Arkadaşım Frank, uzun süre önce bana Lille’in çok güzel ve sanatsal açıdan çok zengin bir kent oldugünu, kendisinin çok kez gittigini ve bu kenti iyi bildigini, bana da rehberlik yapmaktan memnun olacağını söyleyerek birlikte Lille’e gitmeyi önermişti. Frank , 60 yaşlarında benim şimdiye dek tanıdığım en entellektüel insan. Bana bilmediği yok gibi geliyor. Onun ilgili ve bilgili oldugu konulardan bahsetmek onu sınırlamak olur o yüzden bunu yapmayacağım. Yalnız yazının geri kalanının daha anlaşılır olması için onun mimariyle ve sanatla aşırı ilgili olduğunu belirtmeliyim. Kendisi iflah edilmez bir barok sanatı hayranlarından olup eklektik ve kitsch olan herseyden nefret etmektedir. Yalnız insanın bazen çok sevdigi seyler ilgisini cekebildigi gibi bazen cok nefret ettiği şeyler de ilgisini çekebilir. Bu nedenle Frank baroğun oldugu kadar kitsch bulduğu herseyin peşinden koşar.
Lille, 1 milyon civarında nüfusu olan Fransa’nın en büyük ilk on kentinden biri ve aynı zamanda ülkenin kuzeydeki en büyük kenti. Sanayi devrimine çabucak hoşgeldin demesiyle 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında Fransa’daki ağır sanayinin kalbi bu kentte atmaya başlamış. Yaklaşık bir asır önce kent, tarihindeki en parlak en zengin dönemi yaşamış. Evsahipliği yaptığı ağır sanayi içinde tekstil, en öne çıkan endüstriymiş. Tekstil endüstrisinin gelişmiş ülkelerde ikinci plana itilmesiyle bu şehrin, zengin günleri böylece geride kalmış. Lille, şu anda Fransa’da işsizliğin en yoğun oldugu kent. Kentteki bir asır önce yüklü miktarda paranın varlığı aslında Frank’ın ona olan tutkusunu anlamak için yeterli. Burjuvazi her yerde olduğu gibi burada da eline geçen fazla miktarda paranın bir kısmını zamanında yaşadığı kente yatırmış. Evler, belediye binası, okullar, borsa ve opera binası gibi.. Bu yatırımı da tabii ki kendi zevkleri ve beğenileri doğrultusunda yapmış. Burjuvazi demek her zaman “iyi zevk” demek olmadığından; onların zevkinden günümüze kalan eserler , bugün eski varsıl kentlilerinin bu zevksizliğini yansıtmakta. Onların bu zevksizliği kitsch ve eklektik olarak adlandırılıyor ve bugün Frank’ın kente olan derinden bağının temelini oluşturuyor.
Lille ve gezi rehberim hakkındaki bu kısa!! bilgiden sonra gezimizi anlatmaya baslayayım. Frank’la bu gezi için daha bir buçuk ay öncesinden bir haftasonu belirledik. Gezimiz için kararlaştırdığımız tarih 6-7 Mart-2004 oldu. Frank, çok gezen , çok mesgul bir insan. Paris’teki expolar ve sanat galerileri onu kesmiyor bu nedenle expo gormek için Avrupa’da dolaşıyor. Tahmininiz üzere böyle bir uğraş bir insanın epey vaktini alır. Ustelik bir de kendisi yaşlı ve fakir insanlara yardım için kurulan bir derneğin(Fransa’da ünlü, büyük bir dernek ) başkanı. O nedenle ona uygun bir haftasonu inanın ancak bir buçuk ay sonrasi idi. Frank, geziyle ilgili herşeyi kendisi ayarlayacağından tren biletlerini benim almamı rica etti. Kısaca ben, bu gezide edilgen değildim, gezi için ben de bir şey yaptım, tren bileti aldım. Boylece 6 Mart, cumartesi sabahı saat 08:00’de, Paris , Gare du Nord (Kuzey Garı)’dan Lille’ e doğru trenimizle hareket ettik. Paris-Lille , 258 km, TGV (hızlı tren) ile bir saat sürüyor.
