Fransa’nın kuzeyinde bir kent

Arkadaşım Frank, uzun süre önce bana  Lille’in çok güzel ve sanatsal açıdan çok zengin  bir kent oldugünu, kendisinin çok kez gittigini ve bu kenti iyi bildigini, bana da rehberlik yapmaktan memnun olacağını söyleyerek birlikte Lille’e  gitmeyi önermişti. Frank , 60 yaşlarında benim şimdiye dek tanıdığım en entellektüel insan. Bana bilmediği yok gibi geliyor.  Onun ilgili ve bilgili oldugu konulardan bahsetmek onu sınırlamak olur  o yüzden bunu yapmayacağım. Yalnız yazının geri kalanının daha anlaşılır olması için onun mimariyle  ve sanatla aşırı ilgili olduğunu belirtmeliyim. Kendisi iflah edilmez bir barok sanatı hayranlarından olup eklektik ve kitsch olan herseyden  nefret etmektedir. Yalnız insanın

Arkadaşım Frank, uzun süre önce bana  Lille’in çok güzel ve sanatsal açıdan çok zengin  bir kent oldugünu, kendisinin çok kez gittigini ve bu kenti iyi bildigini, bana da rehberlik yapmaktan memnun olacağını söyleyerek birlikte Lille’e  gitmeyi önermişti. Frank , 60 yaşlarında benim şimdiye dek tanıdığım en entellektüel insan. Bana bilmediği yok gibi geliyor.  Onun ilgili ve bilgili oldugu konulardan bahsetmek onu sınırlamak olur  o yüzden bunu yapmayacağım. Yalnız yazının geri kalanının daha anlaşılır olması için onun mimariyle  ve sanatla aşırı ilgili olduğunu belirtmeliyim. Kendisi iflah edilmez bir barok sanatı hayranlarından olup eklektik ve kitsch olan herseyden  nefret etmektedir. Yalnız insanın bazen çok sevdigi seyler ilgisini cekebildigi gibi bazen  cok nefret ettiği şeyler de ilgisini çekebilir. Bu nedenle Frank baroğun oldugu kadar kitsch bulduğu herseyin  peşinden koşar.

Lille, 1 milyon civarında nüfusu olan   Fransa’nın  en büyük ilk on kentinden biri ve aynı zamanda   ülkenin kuzeydeki en büyük   kenti. Sanayi devrimine çabucak hoşgeldin demesiyle  19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında Fransa’daki ağır sanayinin kalbi bu kentte atmaya başlamış. Yaklaşık bir asır önce  kent, tarihindeki en parlak en zengin dönemi yaşamış. Evsahipliği yaptığı ağır sanayi içinde tekstil, en  öne çıkan  endüstriymiş. Tekstil endüstrisinin gelişmiş ülkelerde ikinci plana itilmesiyle bu şehrin,  zengin  günleri  böylece geride kalmış. Lille, şu anda Fransa’da işsizliğin en yoğun oldugu kent. Kentteki  bir asır önce yüklü miktarda paranın  varlığı  aslında Frank’ın ona olan tutkusunu anlamak için yeterli. Burjuvazi her yerde olduğu gibi burada da eline geçen fazla miktarda paranın bir kısmını zamanında  yaşadığı kente yatırmış. Evler, belediye binası, okullar, borsa ve opera binası gibi.. Bu yatırımı da tabii ki kendi zevkleri ve beğenileri doğrultusunda yapmış. Burjuvazi demek her zaman “iyi zevk” demek  olmadığından;   onların zevkinden günümüze  kalan eserler ,  bugün eski  varsıl kentlilerinin bu   zevksizliğini yansıtmakta. Onların bu zevksizliği  kitsch ve eklektik  olarak adlandırılıyor ve bugün Frank’ın kente olan derinden bağının  temelini  oluşturuyor.

