merkezinde bulunan Seven Star Park. Burası sıradan bir park değil. Hem uzun bir tarihe sahip olan, hem de 100 hektardan fazla bir alanı kaplayan bir park. İçinde mağaralar var. Akarsular var. Küçük kayalıklar var. Köprüler var. Ve dik tepecikler var.
Bu tarihi parkın yakın zamanda ünlenmesine ise Bill Clinton neden olmuş. Eski ABD Başkanı’nın 1998’deki ziyareti, Guilin için bir övünç kaynağı. Tekneyle Li nehri turu yapan ve çevre köyleri gezen Clinton’un Seven Star Park’ta “çevre koruma” üzerine yaptığı konuşma ise Guilin’in tarihi açısından önemli bir olay sayılıyor.
Yağmur altında parkı dolaşmak epeyce keyifli. Park yemyeşil. Sessiz, sakin. Temiz havayı doya doya içimize çekiyoruz. Sık ağaçlı geniş yollarda yürüyoruz. Ağaçsız düzlüklerde fotoğraf çekiyoruz. Ellerinde şemsiyeleriyle yürüyüş yapanlarla selamlaşıyoruz. Yağmur artınca köprülerin saçaklarına sığınıyoruz. Hasır şapkalarıyla ortalığı temizleyen çöpçüleri seyrediyoruz. Ve bu dingin ortamdaki tek sesi, tepede tek başına yüksek sesle şarkı söyleyen kadını dinliyoruz.
Yol yorgunluğunun üzerine biraz açık havada dolaşmak hepimize iyi geliyor. Otele dönüp biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için yer soruyoruz. Çin’de taşradaysanız, küçük bir şehirdeyseniz ve de bir de Güney Çin’deyseniz “yerel tatları deneme” keyfini bir yana bırakmakta yarar var. Biz de bunu bildiğimiz için iyi bir yer aradığımızı söylüyoruz.
Bize önerilen yer, şehrin en iyi lokantalarından birisi ve bir Sichuan (sı çuan) lokantası. Sichuan lokantaları acılı yemekleri ile ünlü.
Lokantaya saat 9’a doğru varıyoruz. Yani Çin’de akşam yemeği için epeyce geç bir saatte. Bu sayede de pencere önünde bir masa bulma şansımız oluyor. Beklediğimiz gibi yemeklerin hemen hepsi acılı. Elife ve Sina’nın acılı yemeklerle araları pek yok. Sezin, Güneş ve ben ise her şeyi yiyebiliriz.
Yine de kendimizi fazla riske atmadan bildiğimiz yemekleri sayıyoruz: Gong ba ji ding (saray usülü fıstıklı tavuk), patatesli ve biberli patlıcan, çin mantısı, karides, pilav, makarna. Ve birkaç etli yemek daha.
Yemekler çok çok iyi olmasa da lezzetli. Biralar dahil gelen hesapsa 195 yuan. Yani 35 YTL. Pekin için tabii ki epey ucuz.
Li nehrinde tekne turu
Sabah erkenden kalkıp otelin önündeki küçük otobüse biniyoruz. Otobüste sadece iki Çinli var. Onların dışında herkes yabancı. Otobüs bizi 30 dakika uzaklıktaki iskeleye götürecek.
Yağmura ve kapalı havaya rağmen yolculuğumuz sıkıcı geçmiyor. Rehberimiz Yang Yang eline mikrofonu alıp önce Guilin ve çevresi hakkında kısa bir bilgi veriyor. Ondan sonra da bu kısa yolculuğu sıkıcı olmaktan çıkarma çabalarına başlıyor:
– Turumuzun adı “panda turu”. Şimdi yakanıza takmanız için size panda stikırları dağıtacağım. Çünkü gezi sırasında bizden farklı turlar da olacak. Bizim de birbirimizi kaybetmememiz, tanımamız gerekiyor. Eğer yakanızda bu stikırlar olursa ben sizi kolayca tanıyabilirim. Çünkü siz yabancılar hep birbirinize benziyorsunuz. Ha ha ha…
-Benim adım Yang Yang. Bana ismimle hitap edebilirsiniz. … … … Tekne turu sırasında size öğle yemeği ikram edilecek. Verilecek yemeklerden birisi de kuzu eti. Çince kuzu kelimesinin karşılığı da yang. Ama bana sakın o anlamda kuzu demeyin. Çünkü benim adım kuzu değil. Ha ha ha…
-Birazdan başlayacak turumuzun çok önemli bir özelliği var. 1998’de Guilin’e gelen ABD Başkanı Bill Clinton da sizin katıldığınız bu tura katılmış ve sizinle aynı yerleri ziyaret etmişti. Dolayısıyla sizin katıldığınız bu tura da “Başkanlık Turu” diyebiliriz. Ha ha ha..