Trene biner binmez haftasonu gezi planımız, gezeceğimiz Villa Cavrois isimli 1930 yılında inşa edilmiş şimdi restore edilen evi anlatan bir kitap, Lille’in büyük bir haritası elime tutuşturuluyor. Daha Lille’e gitmeden, gezip bitirmis gibiyim. Nereleri gezeceğiz, nerede yemek yiyeceğiz hepsini en ince detayına kadar biliyorum. Sonra bu program o kadar katı değil, benim isteğim üzerine bazı ufak değişiklikler olabilir ya da havanın yağışlı olması durumunda müze ziyaretleri , kent yürüyüşleri ile yer değistirebilir. Sanat tarihi derslerim daha Lille’e varmadan trende baslıyor. Sanat tarihi öğretmenim bana dünyanın yaşadığı iki büyük savaşın modern resme olan etkilerini anlatıyor. Sanatçıların savaş sonrası artık insanlığın insanlığını kaybettiğini ve onu klasik resimde olduğu gibi insan şeklinde resmetmemek gerektiğini düşündüklerini söylüyor. Picasso, Dubuffet’deki çarpık çurpuk insan modelleri hep bu insanlık dışı durumu simgeliyormuş. Pollock’la da insan figürü tamamen ortadan kalkmış. Çünkü günümüzde insanoğlunun kafasındaki insan imajı değişmişmiş. Bu iki büyük savaştan sonra insanoğlu saygınlığını yitirmiş. Bu yüzden modern sanatçılar onu olmadığı bir şey gibi yani insan gibi resmetmenin anlamı olmadığını düşünüyorlarmış. Bu arada Frank’ın elindeki sanat dergisinde Lille’de tam oraya ayak basacagımız gün olan 6 Mart’ta Rubens exposu açılışı olduğunu görüyoruz. Rubens, barok dönemin en ünlü, en büyük ressamlarından. Ona “Baroğun Prensi” diyorlar. Rubens Exposu, Frank’ın barok tutkusunu bildiğimden beni de sevindiriyor. Çünkü böylece Lille’e belki 20 kez gitmiş olan gezi rehberimin de şehirde göreceği, keşfedeceği bir yenilik olacak.
Lille’e 09:00’da varıyoruz. Ilk öğrendiğim şehrin garının “Gare de Lille-Flandres”ın Paris’teki eski “Gare du Nord” olduğu ve 1863 yılında Paris’ten buraya taşındığı oluyor. Bunu çok komik buluyorum. Evde odalarımız arasında eşya değiştirdiğimiz gibi Fransa da bir kentteki garını diğer bir kentine taşımış Bu eski gardan inip “Avenue Faidherbe” caddesini geçiyoruz. Lille, 2004 yılında Avrupa’da kültür başkenti olarak seçildi. Bu, üzerindeki ekonomik krizi , turizmle atlatmaya çalışan kent için oldukça önemli. Bu sene Fransa’da Çin-Fransa ekonomik ilişkilerini güçlendirmek için Çin yılı olarak da kabul edildiğinden , geçtiğimiz sokakta sadece Çin’in herhangibir kentinde görebileceğiniz çok renkli, yanıp sönen ışıklı panolara, çince yazılara rastlıyoruz. Tabii Lille gibi bir Avrupa kentinde böyle bir sokak görüntüsü bize tuhaf geliyor. Büyük bulvarımız bizi Frank’ın o çok beğendigi , saygı duyduğu kitsch mimari eserlere götürüyor. Bunlar 1907’de kurulan Opera binası , hemen yakınındaki “Palais de la Bourse” (Borsa Sarayı) ki bu binanın uzunca bir kulesi var. Fransızca buna beffroi deniyor. Frank burada bana neden bunun kitsch olduğunu açıklıyor. Çok basit , çünkü bu şehirde böyle bir binada böyle bir kule gereksiz. Bu kule tek başına aslında o zamanın güzellik kavramını yansıtıyor ama gereksiz ve çirkin olduğundan şimdi zevksizlik örneği. Frank bana Disneyland’ın da aynı zevksizlik ürünü olduğunu söylüyor ve Disneylanda’ da buna benzer şatolar , bu tip kuleli binalar olduğunu hatırlatıyor. Kurduğu bu bağlantıyı doğru buluyorum ve hoşuma gidiyor. Place du General de Gaulle’de (General de Gaulle meydanı) ,- unutmadan Charles de Gaulle Lille’de doğmus – eski bir borsa binası daha var. İşte bu eski bina cok güzel çünkü tahmininiz uzere onun stili