Lille ve gezi rehberim hakkındaki bu kısa!!  bilgiden sonra  gezimizi anlatmaya baslayayım. Frank’la bu gezi için daha bir buçuk ay öncesinden bir haftasonu belirledik. Gezimiz için kararlaştırdığımız tarih 6-7 Mart-2004 oldu. Frank, çok gezen  , çok mesgul bir insan. Paris’teki expolar ve sanat galerileri onu kesmiyor bu nedenle expo gormek için Avrupa’da dolaşıyor. Tahmininiz üzere böyle bir uğraş  bir insanın epey vaktini alır. Ustelik bir de kendisi yaşlı ve fakir insanlara yardım için kurulan bir derneğin(Fransa’da ünlü,  büyük bir dernek ) başkanı. O nedenle  ona uygun bir haftasonu inanın ancak bir buçuk ay sonrasi idi. Frank, geziyle ilgili herşeyi kendisi ayarlayacağından  tren biletlerini benim almamı rica etti. Kısaca   ben,  bu gezide edilgen değildim, gezi  için ben de  bir şey yaptım, tren bileti aldım. Boylece 6 Mart, cumartesi sabahı saat 08:00’de, Paris , Gare du Nord (Kuzey Garı)’dan Lille’ e doğru  trenimizle hareket ettik.  Paris-Lille , 258 km, TGV (hızlı tren) ile bir saat sürüyor.

Trene biner binmez haftasonu gezi  planımız, gezeceğimiz Villa Cavrois isimli 1930 yılında inşa edilmiş şimdi restore edilen evi anlatan bir kitap, Lille’in büyük bir haritası elime tutuşturuluyor. Daha Lille’e gitmeden,  gezip bitirmis gibiyim. Nereleri gezeceğiz, nerede yemek yiyeceğiz hepsini en ince detayına kadar biliyorum. Sonra  bu program o kadar katı değil,  benim isteğim üzerine bazı ufak değişiklikler olabilir ya da havanın yağışlı olması durumunda müze ziyaretleri , kent yürüyüşleri ile yer değistirebilir. Sanat tarihi derslerim daha Lille’e varmadan trende baslıyor. Sanat tarihi öğretmenim bana dünyanın yaşadığı iki büyük savaşın  modern resme olan etkilerini anlatıyor. Sanatçıların savaş sonrası artık insanlığın insanlığını kaybettiğini ve onu  klasik resimde olduğu gibi  insan şeklinde  resmetmemek gerektiğini düşündüklerini söylüyor. Picasso, Dubuffet’deki çarpık çurpuk insan modelleri hep bu insanlık dışı durumu simgeliyormuş. Pollock’la da insan figürü tamamen ortadan kalkmış. Çünkü günümüzde  insanoğlunun  kafasındaki insan imajı değişmişmiş. Bu iki büyük savaştan sonra  insanoğlu   saygınlığını yitirmiş. Bu yüzden  modern sanatçılar onu olmadığı bir şey gibi yani insan gibi resmetmenin anlamı olmadığını düşünüyorlarmış. Bu arada Frank’ın elindeki sanat dergisinde Lille’de tam oraya ayak basacagımız gün olan 6 Mart’ta Rubens exposu açılışı olduğunu görüyoruz. Rubens, barok dönemin en ünlü, en büyük ressamlarından. Ona “Baroğun Prensi” diyorlar. Rubens Exposu,  Frank’ın barok tutkusunu bildiğimden beni de sevindiriyor. Çünkü  böylece  Lille’e belki 20 kez gitmiş olan  gezi rehberimin de şehirde göreceği, keşfedeceği bir yenilik olacak.