Yang Yang’ın konuşmaları böyle sürüp gidiyor. Önde, Elife’nin kucağında oturan 2 yaşındaki oğlumuz Sina’ya bakıyorum. İki eliyle kulaklarını kapatmış, annesinin gözlerinin içine bakıyor…
Yarım saat sonra iskeleye varıyoruz. İskelenin bekleme salonu tümüyle turistler için dizayn edilmiş. Yani içeride oturmak için bir bank yok ama her yer hediyelik eşya standı…
Herkes gibi tezgah aralarındaki boşluklarda bekliyoruz. Beklerken de iki tane şemsiye satın alıyoruz.
Sürekli gelen otobüslerden inenler bekleme salonunun iyice dolmasına neden oluyor. Bekleyenler bir yandan hediyelik eşyalara göz atarken, diğer yandan da rehberlerini gözden kaçırmama telaşında. Biz panda grubundakilerin gözü de mavi bayraklı rehberimiz Yang Yang’da…
Tura katılan Çinli sayısı parmakla sayılacak kadar az. Çünkü bugün Cumartesi de olsa hala 29 Nisan ve Çin’de “Mayıs tatili” resmen başlamış değil. 1 Mayıs’ın resmen başladığını gezimizin sonraki günlerinde kolayca anlayacağız zaten.
Saat 9’a doğru teknelere biniyoruz. Masamızda bizden başka bir Fransız, bir de Japon var. Elife, Sina ile ilgilenirken biz çantalarımızı bırakıp fotoğraf makinalarımızla yukarı çıkıyoruz.
İnce ince de yağsa, yağmur altında fotoğraf çekmek biraz zor. Yağmur artınca içeri kaçıyoruz. Hızını azaltınca da tekrar yukarıya…
Nehirde bizimki gibi onlarca tekne var. Hepsi de birbirine benziyor. Tipik gezi tekneleri. İki büyük salonda 100 kişinin oturabileceği altışar kişilik masalar var. Teknelerin her iki tarafı geniş pencerelerle kaplı. 2. ve 3. katlar çevreyi seyretmek ve fotoğraf çekmek için uygun. Teknelerin kıç tarafı ise mutfak. Kısaca çok konforlu değiller. Epeyce de eskiler. Ama pek batacak gibi de durmuyorlar. Biz de turun keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.
Genişçe nehrin her iki tarafında gördüklerimiz, bize hemen Güney Çin’de olduğumuzu hatırlatıyor:
8-10 bambunun yanyana tutturulmasıyla yapılan bambu sallar…
Bu sallardaki geniş hasır şapkalı balıkçılar…
Çeltik tarlaları…
Ve her iki yakası boyunca nehri süsleyen kireçtaşı tepecikleri…
İşte Li nehri turu bu…
Yağmurluklarıyla yürüyen okul çocukları, aniden karşımıza çıkan küçük şelaleler, nehir kenarında serinleyen mandalar, trekking yapan turist grupları, gezi teknelerinin arasında yolalan ve avladıkları balıkları, karidesleri, böcekleri teknelere satan balıkçı motorları, oltasıyla avlanan ya da tarlalalarda çalışan köylüler de bu manzarayı tamamlayan diğer renkler.
Yağmur her azaldığında biz fotoğraf için yukarı çıkarken, servis de tüm hızıyla sürüyor. Garsonlar kuruyemiş ve içecek tepsileriyle masaları dolaşıyor.