barok. Barok hersey güzeldir Bu güzel bina 1652 yılında Lille, ispanyol yonetiminde iken ispanyollar tarafindan inşa edilmiş. Eski borsa binasının içindeki avluyu sabah erken bir saatte olduğu için o gün göremiyoruz ama ertesi gün görebiliyoruz. Içindeki avlu da bina gibi çok güzel. Avlunun kenarlarında banklar var. Bu banklarla ilgili Frank’tan yeni bir şey daha ögreniyorum. Banqueroute, kelimesi borsa binasının içindeki bu banklardan gelirmiş. Eskiden iş adamları iflas ettiklerinde bunu duyurmak için oturdukları bankı kırarlarmış. O yüzden “bank kırıldı” ; “işadamı iflas etti” anlamına geliyor. Efendim bu güzel binadan sonra meydana dönüyoruz. Bu meydanda ayrıca bir kitabevini de ziyaret ediyoruz. Ismi “Le Furet du Nord”. Bu, Fransa’daki en büyük kitapçıymıs. Ama bizim ziyaretimizin nedeni Fransa’daki en büyük kitapçı olması degil. Ziyaretimizin asıl nedeni , bu binanın bir “puits de lumiere” mimarisinin örneği olması. Bunun anlamı; binanın en üstünün içeriye ışık girecek şekilde açık bırakılması, ortada büyük bir boşluğun olması ve binanın içindeki tüm birimlerin bu boşluğun etrafına yerleştirilmesi.
Günümüzün geri kalanını diğer zevksiz yapıları görerek geçiriyoruz. La Prefecture, Le Musee des Beaux Arts, L’ecole des Arts et Metiers. Fakat güzel bir kaç yapı da görüyoruz. Onlardan biri 14, Rue Fleurus adresindeki “La Maison Coillot”, mimarı Hector Guimard. Yapım tarihi 1898-1900. Bu mimar , Hector Guimard, benim en favori mimarlarımdan. Kendisi bir art-nouveau mimarı. Paris’te, metro deyince aklınıza gelebilecek ilk metro girişini düşünün , hani şöyle metronun girişindeki lambaları çiçeğe benzeyen. Iste benim sevgili mimarım Hector Guimard, aynı zamanda o metro girişlerinin tasarımcısı oluyor. Lille’de gördüğümüz “La Maison Coillot” isimli evin ön yüzüne imzasını atmış. Hem de şöyle”Hector Guimard, sanat mimarı” . Yani mimarımız Guimard, oyle sıradan bir mimar degil, ne yaptığını biliyor, o bir sanat mimarı. Aynı gün gördüğümüz zevkli bir diğer sanat eseri de “La Porte de Paris” (Paris kapısı). Bu neden zevkli bir yapı? Çunku, evet bildiniz, çünkü bu yapının stili , barok. Bu zafer anıtı 1682-1695 yılında inşa edilmiş.
Sonra belediye binasını geziyoruz. Içine de giriyoruz. Frank’ın da belirttigi gibi kafkasal bir havası var bu belediye binasının içinin. Çok bilmiş gezi rehberimin söylediğine göre içi çekingen bir art-deco tarzında döşenmişmiş. Belediye binasının içindeki kocaman lambaları da kaçırmıyoruz çünkü onlar art-deco ve çok güzeller.
Sabahki bu koşuşturmadan sonra öğlen “Rue de Bethune”(Bethune Sokagı) ’de “Aux Moules” restaurantında yemek yiyoruz. Moules, midye demek. Ben de midye lokantasında sıradan bir sey yapıyorum ve midye siparişi veriyorum. Kremli midye. Bilmeyenler için yazıyorum, midye Fransa’da sevilen bir yemek türü. Yalnız midyeyi bizden farklı şekilde pişiriyorlar. Bir tencerede, soğan, sarmısak, maydonoz, ya da sadece curry gibi çeşitli sosların üzerine beyaz şarap ekleniyor, sonra da midyeler bu şaraplı sosun içine atılıyor. Bir süre sonra sıcağın etkisiyle midyelerin kapakları açılıyor , kapakları açılan midyeler sonra birer ikişer çekirdek çitler gibi yeniyor. Siparişim kocaman bir tencerede geliyor. Frank da yemeğinin yanında bir krieg birası istiyor. Içtigi biranın “krieg”’in rengi kırmızı ve meyve bazlı. Kuzeyde olduğumuzdan ve Avrupa’da kuzey demek, bira demek olduğundan gezi rehberimin belirttigi üzere insan kendini bira içmek zorunda hissediyormuş.