Lille’e 09:00’da varıyoruz. Ilk öğrendiğim şehrin garının “Gare de Lille-Flandres”ın Paris’teki eski “Gare du Nord” olduğu ve 1863 yılında Paris’ten buraya taşındığı oluyor. Bunu çok komik buluyorum. Evde odalarımız arasında eşya değiştirdiğimiz gibi Fransa da bir kentteki garını diğer bir kentine taşımış Bu eski gardan inip “Avenue Faidherbe” caddesini geçiyoruz. Lille, 2004 yılında Avrupa’da kültür başkenti olarak seçildi. Bu, üzerindeki ekonomik krizi , turizmle atlatmaya çalışan kent için oldukça önemli. Bu sene Fransa’da Çin-Fransa ekonomik ilişkilerini güçlendirmek için Çin yılı olarak da kabul edildiğinden , geçtiğimiz sokakta sadece  Çin’in herhangibir  kentinde görebileceğiniz çok renkli, yanıp sönen ışıklı panolara, çince yazılara rastlıyoruz. Tabii Lille gibi bir Avrupa kentinde böyle bir sokak görüntüsü bize tuhaf geliyor. Büyük bulvarımız bizi Frank’ın o çok beğendigi , saygı duyduğu kitsch mimari eserlere götürüyor. Bunlar 1907’de kurulan Opera binası , hemen yakınındaki “Palais de la Bourse” (Borsa Sarayı)  ki bu binanın uzunca bir kulesi  var. Fransızca buna beffroi deniyor. Frank burada bana  neden bunun kitsch olduğunu açıklıyor. Çok basit , çünkü bu şehirde böyle bir binada böyle  bir kule gereksiz. Bu kule tek başına aslında o zamanın güzellik kavramını yansıtıyor ama  gereksiz ve çirkin olduğundan şimdi zevksizlik örneği. Frank bana Disneyland’ın da aynı zevksizlik ürünü olduğunu söylüyor ve  Disneylanda’ da  buna benzer şatolar , bu tip  kuleli binalar  olduğunu hatırlatıyor. Kurduğu bu bağlantıyı doğru buluyorum ve hoşuma gidiyor.  Place du General de Gaulle’de (General de Gaulle meydanı) ,- unutmadan Charles de Gaulle Lille’de doğmus –     eski bir borsa binası daha var. İşte bu eski bina cok güzel çünkü tahmininiz uzere onun  stili barok. Barok hersey güzeldir  Bu güzel bina 1652 yılında Lille,  ispanyol yonetiminde iken ispanyollar tarafindan inşa edilmiş. Eski borsa  binasının  içindeki avluyu  sabah erken bir saatte olduğu için o gün göremiyoruz ama ertesi gün görebiliyoruz. Içindeki avlu da bina gibi çok güzel. Avlunun kenarlarında banklar var. Bu banklarla ilgili Frank’tan  yeni   bir şey daha ögreniyorum. Banqueroute,  kelimesi borsa binasının içindeki bu banklardan gelirmiş. Eskiden iş adamları iflas ettiklerinde bunu duyurmak için oturdukları bankı kırarlarmış. O yüzden “bank kırıldı” ;   “işadamı iflas etti” anlamına geliyor. Efendim bu güzel binadan sonra meydana dönüyoruz. Bu meydanda ayrıca bir kitabevini de ziyaret ediyoruz. Ismi “Le Furet du Nord”. Bu,  Fransa’daki en büyük kitapçıymıs. Ama bizim ziyaretimizin nedeni Fransa’daki en büyük kitapçı olması degil. Ziyaretimizin asıl nedeni , bu binanın bir “puits de lumiere” mimarisinin örneği olması. Bunun anlamı; binanın en üstünün içeriye ışık girecek şekilde açık bırakılması, ortada büyük bir boşluğun olması  ve binanın içindeki tüm birimlerin bu boşluğun etrafına yerleştirilmesi.