Az sonra garson kız, yanaşan balıkçı motorundan alınan taze minik karidesleri kızartılmış halde getiriyor. Çin’de yaygın olarak yapılan bu yemeğin oldukça lezzetli olduğunu biliyoruz. Fiyatını soruyoruz:
-100 yuan, diyor.
100 yuan. Yani 18 milyon. Yani Pekin’de Yunan lokantası Atena’da yediğimiz açık büfe öğle yemeğinin neredeyse 2 katı.
-Kalsın, diyoruz.
Saat 12 olduğunda masalara servis açılmaya başlanıyor. Birazdan yemek başlayacak. Garsonlar tepsilerle içecek satışına başlıyor. Yemeğin yanına bira iyi gider deyip birer bira alıyoruz.
Biz biraları aldıktan birkaç dakika sonra aynı garsonlar tekrar gelip her masaya 3 adet büyük bira bırakıyorlar.
-Bunlar ne?
-Bunlar tur ücretine dahil. Yani bizim ikramımız.
-!!!
Masalara tabak, bardak, çubuk dağıtılırken oğlumuz Sina için de bir bardak istiyoruz. Görevliler bardak vermiyor:
-Niye?
-Çocuk için tur ücreti verilmedi. Tur ücreti vermeyenlere de servis açmıyoruz. Ama isterseniz ilerideki su makinasındaki kağıt bardakları kullanabilirsiniz. Onlar bizim ikramımız.
-!!!
Bu arada Yang Yang alt salona inip herkesi yukarıya çağırıyor. Geldiğimiz yer Lijiang turunun en ünlü manzarasına sahip olan yer.
Nehir burada biraz genişliyor. Nehrin her iki tarafında ve geride kireçtaşı tepecikleri yükseliyor. Ortada Li nehri sakin sakin akıyor. Ve nehrin ortasında dümdüz küçük bir adacık manzarayı tamamlıyor.
Eksik olan tek şeyse, bütün fotoğraflarda, resimlerde ve 20 yuanlık banknotların arkasında gördüğümüz bambu salıyla seyreden balıkçı…
Yemek masasında Sezin ve Güneş, Japon çocukla ülkedeki son siyasi gelişmeler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin teknik ayrıntıları üzerine derin bir sohbet yürütürken biz de yemeğin tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Yemekler bol ve lezzetli. Çorba, et, tavuk, balık, mantar, dofu ve her tür sebze yemeği…
Yangshuo
Saat 1 civarında Yangshuo’ya varıyoruz. Yangshuo 25.000 nüfuslu küçük bir kasaba olmasına rağmen çok turistik ve çok popüler. Rehberimizi beklerken durmaksızın yağan yağmurdan korunmak için kendimizi bir saçak altına atıyoruz. İskele çıkışı kalabalık. Sürekli yeni tekneler yanaşıyor. Ortalık rehberden geçilmiyor. En çok rağbet görense şemsiye ve yağmurluk satıcıları.
Az sonra rehberimiz Lili geliyor. Güleryüzlü, samimi. Lili’ye tura başlamadan önce iyi bir kahve içip biraz dinlenmek istediğimizi söylüyoruz. Çarşıdaki beş dakikalık yürüyüşten sonra bizi getirdiği yerin adı Best Cafe. İki katlı ama küçük bir mekan. Cadde üzerinde. Kapıdan girer girmez ortalığı kaplayan kahve kokusunu hissediyoruz. Kahveler güzel, ortam hoş, müzikler dinlendirici. Gerçekten de Yangshuo’daki “Best Cafe” burası galiba..
Bu kadar dinlenme yeter diyerek tekrar çarşıya çıkıyoruz.
Çarşının görünümü bize hiç yabancı değil. İki katlı küçük evler. Hepsi ahşap, hepsi kahverengi boyalı. Altlarında hediyelikçiler, butikler, kafeler, lokantalar. Yerler Arnavut kaldırımı. Tabelaları kaldırırsanız Türkiye’nin güney kasabalarının çarşılarından hiçbir farkı yok.
Köşedeki bir satıcıdan Sina’nın arabası için de bir yağmurluk aldıktan sonra yola koyuluyoruz. İnce ince de olsa yağmur sürekli yağıyor. Lili bu nedenle programdan yamaç çeltik tarlalarını ve mağara turunu çıkarıp kısa bir çevre turu öneriyor.