Yemekten sonra vakit kaybetmeden Lille’den tramvaya biniyor ve Roubaix’ye gidiyoruz. Cumartesi akşamı kalacağımız otel bu ilçede. Roubaix, Lille’e tramvayla 20 dakika uzaklıkta bir yerlesim yeri. Tramvayla giderken “Villa Cavrois”yı ziyaret etmek için yol üzerinde bir istasyonda iniyoruz. Parc de Barbieux’nun başında , avenue Francois Roussel’ı 500 metre takip edince karşımıza çıkacak bir sürpriz bu villa. Mimarı Mallet-Stevens, bu villayı 1931-1932 yılında inşa etmiş. Bu küçük! alçakgönüllü! ev 2400 metrekarelik bir alanı kapsıyor. Şu anda restore ediliyor o yüzden sadece dışarıdan görebiliyoruz ama bu bile binanın güzelliğini fark etmek için yeterli. Frank bana Lille’e gelmek üzere trene bindiğimizde bu evle ilgili bir kitap göstermişti. Evin dışarıdan pek çok açıdan çekilmiş fotoğrafının yanısıra içindeki sayısız odanın da fotoğraflarının yer aldığı bir kitaptı bu. Villaya ismini veren Cavrois soyadı dönemin tekstil endustrisinin krallarından birine ait. Bu ev bu soyadının tarifi zor zenginligini şimdi harabeye dönmüş olsa da hala yansıtıyor. Yalnız Cavrois diğer Lille’li kentdaşlarına göre bence paralı ama zevkli de bir adammış. Çünkü yaptırdığı evin, Villa Cavrois’nın taşıdığı çizgiler çok zevkli, modern zaten evin şimdi büyük paralar harcanarak devlet tarafından restore edilmesinin ve mimari açıdan dünyaca ünlü olmasının nedeni de evsahibinin geçmişteki bu zevki. Evimizi ziyaret ettikten sonra tramvayla Roubaix’ye devam ediyoruz. Roubaix’nin kocaman belediye binası ki bu bina Frank’ın en değer verdigi kitsch eserlerden biri öyle ki Frank , Lille’e her gelisinde bu belediye binasının karşısında şimdi bizim de geceyi geçireceğimiz bu otelde kalıyormuş. Bu belediye binasının mimarı zamanının en ünlü mimarlarından size de tanıdık gelmesi açıdan bu örneği veriyorum ; örnegin Musee D’Orsay –ki önceden bu müze bir gardır -mimarı yine, Vıctor LaLoux. Neden eserlerinin kitsch olduğuna gelince; nedenlerden biri bu belediye binasında olduğu gibi tüm stilleri kullanması, birbirine katması, sonunda ortaya saçma sapan bir sey çıkarması. Sonra eserlerinin üzerinde bir sürü heykel en çok da çıplak kadın heykelleri var. Ben katı ahlakçı biri değilim, çıplak kadınlarla alıp veremediğim yok ama o zaman sırf estetik açıdan güzel bulunduğu için koyulduğunu tahmin ettigim bu heykeller bence bugün bir belediye binasının dış cephesinde tek kelimeyle tuhaflar. Neyse biz bu güzel!! belediye binasının karşısındaki Hotel de France’a girisimizi yapıyor çantalarımızdan sonunda kurtuluyoruz. Tabii dinlenmek yok. Hemen koşa koşa Roubaix’nin güzel müzesi “La Piscine”e gidiyoruz. Bu müze şimdiye dek gördüğüm en güzel müzelerden biri. “La Piscine” fransızca havuz demek , bu bina da önvceden eski bir halk havuzuymuş. Müzenin içinde hala havuz var. Içeride hala duş kabinlerini