Marakeş’ten Essaouira’ya
Hadi Yolda – Marakeş’teki ikinci günlerinde Essaouira’ye (esavare) gittiler. Gelin damat ve kaynanadan oluşan bir İspanyol grup ile Finlandiya’dan gelip Fas’ı keşfetmeye çalışan takım elbiseli bir gençle yola koyuldular. Grup oldukça ilginçti. Belli ki gelin ile kaynana pek anlaşamıyordu. Hatta hiç konuşmuyorlardı. Genç adam annesiyle karısı arasındaki diyaloğu mesafeli de olsa yerine getirmeye çalışıyordu. Finlandiyalı elindeki kitaptan okuduğu bilgileri sürekli paylaşma telaşındaydı.
Yelda: “Yolda ilginç bir ağaçla karşılaştık. Ağacın dallarında keçiler vardı. Turistler için ideal bir fotoğraf karesi. Tabii karşılığında bahşiş bekleyen çobanı da unutmamak lazım. Yol boyunca Agran ağaçlarından üretilen sıvı yağ ve diğer ürünlerin sergilendiği turistik mekanlar dikkat çekiciydi.”
Essaouira’ya vardıklarında üç saatleri vardı. Önce kentin limanına girdiler. Onlarca balıkçı teknesi bir sonraki sefere hazırlanıyordu. Balıkçılar ağları istifliyor, oltalarını temizliyor, birbirleriyle sohbet ediyorlardı.
Mavi tekneler okyanusun dev dalgalarından yorulmuş gibiydi. Limandaki bir başka ilginç manzara martı ve kedilerin birbirlerini rahatsız etmeden kendi paylarına düşecek balıkları beklemeleriydi. Limanın ardındaki dalgakıranlarda yankılanan okyanus dalgalarına martıların çığlıkları eşlik ediyordu.
Yelda: “Marakeş’ten başlayan 1,5 saatlik yolculuktan sonra öğle saatlerinde Essaouira’ya ulaştık. 15. yüzyılda Portekizliler tarafından kurulan kentin ilk adı Mogador olmuş. 1541’de burayı kaybetmişler ve kasaba gerileme devrine girmiş. Beyaz binalar, mavi pencere ve kapılarla bezenmiş. Adeta bir masal şehri gibi. Rüzgarlı olduğu için sörf yapanların gözdesi, deniz kenarında güneşlenmek isteyenler çok sevmiyorlar bu rüzgarları. Kasabada balıkçılar mavi teknelerle okyanusa açılıyorlar. Tutulan balıklarda hemen orada satılıyor. Essaouira’nın Old Medina’sı diğer şehirlerdekilere göre daha düzenli ve temiz. Satılan ürünler de daha farklı, sanatsal ve modern. Yazlık giyecekler, sandaletler de okyanus kenarında olduğumuzu hatırlatıyor.”
Kenti 2,5 saatte gezen kahramanlarımız son yarım saatlerini yemeğe ayırdı. Gözlerine kestirdikleri bir balıkçı tezgahına yanaştılar. Kendi elleriyle seçtikleri balıklar ızgaraya gitti. Yemeği yerken bir İtalyan çiftle aynı masayı paylaştılar. Masadaki dörtlü balık yemekten fırsat bulduklarında sohbet etmeye devam ettiler.
Belirlenen saatte kendilerini buraya getiren minibüs şoförüyle buluştular. Birazdan İspanyollar geldi. Finlandiyalı burada kalmayı tercih etmişti. Dönüş yolu sanki biraz daha uzamış gibiydi. Güneş çorak tepelerin ardından batmaya hazırlanırken eşsiz bir manzarayı da aynı anda sergiliyordu.
Marakeş’e döndüklerinde hava kararmıştı. Her zamanki cafede çaylarını yudumlayıp buradan meydanı son kez seyrettiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar Riyad’a dönme macerası başladı. Son gece farklı bir rota seçip ana caddeyi takip ederek Bab Tagzut’a ulaşmaya çalıştılarsa da bunu yine başaramadılar. Yolun ilk yarısını kaybolmadan aşsalar da Bab Tagzut yakınlarında Abdülhak’la karşılaşınca yine kayboldular.
Remzi: “Abdülhak tam bir kabus oldu. Marakeş’i Bab Tagzut ve Abdülhak adlarıyla anacağız. Bab Tagzut ulaşılmaya çalışılan ancak yaklaştığımızı sandığımızda daha çok uzağına düştüğümüz kapının adı, Abdülhak da bu kapının etrafında bekleyen ve üç gece sürekli karşılaştığımız Faslı gencin adı. Son gece ‘Hey Türk’ diye bağıran biri birden yolumuzu kesti. Tabi ki Abdülhak… Adını o gece öğrendim. O da zaten artık bize yol tarif etmek için kendini zorlamıyordu. Bahşiş koparamayacağını anlayıp sanki teslim olmuş gibiydi. Komik bir tipti Abdülhak. Son gece bize yine yolumuzu tarif etti ama para istemeden. Ben de ona bir iyilik yapayım dedim ve elimdeki istihbaratı onunla paylaştım. Bulunduğu köşeden ayrılmak üzereydi. ‘Buradan kımıldama arkadan gelen 6 kişilik bir turist grubu var ve yollarını bulmakta zorlanıyorlar’ dedim. Gülümsedi. Selamlaşıp yolumuza devam ettik. Ama ne yazık ki yine farklı bir sokağa dalıp son anda yine kaybolduk.”