Dostoyevski’nin Kenti

Çiğdem ÜLKER – Yüzlerce tiyatro, kütüphane, sayısız sergi, zaten kendisi açık havada bir müze. Yol kenarında kocasının eski ceketini, evdeki iki çatalını satan mavi gözlü kadınlar. Sarayların arasında içini göstermeden akan kahverengi bir nehir. Adı Neva. Dostoyevski’nin müze evi, Sen Petersburg’un yoksul bir mahallesinde. Vladimir, ünlü yazarın torunlarının kentte hâlâ yaşadığını söylüyor. Bu kent, Çaykovski’nin ,Puşkin’in, Dostoyevski’nin kenti. Nevski Prospekt’de yürürken aklımda hep aynı cümle: “Devrim yapmak, Nevski Prospekt’de gezinti yapmaya benzemez” dermiş Lenin. Şimdi Moskova’da Kızıl Meydan’da bir Anıt Mezar’da yatıyor Lenin. Yüzü ve elleri açıkta, çiğ bir ışığın altında, canlı gibi, uyur gibi duruyor. ‘Siyah örtünün altında kalan

Çiğdem ÜLKER – Yüzlerce tiyatro, kütüphane, sayısız sergi, zaten kendisi açık havada bir müze. Yol kenarında kocasının eski ceketini, evdeki iki çatalını satan mavi gözlü kadınlar. Sarayların arasında içini göstermeden akan
kahverengi bir nehir. Adı Neva.
Dostoyevski’nin müze evi, Sen Petersburg’un yoksul bir mahallesinde.
Vladimir, ünlü yazarın torunlarının kentte hâlâ yaşadığını söylüyor.
Bu kent, Çaykovski’nin ,Puşkin’in, Dostoyevski’nin kenti.
Nevski Prospekt’de yürürken aklımda hep aynı cümle: “Devrim yapmak, Nevski Prospekt’de gezinti yapmaya benzemez” dermiş Lenin.
Şimdi Moskova’da Kızıl Meydan’da bir Anıt Mezar’da yatıyor Lenin. Yüzü ve elleri açıkta, çiğ bir ışığın altında, canlı gibi, uyur gibi duruyor. ‘Siyah örtünün altında kalan ayaklarını da kimyasallarla koruyorlar mı acaba ? ‘ diye düşünüyorum nedense.
Kızıl Meydan (Krasna Ploştad) aslında Güzel Meydan demekmiş; çünkü Rusça’da krasna, hem güzel demek, hem de kızıl.
Aslında Moskova, hep Petersburg’la kıyaslanır ama bana New York’u hatırlatıyor; bu dev bloklar kapitalizmin başkentine meydan okuyor.

***

Volga sakin sakin güneye doğru inerken bu çok büyük coğrafyanın bütün zenginliği de başkente akıyor sanki.
Moskova, dünya tarihine damgasını vurmuş bir kent olmanın gururunu halâ taşıyor taşımasına ve “Stalin’in Yedi Kız Kardeşi” denilen modern kaleler gözlerimi kamaştırıyor, ama Moskovalı gençlerin ellerinde bira şişeleri, gözleri pek dünyayı görmüyor.

BİR MAHZUN MOR MENEKŞE

Nazım’ın karısı Vera Tulyakova Hikmet de kocasının yanına defnedilmiş, “Yeni Kızlar” Mezarlığında.
Başlarının üstünde bir yeşil çınar, ayak uçlarında mor menekşeler.
Hani Nazım’ın bir şiirinde karısına götüremediği için üzüldüğü mor menekşeler.
“Deli çığlıklar atıp avaz avaz/Başın üstünden gelip geçti de yaz/Ben bir demet mor menekşe getiremedim sana/ Ne halt edek, dostların karnı açtı/ Kıydık menekşe parasına”
Az ilerde Raisa Gorbaçova’nın kabri.
Burası, materyalizmin başkenti Moskova’da olağanüstü mistik bir kabristan; darma dağın ediyor hepimizi.
Kent, Arbat sokağında keskin kişiliğini kaybediyor; gevşiyor, yayılıyor, sırıtıyor.
Bu turistik sokaktaki Mac Donalds’da oturuyor, bir coca cola istiyorum; bir yerlerden Titanik’in şarkısı duyuluyor.