ya da özel olarak yıkanmak için kullanılan küvetli bölümleri görmek mümkün. Müzemizin iki tarafında da simetrik biçimde yer alan kocaman yarım daire biçimindeki üzeri vitraylı pencereler içeriye güneş ısığının gelmesini sağlarken ortaya çıkan güzellik de benim nefesimi kesiyor. Asağıda havuzun etrafında heykeller, duvarlarda tablolar, ic bölümün kenarlarındaki cam haznelerin içinde seramikler , tabaklar, vazolar yer alıyor ki seramikler içinde Picasso imzalı olanlar da var. Onun dışında müzede çok ünlü, öyle çok değerli eserler yok . Frank’ın da dedigi gibi bu müze o zamanın sanattan anlamayan burjuvasının büyük beğeniyle aldığı, yaptırdığı şu anda sanatsal açıdan hiçbir değeri olmayan bir sürü “croute”la dolu. Frank zamanında ünlü olmuş şimdi unutulmuş bir kac isimden bahsediyor, bu isimlerin eserlerini böyle bir kac müze dışında görmenin mümkün olmadığını söylüyor. Neden diye soruyorum? Çünkü diyor burjuvalar Picasso ya da benzeri sanatçıları zamanında asağıladılar diğerlerine prim verip onların eserlerini önemsediler. Şimdi ise yanıldıklarını anladılar. Simdi ellerinde kalan tüm bu beş para etmez “croute”ları utançlarından ortaya çıkaramıyorlar , onun yerine onları kilerlerinde saklıyorlar. Unutmadan bu güzel müzede bir de kumaş katalogları var. Bu kataloglar kitap halinde düzenlenmiş iclerinde çeşit çeşit desenlerde, renklerde şimdiye dek üretilmis çoğu kumaşlardan birer örnek bulmak mümkün. Tekstil isinde olanlar için ilgi çekici olacağına eminim. Müzeyi gezerken tabloların önünde duruyoruz ve Frank bana ressamı, dönemi, tablonun ne anlattıgı ya da anlatamadığı, neden iyi bir sanat eseri olduğu ya da olmadığı hakkında bir sürü şey anlatıyor. Bu müze o kadar da kötü sayılmaz çünkü Frank’ın sevdiği bir kac ressamın eserlerine de rastlıyoruz. Aklımda kalanlar Gromaire (ben de sevdım) bir de Monticelli. Müze kaç saatimizi alıyor tam bilemiyorum.
Müzeden çıkışta ben artık yorguluktan öecek durumdayım. Yaslı gezi rehberim benim aksime hiç yorgun değil. Bana gidip Roubaix’nin güzel garına bakmayı teklif ediyor. Çok isterim ama hem bedenim hem de beynim artık çok yorgun. Oraya gidemeyeceğimi söylüyorum. Sanırım Frank, benim performansımdan dolayı biraz hayal kırıklığına uğruyor. Otelimize geri dönüyoruz. Bu arada müzeye giderken de dönerken de geçtiğimiz mahallelerin fakirliğini görmemek mümkün değil. Bana, bu fakir sokaklar ve bakımsız evler, bağımsız amerikan filmlerinde gördüğüm banliyöleri hatırlatıyor ve 1996 yılında gezdiğim Dogu Almanya’dan aklımda kalan görüntülere benziyor. Daha önce Fransa’da bu kadar fakir yerlere hic gitmemiştim.
Otele dönüyoruz ben biraz yatıp dinlenmek üzere odama çıkıyorum. Frank gidip şehirde dolaşmaya devam ediyor. Bu adamı kıskanıyorum, zekası, bilgisi neyse de bu kadar enerjiyi bu yaşta nereden buluyor?