Günümüzün geri kalanını diğer zevksiz yapıları görerek geçiriyoruz. La Prefecture, Le Musee des Beaux Arts, L’ecole des Arts et Metiers. Fakat güzel bir kaç yapı da görüyoruz. Onlardan biri 14, Rue Fleurus adresindeki  “La Maison Coillot”, mimarı Hector Guimard. Yapım tarihi 1898-1900. Bu mimar ,  Hector Guimard, benim  en favori mimarlarımdan. Kendisi bir art-nouveau mimarı. Paris’te, metro deyince aklınıza gelebilecek ilk  metro girişini düşünün , hani şöyle metronun girişindeki lambaları çiçeğe benzeyen. Iste  benim sevgili mimarım  Hector Guimard, aynı zamanda o  metro girişlerinin tasarımcısı oluyor. Lille’de gördüğümüz “La Maison Coillot” isimli evin ön yüzüne imzasını atmış. Hem de şöyle”Hector Guimard, sanat mimarı” . Yani  mimarımız Guimard, oyle sıradan bir mimar degil, ne yaptığını biliyor, o bir  sanat mimarı. Aynı gün gördüğümüz zevkli bir diğer sanat eseri de “La Porte de Paris” (Paris kapısı). Bu neden  zevkli bir yapı? Çunku,  evet bildiniz, çünkü bu yapının stili , barok. Bu zafer anıtı 1682-1695 yılında inşa edilmiş.

Sonra belediye binasını geziyoruz. Içine de giriyoruz. Frank’ın da belirttigi gibi kafkasal bir havası var bu belediye binasının içinin. Çok bilmiş gezi rehberimin söylediğine göre içi   çekingen bir art-deco tarzında döşenmişmiş. Belediye binasının içindeki kocaman lambaları da kaçırmıyoruz çünkü onlar  art-deco ve çok güzeller.

Sabahki bu koşuşturmadan sonra öğlen “Rue de Bethune”(Bethune Sokagı) ’de “Aux Moules” restaurantında yemek yiyoruz. Moules, midye demek. Ben de midye lokantasında sıradan bir sey yapıyorum ve midye siparişi veriyorum. Kremli midye. Bilmeyenler için yazıyorum, midye Fransa’da sevilen bir yemek türü. Yalnız midyeyi bizden farklı şekilde pişiriyorlar. Bir tencerede, soğan, sarmısak, maydonoz, ya da sadece curry gibi çeşitli sosların üzerine beyaz şarap ekleniyor, sonra da midyeler bu şaraplı sosun içine atılıyor. Bir süre sonra sıcağın etkisiyle midyelerin kapakları açılıyor , kapakları açılan midyeler sonra birer ikişer çekirdek çitler gibi  yeniyor. Siparişim kocaman bir tencerede geliyor. Frank da yemeğinin yanında bir  krieg birası istiyor. Içtigi biranın “krieg”’in rengi   kırmızı ve   meyve bazlı. Kuzeyde olduğumuzdan ve Avrupa’da   kuzey demek,  bira demek olduğundan gezi rehberimin belirttigi üzere insan kendini  bira içmek zorunda hissediyormuş.

