Rio de Janeiro, Sao Paulo ve Belo Horizonte… 2014’te futbolla yatıp kalktığımız Dünya Kupası günlerine damgasını vuran maçların oynandığı şehirlerden üçüydü… Bir üçgen çizilirse ortalarında, kolay bulamayacağınız ufak bir kasaba var. Adı Tiradentes. Bir özgürlük savaşçısının adıyla anılan, üç yüzyıldır sokak taşlarının bile değişmediği, UNESCO koruma listesindeki etkileyici bir mekan. Olur da yolunuzu düşürürsünüz diye, Brezilya’nın bu güzel kasabasında sizinle bir yolculuk yapmak istedim:
* * *
Yaşamın güzelliği, yaşanan yılların değil, keyifle biriktirilen “anların” çokluğunda gizli derler ya. Can sıkıntısının kene gibi ruhuma yapıştığı anlarda, gözlerimi kapayıp, derin bir nefes alıp hayal ettiğim bir sahne var.
Hayat, biriktirilen güzel anlar…
İşte o “biriktirilen anlardan” biri… Sırtım, bir kilisenin duvarına dayalı. Önümde taşlık dar yol, yokuş aşağı yemyeşil bir vadiye uzanıyor. Yolun iki yanında kolonyal mimarinin barok stildeki tek katlı rengarenk evleri. Vadi, evlerin ötesinde tropikal bir ormanla birleşiyor ve indiği hızla bulutlara doğru çıkan yeşil dağlara tırmanıyor.
Zamanın hiç değilse bir asır evvel durduğu, sıcak havanın buğusundan ve zihnimden Marquez’inkini anısmatan sarı kelebeklerin sökün ettiği bir manzara. Bir zamanların “Altın Yolu” üzerinde kurulu, 6 bin nüfuslu Tiradentes kasabası ayaklarımın altında…
Rio de Janeiro’dan arkadaşım Orhan Kışlalı ile sabah erken çıkıyoruz. “Sıcağa kalmayalım” demiştim, ama daha saat 9’u vurmadan kan ter içindeyim. Bu coğrafyada terlemeden içini dökmek imkansız.
Rio’nun favelalarının arasından “Bu kadar güzellik ile bu kadar yoksulluk aynı şehirde nasıl halvet olur?” diye hayıflanarak geçiyoruz. Şehirden en fazla 30-40 kilometre uzaklaşmış, okyanusu arkamıza alıp, bizi Tiradentes’e götürecek 325 kilometrelik yola vurmuşuz ki, bir virajdan sonra ansızın tropikal bir ormanın içindeki patika yola düşümüş gibi oluyoruz.
Yoldan cangıla mı düştük?
Rio’dan ülkenin içlerine giren ana karayolunda gittiğimizi sanırken, bir anda Belgrad ormanında bir patika yola düştük sanki. İki yandan ağaçların üzerinden sarkan nemli dünyanın, bana Mississipi bataklıklarını andıran sarmaşıkları, yolun ortasında neredeyse arabaya değiyor.
Manzara harika ama, delik-deşik, çizgisiz, tabelasız, daracık bir köy yolundayız. Bir yanlışlık yapıp yoldan çıkmış olmalıyız. Durup haritadan kontrol ediyoruz. Emin olamayınca biraz ileride bir virajın köşesinde şeker kamışı tarlasına yürüyen bir melez gence soruyoruz ve “doğru yolda” olduğumuzu anlıyoruz!
Daha sonra ister Salvador’a, ister Belo Horizonte kırsallarına, Brezilya’da gittiğimiz yılankavi yolların etrafında, her yerde genel manzara üç aşağı beş yukarı aynı:
Muhteşem bir tabiat, topraktan fışkıran sonsuz bereket, yakıcı güneşin altında yeşilin her tonu, yollardan evlere kadar her yerde şaşırtacak kadar mütevazı dünyalar, Türkiye’nin 70’lerini andıran hayat kalitesi, her şeye rağmen güler yüzlü, neşeli insanlar…
Brezilya’nın içlerinde, Minas eyaletinde gaza kuvvet ilerliyoruz. Yolda mola verdiğimiz bir “mecburiyet lokantası” da, 30 yıl öncesinde bıraktığım Anadolu yol boyu molalarını hatırlatıyor.