MOSKOVA’NIN ORTASINDA

Demir Perde’nin gizemli merkezi, soğuk savaş yıllarının elektrikli kenti Moskova.
Kafamdaki eski çağrışımlarına, KGB, politbüro, komüntern laflarına falan hiç uymayan bir yumuşaklıkla açılıyor önümde.
Kentin iyice içine sokulan nehir, Moskova’yı mavi-yeşil ve romantik bir “su şehri” kılıyor.
Görkemli dev bloklar ve tek tip apartmanlar, kentin mahzun ve naif yüzünü saklamayı beceremiyor.
Lenin Tepesinden kenti kuş bakışı gözlerken, Sen Basil’in oyuncak kubbelerini seyrederken, hele de Metro’da “Kazanskaya” durağının heykellerine bakarken fark ediyorum; Bu kenti sevmeye başladım bile.
Elli yıl boyunca, “sınıflar arasındaki çelişkiyi” yok etmeye çalıştıktan sonra şimdi çelişkinin en yamanını yaşamaya başlamış bu kent.
Tvertzkaya ve Gorki bulvarlarındaki dev otellerin önünde limuzinler bekliyor, ama ara sokaklarda yıkıntılar görüyorum.
Bütün dünya kentlerindeki gibi, burada da zenginliğin ve sefaletin en koyusu bir arada.
Komünizmin bitişiyle birlikte Ortodoks Hristiyanlığın bütün efsaneleri de birer birer dirilmiş sanki.
Altından geçerseniz dileğinizin kabul edileceği manastır kapıları, suyunda elinizi yıkarsanız günahlarınızdan arındıran, hele de bir damla içerseniz gençleşeceğiniz kutsal nehirler.
Moskova’nın az ötesindeki Kirilova’da nehrin kıyısında, birbirinden güzel Rus kızları tuhaf gözlerle yüzümüze bakıyor.
Ama bu küçük su perilerinin efsaneyle, hikâyeyle işi yok; onlar çok daha gerçek işlerin peşindeler.
Ama günümüzün en moda hikâyelerden birini Kirilova manastırında görmek, çok eğlendiriyor beni.
Dan Brown’nın çok popüler kitabı “Da Vinci Şifresi” nde anlatılan gizem, işte burada karşımda duruyor.
Duvardaki freskte “İsa’nın Son Yemeği” teması işleniyor ve Peygamberin sağında, uzun kızıl saçlı bir kadın, Mariya Magdelena oturuyor.
Belli ki Amerikalı yazar, buraya gelmiş ve bu freski görmüş.
Bir yazara ilham verdiyse kutsal sayılır elbette bir mekân; ben de edebiyatın esin perilerini yanıma çağırıyorum ve Kirilova’nın ünlü büyülü kapısının altından geçerken (vallahi meslekî) bir dilek yolluyorum yukarılara.
Sadece kapılar değil, kıvrılarak yükselen renkli kubbeler de, birer Rusya büyüsü.
Masalsı, çocuksu, dokunsanız kırılacak kadar nazlı kubbeler.
Bir zamanların siyasi sembolü “kızıl yıldız” hâlâ parlıyor kubbelerin üstünde ama o, şimdi bir turistik figür yalnızca. Noel çamlarının üstündeki yıldızlara benziyor, eskinin korkutucu Kızıl Yıldız’ı.
Moskova, yıllarca kapalı kalan kapılarını açtıktan sonra, şimdi evinde yabancıları konuk ediyor.
Hâlâ biraz acemi, çekingen, içe dönük bir ev sahibi.
Rus alfabesi, ziyaretçiler için gerçek bir handikap, benim içinse tanıdık bildik eski dost; belki de bu yüzden içim kıpır kıpır, almış başını dört nala koşuyor.
Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u, Pasternak’ı, Gorki’yi yaratan bu dilin peşinden koşuyor; onu anlamaya çalışıyor.
Doktor Jivago’nun kızağı, karın üstünde hızla geçiyor, balalaykalar, “Lara’nın Şarkısı”nı çalıyor, uçsuz bucaksız bir toprakta Aytmatof’un Cemile’si at sürüyor; Anna Karenina, Alyoşa’sını oğlunu özlüyor.
Zayıf bir kız çocuğu, bir Ege kentinde, pencerenin kenarında oturmuş “Harp ve Sulh”u okuyor.

Pencereden bakıyorum. Karadeniz’in üzerinden uçuyoruz, iklim yavaşça değişiyor.
“Spasiba” diyorum, ” Dosiduanje Mockba”.

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme
Önceki Yazı

Sokaktaki adam ve rimeli ıslak kız

Sonraki Yazı

Kanada’da bir köy: St. Jacobs

OKUMA ÖNERİSİ