Yemekten  sonra vakit kaybetmeden  Lille’den tramvaya biniyor ve Roubaix’ye gidiyoruz. Cumartesi akşamı kalacağımız  otel bu ilçede. Roubaix, Lille’e tramvayla  20 dakika uzaklıkta bir yerlesim yeri. Tramvayla giderken “Villa Cavrois”yı ziyaret etmek için yol üzerinde bir istasyonda iniyoruz. Parc de Barbieux’nun başında , avenue Francois Roussel’ı 500 metre takip edince karşımıza çıkacak bir sürpriz bu villa. Mimarı Mallet-Stevens, bu villayı  1931-1932 yılında inşa etmiş. Bu küçük! alçakgönüllü! ev  2400 metrekarelik bir alanı kapsıyor. Şu anda restore ediliyor o yüzden sadece dışarıdan görebiliyoruz ama bu bile binanın güzelliğini fark etmek  için yeterli. Frank bana Lille’e gelmek üzere  trene bindiğimizde  bu evle ilgili bir kitap göstermişti. Evin dışarıdan pek çok açıdan çekilmiş fotoğrafının yanısıra içindeki sayısız odanın  da fotoğraflarının yer aldığı bir kitaptı bu. Villaya ismini veren Cavrois soyadı   dönemin tekstil endustrisinin krallarından birine ait. Bu ev bu soyadının tarifi zor zenginligini şimdi harabeye dönmüş olsa da hala yansıtıyor. Yalnız Cavrois  diğer Lille’li kentdaşlarına göre bence paralı ama zevkli de bir adammış. Çünkü yaptırdığı evin,  Villa Cavrois’nın  taşıdığı çizgiler  çok zevkli,  modern zaten  evin şimdi büyük paralar harcanarak devlet tarafından restore edilmesinin ve   mimari açıdan dünyaca  ünlü olmasının nedeni de evsahibinin geçmişteki bu zevki.  Evimizi ziyaret ettikten sonra  tramvayla Roubaix’ye devam ediyoruz. Roubaix’nin kocaman belediye binası ki bu bina Frank’ın en değer verdigi kitsch eserlerden biri öyle ki Frank , Lille’e her gelisinde bu belediye binasının karşısında şimdi bizim de geceyi geçireceğimiz bu  otelde kalıyormuş. Bu belediye binasının mimarı zamanının en ünlü mimarlarından size de tanıdık gelmesi açıdan bu örneği veriyorum ; örnegin Musee D’Orsay  –ki önceden bu müze bir  gardır -mimarı yine, Vıctor LaLoux. Neden eserlerinin kitsch olduğuna gelince; nedenlerden biri  bu belediye binasında olduğu gibi tüm stilleri kullanması, birbirine katması, sonunda ortaya saçma sapan bir sey çıkarması. Sonra eserlerinin üzerinde bir sürü heykel en çok da çıplak kadın heykelleri var. Ben katı ahlakçı biri değilim, çıplak kadınlarla alıp veremediğim yok ama   o zaman sırf estetik açıdan güzel bulunduğu için koyulduğunu tahmin ettigim bu heykeller bence  bugün bir belediye binasının dış cephesinde tek kelimeyle tuhaflar. Neyse biz bu güzel!! belediye binasının karşısındaki  Hotel de France’a girisimizi yapıyor çantalarımızdan sonunda kurtuluyoruz. Tabii dinlenmek yok. Hemen koşa koşa Roubaix’nin güzel müzesi “La Piscine”e gidiyoruz. Bu müze şimdiye dek gördüğüm en güzel müzelerden biri. “La Piscine” fransızca havuz demek , bu bina da  önvceden eski bir halk havuzuymuş. Müzenin içinde  hala havuz var. Içeride hala duş  kabinlerini ya da  özel olarak yıkanmak için kullanılan küvetli bölümleri  görmek mümkün. Müzemizin iki tarafında da simetrik biçimde yer alan kocaman yarım daire biçimindeki üzeri vitraylı pencereler içeriye güneş ısığının gelmesini sağlarken ortaya çıkan güzellik de benim  nefesimi kesiyor. Asağıda havuzun etrafında heykeller, duvarlarda   tablolar, ic bölümün kenarlarındaki cam haznelerin içinde seramikler , tabaklar, vazolar  yer alıyor ki seramikler içinde Picasso imzalı olanlar da var. Onun dışında  müzede  çok ünlü,  öyle çok değerli eserler yok . Frank’ın da dedigi gibi bu müze o zamanın  sanattan anlamayan  burjuvasının  büyük beğeniyle  aldığı, yaptırdığı şu anda sanatsal açıdan hiçbir değeri olmayan bir sürü “croute”la dolu. Frank zamanında  ünlü olmuş şimdi unutulmuş bir kac isimden bahsediyor, bu isimlerin   eserlerini böyle bir kac müze dışında görmenin mümkün olmadığını söylüyor. Neden diye soruyorum? Çünkü diyor burjuvalar  Picasso ya da benzeri sanatçıları zamanında asağıladılar diğerlerine prim verip onların eserlerini  önemsediler.  Şimdi ise yanıldıklarını anladılar. Simdi ellerinde kalan tüm bu beş para etmez “croute”ları   utançlarından ortaya çıkaramıyorlar , onun yerine onları kilerlerinde saklıyorlar. Unutmadan bu güzel müzede bir de kumaş katalogları var. Bu kataloglar kitap halinde düzenlenmiş  iclerinde çeşit çeşit desenlerde, renklerde şimdiye dek üretilmis çoğu kumaşlardan birer örnek bulmak mümkün. Tekstil isinde olanlar için  ilgi çekici olacağına eminim. Müzeyi gezerken  tabloların  önünde duruyoruz ve Frank bana ressamı, dönemi, tablonun ne anlattıgı ya da anlatamadığı,  neden iyi bir sanat eseri olduğu ya da olmadığı hakkında bir sürü şey anlatıyor. Bu müze o kadar da kötü sayılmaz çünkü  Frank’ın sevdiği  bir kac ressamın eserlerine de rastlıyoruz. Aklımda kalanlar Gromaire  (ben de sevdım) bir de  Monticelli. Müze kaç saatimizi alıyor tam bilemiyorum.