Kıvrıla kıvrıla, dağları, tepeleri, vadileri, yol kenarına kurulmuş kasabaları, köyleri geçerek dört saatte varıyoruz menzile.
Yeşilin cömertliğinde yolculuk
Önce yemyeşil Sao Jose dağı, eteklerinde kaya tırmanışçılarının, kanyon yürüyüşçülerinin vurgunu olduğu tepeleri karşılıyor bizi. Sonra kıvrılan dar yolun iki yanında, her biri botanik bahçesini andıran yeşilliklerin içine kurulu evler. Çoğuna memleketten aşina olmadığım çiçekler, bitkiler… Kasabanın merkezine yaklaştıkça, kolonyal devrin ömrü birkaç asrı devirmiş evleri sökün ediyor.
Hayalini kurduğumuz Tiradentes’teyiz nihayet. Burası bir turistin broşürlere çıkmış bir “cazibe destinasyonu”ndan ötekine giderken yol üstü birkaç saatliğine uğrayacağı kasabalardan değil. Upuzak bir köşe. “Cittaslow”un alameti farikası olabilecek, dingin bir kasaba. Kendi ritminde yaşıyor. Saat yerine takvimin kullanıldığı bir yer. Buraya zahmetli ama keyifli bir yolculukla, “özellikle” gelmek lazım. İster Rio’dan, ister San Paulo’dan arabayla ortalama dört saatlik yol. 1-2 haftalık Güney Amerika turunda “geçerken” mola verilecek yer değil. Ama işin iyi tarafı, 25-30 derece civarında sıcağıyla her mevsimde “uygun istikamet” olabilecek bir coğrafyada.
Suyu kurumaya yüz tutmuş bir derenin kenarından kıvrılan sakin yolda kıvrılarak, kasabanın kalbine, Largo das Forras meydanına varıyoruz. Bir kenarına asırlık ağaçların gölgesi düşmüş, diktörgen bir meydan burası. Çevresi, tek ya da iki katlı, çoğu birbirine yaslanmış kolonyal evlerle dolu. Çoğu, Portekizce’de “posuda” denen pansiyonlar, butik oteller. Kalanı restoranlar, hediyelik eşyacılar ve birkaç köy bakkalı. Biraz daha ihtişamlı binalar belediye, postane gibi kamu binaları.
Arabayı park edip meydana ayak basar basmaz, siesta zamanının sıcak durgunluğunda sinekler uçuşuyor tepemizde. Hafta sonu kentlilerin hücumuyla yükünü aldığı söylenen Tiradentes’te zaman uyuşuk bir tembelliğin kucağında. Evler parlak sarıdan maviye, yeşile rengarenk boyalı. Sokaklar, tropik yağmurların asırlardır yıkadığı biçimsiz, irili ufaklı taşlarla, tümseklerle dolu. Son çivisi bir asır evvel çakılmış, eskiliğin yakıştığı, kimliği özenle korunmuş biblo gibi bir kasabada aheste adımlarla yürümenin huzuru ve keyfiyle arşınlıyoruz sokakları. Bu kasaba uzaklık ve yakınlık duygusunu aynı anda veriyor insana.
Bölgenin en büyük gelir kaynaklarından olan ahşap işçiliğinin göz kamaştıran örnekleriyle dolu basit bir “posuda”da odalarımıza yerleşip, cennet bahçesinde soluklanıp kasabanın sokaklarına vuruyoruz kendimizi. Tek tük turistin deklanşör sesleri ve bilmediğimiz kuşların, böceklerin seslerinden başka sessizliği bozan bir şey yok. Böyle bir ikilimde gölgeleri servet değerindeki devasa ağaçlar, fotoğraf gibi duruyor; kıpırtısız. Öğleden sonranın yakıcı güneşinde el ayak çekilmiş. Dükkanların çoğu kapalı; restoranlar bomboş. İlkel görünüşlü bir faytonun sıcaktan bezmiş beygiri, bir turist çiftini taşlık yolda ağır ağır gezdiriyor.