Ve aracımızla çevre turuna başlıyoruz. Bozuk yollardan, yoksul köylerin içinden geçiyoruz. Bazen nehir boyunce ilerliyor, bazen içerilere sapıyoruz. Gördüğümüz kadarıyla bambu sallar buranın başlıca ulaşım aracı. Yani daha sonra çokça göreceğimiz gibi turistler gelsin fotoğraf çektirsin ya da 10 dakika gezdirip 20 yuan alalım diye suya bırakılmamış. Hatta nehir boyunca sal imalathanelerini de görüyoruz.
Bazen arabayı durdurup aşağı iniyoruz. Yağmura aldırmadan tarlalarda çalışan köylüleri, tarlaların hemen yanında yükseliveren küçük, dik tepecikleri fotoğraflıyoruz.
Bir süre sonra anayola çıkıyoruz. Yol üzerindeki kasabaların ve köylerin eli yüzü biraz daha düzgün. Ara ara gözümüze İngilizce tabelalar da çarpıyor. Bölgenin turizmden para kazanmaya başladığı belli oluyor.
Yolun her iki kenarında ise birbiri ardına dizilmiş pomelo tezgahları. Pomelo, pomelo, pomelo… Greyfurta benzeyen ve Çin greyfurtu da denen bu lezzetli meyve, anlaşıldığı kadarıyla bu bölgenin başlıca gelir kaynaklarından birisi.
Yol boyunca bolca bisikletli yabancı görüyoruz. Bu bölgeye gelip, kalmak için Guilin yerine Yangshuo’yu tercih edenlerin sayısı epeyce fazla. Zaten Pekin’deki arkadaşlarımız da bize benzer önerilerde bulunmuşlardı. “Doğrudan Yangshuo’ya gidin. Orada kalın. Gezecek daha çok yer var. Bisikletle çevre turları yaparsınız. Tepelere çıkarsınız. Tekne turunu da Yangshuo’dan alırsınız” diye. Biz ise yağmur beklentisi ve çocuk gibi nedenlerle Guilin’de kalmayı tercih etmiştik.
Ama bir daha bu bölgeye gelirsek, Yangshuo’da kalıp buranın yakın çevresini gezmeye kararlıyız.
Shangri-la
Bir saat kadar sonra aracımız bir park girişinde duruyor. Lili’ye soruyoruz, “Nereye geldik” diye. “Shangri-la” diyor. Shangri-la, yani sahte cennet. Bakalım bu “sahte cennet” nasılmış?
Merakla aşağı iniyoruz. Burası bir park. Daha doğrusu yapay bir köy. Küçük bir göl var. İçinde tekneler geziyor. Gölün çevresine de ahşap binalar yapılmış. Bu park belli bir güzergah izleyerek geziliyor. Her bir bölümde, bölgede yaşayan etnik azınlıkların folklorik yaşamından kesitler aktarılmış. İmalatı yapılan elişi ürünleri de, isterseniz hemen satın alabiliyorsunuz. Bir odadaki birkaç tezgahta geleneksel yöntemlerle kilim dokunuyor. Başka bir odada taş baskının nasıl yapıldığını izliyorsunuz. Hemen yanında el işlemesi ipek kravatlar dikiliyor. Bir üst katta Çin mühürleri kazınıyor. Yani aklınıza gelebilecek her türlü zenaat, burada yerel giysiler içindeki köylüler tarafından sergileniyor.
Bu tür bir yaşamdan epeyce uzak yaşayan, klasik deyimle “Avrupa’nın göbeğinde ya da Amerika’da” yaşayan birisine belki ilgi çekici gelebilecek bir “canlı etnoğrafya müzesi”. Ama bir Türk için çok da otantik, uzak geçmişimizde kalmış görüntüler değil bunlar.
Hatta ortam biraz yapay bile duruyor. Daha doğrusu, biraz değil basbayağı yapay duruyor. Odalar devlet dairesi, çalışanlar ya da konu mankenleri de işini zoraki yapan devlet memuru havasında.
