Onu yerde ararken gökte bulmuştum. Hem de 12 bin metre yükseklikte. Uçağımız Frankfurt’tan havalanmıştı. Rotamız Los Angeles’tı ve bir aksilik olmazsa 12 saatimizi gökyüzünde geçirecektik.
Uzun mesafeli uçak yolculukları işkence gibidir. Bulutların arasında dakikaların hesabı yapılır. Sizi oyalayacağını düşündüğünüz girişimlerin bir süre sonra nafile olduğunu anlarsınız. Başladığınız bir kitabı okuyamazsınız, yazmak istediğiniz yazı gözünüzde büyür, bulmacalar bir süre sonra canınızı sıkmaya başlar. Daldığınız düşünceler biter, yenileri başlar.
Uçak hızlıdır, ama zamanın tik takları öyle ağır atar ki… Bundan birkaç yıl önce yine aynı rotada, aynı duygular içinde yolculuk ederken tanıdım onu. Geleçekte kurulacak sağlam bir dostluğun temeli 12 bin metre yükseklikte, Kuzey Buz Denizi’nin üzerinde atılıyordu. Kim olduğu önemli değil. Nereden gelip nereye gittiğini de yazmayacağım. Hayata aynı pencereden bakan iki insanı aynı uçakta yan yana getiren tesadüfün açıklamasını da yapmaya niyetim yok. Anlatmak istediğim bir ‘gezgin’ in hayatı boyunca ‘yolcu’ olarak yaşayan birinin gökyüzünün derinliklerinde tanıştığı bir yabancıya 12 saat boyunca anlattıklarının bir özeti olacak.
‘Gitmek….’
Bu duygunun ne zaman benliğinin derinliklerine yerleştiğini hatırlamıyordu. Geçmişte büyük fikirlerin hayalini kuran biri olduğunu ve bunu bulanık bir görüntü olarak hatırladığını söylüyordu, ama hiç tatmin olmamıştı yaptıklarından. Eski amaçlarının işe yaramadığını anladığında yenilerini icat edecek gücü olmadığını hissetti. İhanete uğramıştı sanki. Ama hayat doğru cevapları olmayan bir sınav değil miydi zaten. Her şeye usulca bir ‘hoşçakal’ dedikten sonra doğup büyüdüğü kenti, arkadaşlarını ve kendi deyişiyle ‘bardakta soğumuş çayını’ geride bırakıp yola koyuldu.
Yabancısı değildi büyük yolculukların, yaşamak biraz da serüven değil miydi aslında. Aşklarını ve kentleri heyecanla yaşıyordu, ama kimseye de bağlanacak kadar cesur olmadığını itiraf etti. Bir şeylerin değişmesini isterdi hep, bir serseri olduğu söylenemezdi. Soyu tükenen bir ‘gezgin’ di o. Ayrılık vakti geldiğinde gemileri yakmasını bilirdi, her kaçışın bir tutsaklık olduğunu bildiği gibi. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler aşmak firsatı bulduğunda hiç duraksamadı. Yalnızlığını taşırken gittiği her yere kimseye veda etmeden ayrılmanın hüznünü sırtına yüklemişti.
Hayatı boyunca erişemeyeceği hedefleri olan insanları tanıdığını söyledi. Onlardan boşa zaman kaybetmenin ne demek olduğunu öğrendi. Görev ve sadakatin sahte görüntüler olduğunu bilmelerine karşın, önlerine çektikleri bu duvarın ardında gizlenenlere “Hayır” dedi. Yollara düştü uzaklara yöneldi. Yollar onu o yolları kovaladı durdu. Yaşamın tadına vardığının altını çizerek yineleyip duruyordu. “Şikayetsiz yaşadım yaşadığım günleri ve yerleşik kaygılarım olmadı hiç” diyordu. Yüreğinde, yaptıklarının pişmanlık izini taşımıyordu.
Birkaç yıl önce yine böyle bir yolculukta tanımıştım onu. Uçağımız Kanada üzerinden ABD sınırına girerken onu düşündüm yine.
Dedim ya onu yerde ararken gökte bulmuştum. İzini bir süre sonra kaybettireceğinden emindim o günlerde. Geriye bakmadan ve dudağından bir veda sözcüğü dökülmeden ansızın çekip gitti. Onun yeni bir yolculukta olduğunu biliyorum şimdi. Issız ve karanlık vadilerde eski ve hüzünlü şarkısını mırıldandığına eminim.
Pilot Los Angeles’a yaklaştığımızı anons ediyordu. Soyu tükenmiş bir gezginin, uzun yola hüküm giymiş bir mahkumun hatıralarıyla bu yolu da geride bırakmıştık.
(Cumhuriyet Gazetesi 18 Nisan 1999)