Cumartesi akşamı Frank , daha iyi bir seçenek olmadığını iddia ettiği için otelin restosunda yemek yiyoruz. Ben yine bulunduğumuz bölgeye özgü bir yiyecek seçiyorum, flam . Flam, Fransa’nın kuzeyine özgü bir yemek. Bir tür pizza ama hamuru cok ince. Bizdeki yufkaya benziyor. Aksam yemekten sonra çıkıp yine dolaşıyoruz. Kaldığımız otelin çok yakınında terkedilmiş bir tekstil fabrikası var. Güzel bir bina. Endustriyel binalar da güzel olabilir, sanatsal açıdan onların da bir değeri olabilir. Bunu da Frank’tan öğrenmiştim. Cok bilmis arkadaşımın evinde Sanatsal Sanayi Yapıları ile ilgili bir sürü kitap var ona gittigimde bir keresinde bana bunlardan örnekler göstermişti. Güzel olduğu kadar ürkütücü de olan bu fabrika beni tedirgin ediyor. Gece olduğundan ve fabrikanın etrafındaki yapılar da iyi seçilmediğinden fabrika kulesi tam tepesindeki dolunayla birlikte nedense bana ortacağdan kalmış görüntüleri hatırlatıyor. Gezi arkadaşımla da bu fikrimi paylaşıyorum O da yorumumu yerinde ve doğru buluyor.
Artık bayıldınız biliyorum daha fazla uzatmadan!! pazar gününe geçiyorum. Pazar günü sabah 8’de uyanıp , kahvaltıdan sonra yine tramvayla hemen Lille’e dönMUyoruz, döneMIyoruz Çünkü Roubaix’nin endüstriyel enkazından kalanları, bir önceki akşam müzeye giderken koştura koştura geçtigimiz o yüzden cok iyi göremedigimiz fakir mahalleleri gezmemiz gerekiyor bizim. Eskiden nehir gemilerinin gelip fabrikalarda üretilenleri yüklenmek için kullandıkları şimdi kullanılmayan kanala bile bizim bir göz atmamız gerekiyor. Hatta ve hatta sevgili okuyucum Frank’ın isteği ve ısrarıyla ben Roubaix’nin mezarlığını geziyorum. Bu mezarlığı gezerken hayatta kac Türk Roubaix’ye gelmiştir, benim gördüklerimi görmüştür, kac Türk ya da aklı başında turist Roubaix’nin mezarlığını gezmiştir, gezer diye düşünüyorum. Gezdiğimiz mezarlık benim daha önce Fransa’da gördüğüm mezarlıklara benziyor özellikle Paris’teki Pere Lachaise mezarlığına. Mezarlar tapınak gibi. Cok süslü , üzerlerinde heykeller, haçlar, bazılarında vitraylar var. Frank’ın burada yorumu şu oluyor “ Aysun iste insanlar con ( aptal) gibi yaşayıp, con gibi ölüyorlar. Sonra da bu con yaşamlarını kutsamak üzere mezarlarını tapınak haline getiriyorlar. Sonunda mezarları bile kendilerine benziyor” Rehberimin bu mezarlığı nasıl büyük bir merakla, heyecanla gezdiğini, nasıl zevk aldığını anlatamam. Neyse ki Frank’a Lille’deki müzeyi ve bizi bekleyen muhteşem expoyu hatırlatıyorum da ben bu işkenceden kurtuluyorum.
Pazar gününün geri kalanı Lille’in müzesi Palais des Beaux-Arts’da geciyor. Rubens exposu da aynı müzede. Biz once müze koleksiyonunu geziyoruz. Lille’deki bu müze Fransa’da Louvre’dan sonra en onemli ikinci müzeymis. Frank’a neden Fransa’nın ikinci onemli müzesinin Lille’de olduğunu sordum . Şunu öğrendim, bu çapta bir müzenin ortaya çıkması , 200-300 yıl ve büyük bir devrim (fransız ihtilali) , bir kac tane büyük savaş gerekirmiş. Bu değerli müzenin Lille’de olmasının en önemli nedenlerinden biri; Lille’de eskiden pek çok manastırın olmasıymış. Bildiğiniz üzere ortacağda para klisede idi. Ve klise okuma yazma bilmeyen halkı din konusunda egitmek amacıyla resimlerden yararlanıyor , bu nedenle ressamlara dinsel tablolar yapmaları için para veriyordu. Müzenin oluşması için neden ihtilale gerek duyulduğunun açıklaması ; 1789’daki ihtilalden sonra Fransa’da tüm manastırlar, kliseler, şatolar gibi Lille’in etrafındaki tüm bu manastırların