Müzeden çıkışta ben artık yorguluktan öecek durumdayım. Yaslı gezi rehberim benim aksime hiç yorgun değil. Bana gidip  Roubaix’nin güzel garına bakmayı teklif ediyor. Çok isterim ama hem bedenim hem de beynim artık çok yorgun. Oraya gidemeyeceğimi söylüyorum. Sanırım Frank, benim performansımdan dolayı biraz hayal kırıklığına uğruyor. Otelimize geri dönüyoruz. Bu arada müzeye giderken de dönerken de geçtiğimiz mahallelerin fakirliğini görmemek mümkün değil. Bana,  bu fakir  sokaklar ve bakımsız evler,  bağımsız  amerikan filmlerinde gördüğüm  banliyöleri hatırlatıyor ve 1996 yılında gezdiğim  Dogu Almanya’dan aklımda kalan görüntülere benziyor. Daha önce Fransa’da bu kadar fakir yerlere hic gitmemiştim.

Otele dönüyoruz ben biraz yatıp dinlenmek üzere odama çıkıyorum. Frank gidip şehirde dolaşmaya devam ediyor. Bu adamı kıskanıyorum, zekası, bilgisi  neyse de bu kadar enerjiyi  bu yaşta nereden buluyor?

Cumartesi akşamı  Frank , daha iyi bir seçenek olmadığını iddia ettiği için otelin restosunda yemek yiyoruz. Ben yine bulunduğumuz bölgeye özgü bir yiyecek seçiyorum, flam . Flam,  Fransa’nın kuzeyine  özgü bir yemek. Bir tür pizza ama hamuru cok ince. Bizdeki  yufkaya benziyor. Aksam yemekten sonra çıkıp yine dolaşıyoruz. Kaldığımız otelin çok yakınında terkedilmiş bir  tekstil fabrikası  var. Güzel bir bina. Endustriyel binalar da güzel olabilir, sanatsal açıdan onların da bir değeri olabilir. Bunu da Frank’tan öğrenmiştim.  Cok bilmis arkadaşımın evinde Sanatsal Sanayi Yapıları  ile ilgili bir sürü kitap var  ona gittigimde bir keresinde  bana bunlardan örnekler göstermişti. Güzel olduğu kadar ürkütücü de olan bu fabrika  beni tedirgin ediyor. Gece olduğundan  ve fabrikanın etrafındaki yapılar da iyi seçilmediğinden fabrika kulesi tam tepesindeki dolunayla birlikte   nedense bana ortacağdan kalmış  görüntüleri hatırlatıyor. Gezi arkadaşımla da bu fikrimi paylaşıyorum  O da yorumumu  yerinde ve doğru buluyor.