Burada bize en ilginç gelen bölüm ise mini tekne turu oluyor. Diğer tur grupları gibi biz de küçük bir tekneye binip bir görevli eşliğinde nehirde yol almaya başlıyoruz. Az ilerimizde küçük bir kulübe var. İçinde de kadınlı erkekli 8-10 kadar “yerli”. Hepsi leopar desenli kıyafetler giymişler. İlk bakışta, kızılderili ya da herhangi bir Afrika kabilesi görünümündeler.
“Yerlilerimiz” kulübenin önü boşken oturup sohbet ediyor, sigara içiyorlar. Ne zaman ki bir tekne yanaşmaya başlıyor, onlar da gönülsüz bir şekilde yerlerinden kalkıyor ve dans etmeye başlıyorlar. Dans dediğimiz de anlamsız ritmik hareketler. Çoğunun elinde mızraklar ve kalkanlar var. Bu sırada da arkada davullar çalınıyor. Birkaç dakika süren bu danstan sonra da, bizlere ne kadar “vahşi” olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Ve Çinceye benzemeyen “yabani” sesler çıkarıp, garip hareketler yapıyorlar.
Biz “uygar insanların” yeterince fotoğraf ve video çektiğine kanaat getirdikten sonra da tekne yavaş yavaş uzaklaşmaya başlıyor. Bu sırada kulübedeki yerliler tekrar yerlerine dönüyorlar. Yarım kalan sigaralarını yakıp, mesainin bitmesini beklemeye devam ediyorlar.
Hava kararmaya yakın tekrar Yangshuo’ya dönüyoruz. Bizi Guilin’e götürecek araç gelene kadar biraz turlayıp yemek yiyeceğiz. Çarşıda dolaşırken Elife köşedeki kadına pomelonun fiyatını soruyor. Kadın “5 yuan” diyor. “Galiba yabancı fiyatı” diyoruz ve birer haşlanmış mısır alıp dolaşmaya devam ediyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir yere yemek için oturuyoruz. Bar-kafe-lokanta arası bir yer. İçeridekilerin hepsi yabancı. Listeye bakıyoruz. Tam turist menüsü. Hamburger de var, bütün bildik Çin yemekleri de.
Çin mantısı, sebzeli pilav ve fıstıklı tavuk söylüyoruz. Yemekler beklediğimiz gibi. Yani ne iyi, ne de kötü. Herkesin ağız tadına hitap edebilecek “modifiye” Çin yemekleri.
Yemek sonrası çarşı turuna çıkıyoruz. Yağmur kesilmiş. Herkes sokaklarda. Adım atacak yer yok. Barlardan, lokantalardan müzik sesleri yükseliyor. Her tür eşyanın satıldığı dükkanlar kalabalık. Yerel yemekler yapan küçük büfeler pek iştah açıcı görünmüyor. Köprü üstündeki seyyar lokantalarda ise Çinliler makarna yiyor.
Önümüzde giden Çinli bir genç kız, pomelo satanlardan birine yanaşıyor: “Pomelo kaça?” “4 yuan”. İyi. 5 yuana alsaymışız fazla olmayacakmış.
Bakıyoruz, saat 9’a yaklaşıyor. Köşede bizi bekleyen aracı görüyoruz. Araca doğru ilerlerken, akşamüstü pomelo için “5 yuan” diyen satıcı kadın peşimizden bağırıyor: “3 yuan! 3 yuan!”.
Akşam pazarı ha! Peki, alalım bakalım 2 tane.
Arabaya biniyoruz. Hepimizi uyku mahmurluğu sarmış durumda. Kimse konuşmuyor. Sina uyudu bile. Asfalt yolda Guilin’e doğru ilerlerken herkes yavaş yavaş uykuya geçiyor. Benim de gözlerim kapanmak üzere.
Uykuya dalmadan önce, gözümün önünden kayan son görüntüler ise, yol boyunca sıralanmış tezgahlarda yükselen pomelo piramitleri oluyor.
Guilin şehir turu
Guilin’deki son günümüz. Hava güneşli. Pırıl pırıl. Epey de sıcak olacak gibi. Oysa önceki akşam resepsiyonla konuşup bugün için Longji yamaç çeltik tarlalarına gitmek istediğimizi söylediğimizde şiddetli yağmur ve fırtına beklendiğini söylemişlerdi. Biz de bunun üzerine programımızdan bu bölümü çıkarmıştık.