da sevgili republicaineler tarafından talan edilmesi, soyulması… Bu sanat eserlerinin bir kısmı kaybolsa da, tahribata uğrasa da sonunda bazıları işte bu talan sonucu bugün müze duvarlarındaki yerlerini alabilmişler. Sonra savaslar..Napoleon’un ispanyol seferleri müzedeki iki paha biçilmez Goya tablosunu ve El Greco’nun bir kaç tablosununun açıklamaları. Bu müzeyi yine Roubaix’deki müze gibi Frank’ın yorumlarıyla geziyorum. Neler ögreniyorum neler? Öncelikle barok tablolar konusunda epey bilgi birikimim oluyor. Öğrendiğim kadarıyla barok bir tablonun en önemli özelliklerinden biri tablodaki hareketlilik ve konunun diyagonal sunumu. Sonra bir tablo Caravagesque etkiyle mi yapılmıştır yoksa Manierist etkiyle mi yapılmıştır bunu öğreniyorum. Caravagisme, ismini Le Caravage isimli bir ressamdan alıyor. Caravagesque bir tablo daha cok realist ve boyle bir tabloda koyu karanlık ve ışık güçlü bir kontrast oluşturuyor. Manierismede , vücuda doğal olmayan yapay ve zorlama duruşlar kazandırılıyor. Bu müzede iki tane Bruegel görüyorum. Bruegel de benim en sevdiğim ressamlarımdan, bu da benim mutluluğum oluyor. Müzede bir tane Van Gogh var. Van Gogh’un “Inekler” tablosu. Tum Van Gogh’lar gibi bu da cok etkileyici . Bu tablonun aslı Jordaens’e ait. Van Gogh stilini beğendiğinden Jordaens’ın tablosunu tekrar yapmış. Hoş bir sürpriz ; Van Gogh’un tablosunun yanındaki salonda Jordaens’ın asıl tablosu da görülebilir. Bir de rehberimin çok begendiği bir tablodan bahsedeyim. Bu bir Chardin, onun bir natürmortu. Bu tablo için Frank ölüyor, ölüyor. Nedenini cok iyi bilmiyorum, anlayamadım, araştırma yapacak vaktim olmadı , internette şöyle bir baktım ve gerçekten önemli bir tablo olduğunu öğrendim. Sonra müzede Monetler, Eduard Vuillardlar impressionist , post-impressionist deyince aklınıza kim gelirse onların tablolarına rastlamak mumkun. Biz daha cok iki Goya tablosunun önünde vakit geçirdik. Bu tablolardan birinin ismi “Les Jeunes”(gencler) diğerinin ismi “Les Vieilles”(yaşlılar) . Frank bana bu tabloların Napoleon döneminde aslında o zamanlar çok da değerleri bilinmeden tesadüfen buraya getirildiğini söylüyor. Ama şimdi bu iki tabloya değer biçilemiyormuş. Biz, Gromaire ve Leroy gibi görmek istediğimiz bir kaç modern sanat ressamının eserlerini göremiyoruz çünkü bu tablolar Rubens exposu yüzünden kaldırılmış.
Müzeden çıkıyoruz , ben işten arkadaşım Malika’yı arıyorum. Malika’nın ailesi Lille’de. O , bu haftasonu Lille’de olacağını söylemisti. Malika, bize ogleden sonra katılıyor, Rubens exposuna birlikte gidiyoruz. Rubens’e kralların ressamı denildiği gibi ressamların kralı da deniyor. Frank’ın söylediğine göre çok sağlam bir tekniği varmış. Örneğin resimde “raccourci” (türkçesini aradım ama bulamadım) diye bir teknik var. Bu anladığım kadarıyla insan vücudunun bir bölümünü karşıdan dik açıyla resmetmek oluyor. Bunu yapmak güç çünkü perspektif de işin içinde. Ben, Rubens’in bir kaç raccourcisini dünya gözüyle görme şerefine eriştim. Aman aman müthişlerdi Frank bana bu raccourcileri göstererek “Eğer sen bu adamın yaptığını bugün yapabilirsen ömür boyu aç kalmazsın” dedi. Ben de evde çizmeye , “raccourci” yapabilmek için çalışmaya başladım. Bakalım ben de bir gün Rubens gibi resimler yapabilecek miyim? Ne dersiniz?
Expodan sonra eski Lille’de geziyoruz. Eski Lille hoş ve cok sevimli. Sonra Malika’ya da veda edip 18:00’deki trenimizle Paris’imize geri dönüyoruz.
Aysun Akarsu, Mart 2004