Artık bayıldınız biliyorum daha fazla uzatmadan!!  pazar gününe geçiyorum. Pazar günü sabah 8’de uyanıp , kahvaltıdan sonra yine tramvayla hemen Lille’e dönMUyoruz, döneMIyoruz Çünkü Roubaix’nin endüstriyel enkazından kalanları, bir önceki akşam müzeye giderken koştura koştura geçtigimiz o yüzden  cok iyi göremedigimiz fakir  mahalleleri  gezmemiz gerekiyor bizim. Eskiden nehir gemilerinin  gelip fabrikalarda üretilenleri yüklenmek için kullandıkları  şimdi kullanılmayan  kanala bile bizim  bir göz atmamız gerekiyor. Hatta ve hatta sevgili okuyucum Frank’ın isteği ve ısrarıyla ben  Roubaix’nin mezarlığını  geziyorum. Bu mezarlığı gezerken  hayatta kac Türk Roubaix’ye gelmiştir, benim gördüklerimi görmüştür,  kac Türk ya da aklı başında  turist Roubaix’nin mezarlığını gezmiştir,  gezer diye düşünüyorum. Gezdiğimiz mezarlık benim daha önce Fransa’da gördüğüm mezarlıklara benziyor özellikle Paris’teki Pere Lachaise mezarlığına. Mezarlar tapınak gibi. Cok süslü , üzerlerinde heykeller, haçlar, bazılarında vitraylar var. Frank’ın burada yorumu şu oluyor “ Aysun iste insanlar con ( aptal) gibi yaşayıp, con gibi ölüyorlar. Sonra da bu con yaşamlarını kutsamak üzere mezarlarını tapınak haline getiriyorlar. Sonunda mezarları bile kendilerine benziyor”  Rehberimin bu mezarlığı nasıl büyük bir merakla, heyecanla gezdiğini,  nasıl zevk aldığını  anlatamam. Neyse ki Frank’a Lille’deki müzeyi ve bizi bekleyen muhteşem expoyu hatırlatıyorum da ben bu işkenceden kurtuluyorum.