Neyse artık. Bugün şehir turu yapacağız.
Otelden çıkıp nehir boyunca yürümeye başlıyoruz. Kaldırım geniş. Otelin hemen karşısı, turistik Fubo tepesinin de girişinde olduğu için turların çoğu buraya uğruyor. Bu nedenle kaldırıma hediyelikçiler sıralanmış. Biraz ileride badminton oynayan gençler ve tayçi yapan yaşlılar var. Nehre inen merdivenlerin yanındaki bisikletli satıcılarda ise ne isterseniz var: mango, pomelo, balık, karides, böcek.
Dün Yangshou’da yağmur altında kanallarda çamaşır yıkayanları görmüştük. Bugün de Li nehrinde çamaşır yıkayanları görüyoruz. Onların hemen yanına bir tekne-ev demirlemiş. İçindeki yaşlı kadın, vok’un başında öğle yemeğini hazırlıyor. Az ileride bambu sallar müşteri bekliyor. Salcılar ise gölgelikli bambu şezlonglarda uykuya dalmış.
Biraz sonra topluca danseden yaşlıları görüyoruz. Elli yaşında olanı da var, yetmişini geçmiş olanı da… Kaldırım kenarında eskice bir radyo-teypten çaça ritmi çalınıyor. Dansı bilen birkaç çift, alımlı figürlerle dans ediyorlar. Yeni öğrenenler ise kenarda arka arkaya dizilmişler, hocaları eşliğinde hareketleri tekrar ediyorlar: 3 hızlı, 2 yavaş, 3 hızlı, 2 yavaş…
Birkaç köprü geçtikten sonra Guilin şehrinin simgesi sayılan yere geliyoruz: Elephant Trunk Park. Bu park, adını su içen bir file benzeyen dev kayadan alıyor. Parkın birkaç yüz metre ilerisindeki bu kayalığı fon yapıp fotoğraf çektirmek isteyen bütün turistler burada.
Nehir kalabalık. Yanyana dizilmiş tekne-lokantalar, yaydıkları kızartma kokularıyla müşteri çekmeye çalışıyorlar. Az ötede rengarenk boyadığı bambu salındaki şezlongda oturan yaşlı bir kadın var. Elinde de cambaz sopası gibi uzun bir çubuk. Bu bambu sopanın her iki ucunda da birer karabatak. Fotoğraf için turist bekliyor. Yanında da karşı kayalığa gidip gelen diğer bambu sallar.
Park da kalabalık. Büyük çoğunluk ise yerli turist. Yani Çinli. Bir kısmı ağaca bağlı küçük maymunla fotoğraf çektiriyor, bir kısmı da yem attığı güvercinlerle… Bazıları ise Çince konuşabilen 2 yaşındaki “yabancı” çocukla fotoğraf çektirmeyi tercih ediyor. Yani Sina ile…
Tepedeki pagodaya çıkmadan parktan çıkıyoruz. Bir pizzacıda karnımızı doyurup biraz serinledikten sonra, bir sonraki durağımız için taksiye atlıyoruz. Gideceğimiz yerin adı şehrin hemen dışındaki Reed Flute Cave.
Bu mağara adını, yakınında yetişen ve flüt yapımında kulanılan kamışlardan alıyor. Mağara derin, geniş, yüksek. 250 metre kadar içeri giriliyor. Yerler hafif kaygan. Tavandan ve sarkıtlardan sular damlıyor. Her taraf renkli lambalarla ışıklandırılmış. Sarkıtlar ve dikitler renkli ışıklar altında başka bir güzelliğe bürünüyor. Sağımızda solumuzda tabelalar. Her kaya parçasının, sarkıtın, dikitin bir adı var. Şekli neye benziyorsa ona uygun bir ad verilmiş.
Az sonra geniş bir alana geliyoruz. Burası hemen hemen tamamıyla düzlük. Neredeyse 1000 kişiyi barındıracak kadar da büyük. Savaş zamanlarında sığınak olarak kullanıldığı söyleniyor. Bu düzlüğün hemen yanında ise küçük bir su birikintisi var. Bu suyu ve duvarı mavi ışıklar aydınlatıyor. Sarkıt ve dikitlerin maviliği de suların üzerinde yansıyor. Yani görünüm harika. Bu düzlüğe verilen ad da en az görüntüsü kadar ihtişamlı: Ejderha Kralın Kristal Sarayı.
Guilin’deki son durağımız eski bir Ming sarayı. Adı da Duxiu Feng (du şiyu fıng). Bu saray geniş bir araziye oturtulmuş. Binalar ise şu anda öğretmen okulu olarak hizmet veriyor. Geniş bahçenin her iki tarafındaki binalar öğrenci dolu. Bahçe ise yemyeşil. Dev ağaçların gölgesi çimenlerin üzerine vuruyor.
Binalardan birinin önünde tayçi yapan, kılıç dansı yapan yaşlılar var. Çevrelerinde de dedeleri ve nineleriyle dolaşan onlarca çocuk… Sina’yla Elife’yi bu oyun alanında bırakıp, 150 metrelik tepeye çıkmaya koyuluyoruz.
Tepe hem dik, hem de 300 basamak. Ama çıkmamıza değecek. Çünkü, burası şehrin en yüksek ve en merkezi tepesi. Yani hem bütün Guilin’i, hem de diğer seyirlik tepelerin hepsini buradan görmek mümkün.
Dinlene dinlene çıkıyoruz. Tepeye vardığımızda ise yorulduğumuza gerçekten değdiğini görüyoruz. Manzara harika. Dört bir tarafımız Guilin. Dört bir tarafımız yeşillik.
Guilin dümdüz. Ama şehrin her yanında aniden yükseliveren kireçtaşı tepecikleri, burayı farklı kılıyor. Yemyeşil bir şehir. Yemyeşil tepecikler. Şehri bir labirent gibi saran nehirler, kolları ve aralardaki göller. Ve bunları birbirine bağlayan köprüler.
Yani bütün Guilin ayaklarımızın altında.
Manzaranın tadını biraz daha çıkarıp dinlendikten sonra inişe geçiyoruz. Otelimiz buradan yürüme mesafesinde.
Ara sokaklardan geçerek otele vardığımızda, havaalanına hareket etmek için birkaç saatimizin kaldığını farkediyoruz. Yemek yesek iyi olacak. Biz otelin lobisinde beklerken Güneş ve Sezin yakınlarda yemek yenebilecek biryer bakmaya gidiyorlar. 10-15 dakika sonra geri dönüyorlar: “Yemeği otelde yiyelim” “Ne oldu? Yakınlarda hiç lokanta yok mu?” “Birkaç tane var.” “Temiz mi değiller.” “Birkaçına girdik. Gayet temiz görünüyorlardı. Personel de İngilizce konuşuyordu.” “Eeee?” “Ancak yemeklere bakmak isteyince iştahımız kaçtı. O güzel lokantaların tertemiz masalarının üzerinde yılanları, akrepleri, muhtelif haşaratı, civet kedilerini gördük. Herkes büyük bir iştahla bunları yiyordu. Hem de bazılarını canlı canlı…”.
Anlaşıldı. Bildiğimizden şaşmamak lazım.
Otelin Çin lokantasına göz atıyoruz. İyiye benziyor. Dönen platformlu bir masaya oturuyoruz. Menüler geliyor. Bakıyoruz. Maalesef sadece Çince. Ve maalesef bizim durumumuz da Çin’deki diğer yerleşik yabancıların çoğuyla aynı. Yani Çince konuşup anlaşabiliyoruz. Ama okur-yazar değiliz. Çin yazısı Hanzı ile aramız pek iyi değil. İngilizce menü soruyoruz. Yok.
Garsona yine Pekin’den bildiğimiz yemeklerden bir liste yapıyoruz.
Sonuç ise harika. Üç gündür Guilin’de yediğimiz en iyi yemek. Hem de bildiğimiz tatlar.
Hep derlerdi de inanmazdık. Gerçekten doğruymuş. “Memleket yemekleri gibisi yokmuş”.
Yaşasın Pekin mutfağı!