Pazar gününün geri  kalanı Lille’in müzesi Palais des Beaux-Arts’da geciyor. Rubens exposu da aynı müzede. Biz once  müze koleksiyonunu geziyoruz. Lille’deki bu müze Fransa’da Louvre’dan sonra en onemli ikinci müzeymis. Frank’a  neden Fransa’nın ikinci onemli müzesinin Lille’de olduğunu sordum . Şunu öğrendim, bu çapta bir müzenin ortaya çıkması , 200-300 yıl ve büyük bir devrim (fransız ihtilali) , bir kac tane büyük savaş gerekirmiş. Bu değerli müzenin Lille’de olmasının en önemli nedenlerinden biri; Lille’de  eskiden  pek çok manastırın olmasıymış. Bildiğiniz üzere ortacağda  para klisede idi. Ve klise okuma yazma bilmeyen halkı din konusunda egitmek amacıyla  resimlerden yararlanıyor , bu nedenle  ressamlara dinsel tablolar yapmaları için para veriyordu. Müzenin oluşması için neden ihtilale gerek duyulduğunun açıklaması ; 1789’daki ihtilalden sonra Fransa’da tüm manastırlar, kliseler, şatolar gibi Lille’in etrafındaki tüm bu  manastırların da sevgili republicaineler tarafından talan edilmesi,  soyulması… Bu sanat eserlerinin bir kısmı kaybolsa da, tahribata uğrasa da sonunda   bazıları  işte bu talan sonucu bugün  müze duvarlarındaki yerlerini alabilmişler. Sonra savaslar..Napoleon’un ispanyol seferleri müzedeki iki paha biçilmez Goya tablosunu ve El Greco’nun bir kaç tablosununun açıklamaları. Bu müzeyi yine Roubaix’deki müze gibi Frank’ın yorumlarıyla geziyorum. Neler ögreniyorum neler?  Öncelikle barok tablolar konusunda epey bilgi birikimim oluyor. Öğrendiğim kadarıyla barok bir tablonun en önemli özelliklerinden biri tablodaki hareketlilik  ve   konunun diyagonal sunumu. Sonra  bir tablo   Caravagesque etkiyle  mi  yapılmıştır yoksa  Manierist  etkiyle mi yapılmıştır bunu  öğreniyorum. Caravagisme, ismini  Le Caravage isimli bir ressamdan alıyor. Caravagesque bir tablo daha cok realist ve  boyle bir tabloda koyu karanlık  ve ışık güçlü bir kontrast oluşturuyor.    Manierismede  , vücuda  doğal olmayan  yapay ve zorlama duruşlar kazandırılıyor. Bu müzede   iki tane Bruegel görüyorum. Bruegel de benim en sevdiğim ressamlarımdan, bu da benim mutluluğum oluyor. Müzede bir tane Van Gogh var. Van Gogh’un “Inekler” tablosu. Tum Van Gogh’lar gibi bu da  cok etkileyici . Bu tablonun aslı Jordaens’e ait. Van Gogh stilini beğendiğinden Jordaens’ın tablosunu   tekrar yapmış. Hoş bir sürpriz ;  Van Gogh’un tablosunun yanındaki salonda  Jordaens’ın   asıl tablosu da görülebilir.   Bir de rehberimin çok begendiği bir tablodan  bahsedeyim. Bu bir Chardin, onun bir natürmortu. Bu tablo için Frank ölüyor, ölüyor. Nedenini cok  iyi bilmiyorum, anlayamadım, araştırma yapacak vaktim olmadı , internette şöyle bir baktım ve gerçekten önemli bir tablo olduğunu öğrendim.  Sonra müzede  Monetler, Eduard Vuillardlar impressionist , post-impressionist deyince aklınıza kim gelirse onların tablolarına   rastlamak mumkun. Biz daha cok iki Goya tablosunun önünde vakit geçirdik. Bu tablolardan birinin ismi “Les Jeunes”(gencler)  diğerinin ismi  “Les Vieilles”(yaşlılar) . Frank bana bu tabloların Napoleon döneminde aslında o zamanlar çok da değerleri bilinmeden tesadüfen  buraya getirildiğini söylüyor. Ama şimdi bu iki tabloya değer biçilemiyormuş.  Biz, Gromaire ve  Leroy gibi görmek istediğimiz bir kaç modern sanat ressamının eserlerini göremiyoruz çünkü bu tablolar Rubens exposu yüzünden kaldırılmış.

Müzeden çıkıyoruz , ben işten arkadaşım Malika’yı arıyorum. Malika’nın ailesi Lille’de. O , bu haftasonu Lille’de olacağını söylemisti. Malika,  bize  ogleden sonra  katılıyor, Rubens exposuna birlikte gidiyoruz. Rubens’e  kralların ressamı denildiği gibi ressamların kralı da deniyor.  Frank’ın söylediğine göre çok sağlam bir tekniği varmış. Örneğin resimde “raccourci” (türkçesini aradım ama bulamadım) diye bir teknik var. Bu anladığım kadarıyla insan vücudunun bir bölümünü karşıdan dik açıyla resmetmek oluyor. Bunu yapmak  güç  çünkü perspektif de işin içinde. Ben,  Rubens’in bir kaç raccourcisini dünya gözüyle görme şerefine eriştim. Aman aman müthişlerdi Frank bana bu raccourcileri  göstererek “Eğer sen bu adamın yaptığını  bugün yapabilirsen ömür boyu aç kalmazsın” dedi. Ben de  evde  çizmeye , “raccourci”  yapabilmek için  çalışmaya başladım. Bakalım ben de bir gün Rubens gibi resimler yapabilecek miyim? Ne dersiniz?

Expodan sonra eski Lille’de geziyoruz. Eski Lille hoş  ve cok sevimli. Sonra  Malika’ya da veda edip 18:00’deki trenimizle Paris’imize geri dönüyoruz.

Aysun Akarsu, Mart 2004

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme
Önceki Yazı

Romanya seyahatim: Köstence

Sonraki Yazı

Bisiklet Cenneti: Kopenhag

OKUMA ÖNERİSİ