Tiradentes sokaklarında kaybolmak
Küçük kasabanın Largo das Forras meydanına çıkan yollarından birine girip, soldaki tepede sarı boyasıyla ışıl ışıl parlayan güzelim Igreja Matriz de Santo Antônio kilisesine doğru yürüyoruz. Kasabanın tacındaki en ihtişamlı elmas bu kilise. Tiradentes’in en çok fotoğraf çektirilen, iki yanı en güzel kolonyal evlerle süslü sokağından (Rua da Câmara) çıkılan tepenin üzerinde, muazzam manzaraya hakim tepesinden alemi seyrediyor kilise. 1732’de, “altın yıllarda” yapılmış. İçi “altın kaplama” olan bu kiliseyi görmeden Tiradentes’i görmüş sayılmıyorsunuz. Ve acı sürpriz: Kilise ziyarete kapalı; çünkü restorasyon var! Ne içeri girmek mümkün, ne de kafayı uzatıp içeriyi bir parça da olsa görebilecek bir pencere. Bir gezginin başına gelecek en büyük felaket… İstanbul’a gelip Aya Sofya’yı dışarıdan seyretmek gibi… Yapacak bir şey yok. İnternetten bakıp heyecanladığımız fotoğraflara dönüp hayıflanmaktan başka çare yok…
Sırtımı kilise duvarına, yüzümü tepeden aşağı uzanan eşsiz manzaraya dönüp oturuyorum ve bir cıgara tellendiriyorum. İşte kafama kazınan, içime çektiğim, nerede olursam olayım sık sık gözlerimi kapatıp hatırladığım manzara önümde: Taşlık yol, tepeden aşağıya, kadraja giren her şeyin güzelliğiyle beni sarsarak uzanıyor. Sağlı sollu evler… Kapı, pencere pervazlarına dolanan rengarenk çiçekli ağaçlar, sarmaşık gülleri… Sıcakta mayışmış, sokağın sahibi kediler… İlkokul binasının önünde bir avuç gölgeye sığınmış, rengi kızıla çalan köpek… Bir evin önüne, o berbat yoldan nasıl çıktığına şaştığım eski bir araba… Yolun vadide bittiği yerden başlayan, karşımda arşa uzanan Sao Jose dağlarına (São José Sierra) tırmanan yeşillik… “Beni bura bırakın ve gidin” dedirtecek bir güzellik… Yine doyumsuz kasaba manzarasını seyre dalacağınız bir başka tepenin üzerinde ise São Francisco de Paula kilisesi var. Kasaba sokaklarında karşınıza çıkan bir güzel sürpriz, yine 1700’lere uzanan Cahfariz çeşmesi.
Tiradentes, Minas Gerais eyaletinin en iyi korunmuş kasabalarından biri. Tarihi üç asrı buluyor… Brezilya’nın bir Portekiz sömürgesi olduğu, bölgedeki zengin madenlerden, bizim arabayla geldiğimiz, Rio limanına kadar uzanan “Altın yolu”ndan külçe altınların kervanlarla taşındığı, oradan Portekiz’deki imparatora yollandığı bir tarihin, bugüne kalan bakiyesi… Matriz kilisesinin dillere destan altın iç kaplaması, o ihtişamlı günlerden kalmış. 19’uncu yüzyılda madenlerde altın bitince, bir devir sona ermiş. Tiradentes bir anda “ölü kasabaya” dönmüş. Ta ki 20’nci yüzyılın sonlarına doğru, “turistik kasaba” olarak yeniden keşfedilene kadar. Bugün, ufacık bir kasabaya sığan kiliseler, altın yılların tortusu müze mansiyonlar, gurme damaklara bayram ettiren “ev işi” restoranlar ile cıvıl cıvıl.
Kasabanın adı, Minas Gerais eyaletinin sevgili çocuğu, devrimci kahraman Joaquim José da Silva Xavier’in anısını taşıyor. 1746-1792 arasında, bölgede bulunan altının, halka değil sadece sömürgecilere yaradığı yıllarda yaşamış. Brezilya’yı Portekiz sömürgesi olmaktan çıkarmak için savaşan devrimci hareketin liderliğini yapmış. Halk ona “Tiradentes” dermiş. Portekiz kralının askerlerince yakalanmış ve halkın önünde asmış. 19’uncu yüzyılda sömürge dönemi bitince, Brezilya’nın milli kahramanı ilan edilmiş ve doğduğu kasabaya adı verilmiş.
Burası aynı zamanda Brezilya’nın “gurme cennetleri”lerinden. Biz baharda Tiradentes’teydik. Oysa ağustos başında yolunu düşürenler, on gün boyunca namlı yemek festivalinde Brezilya mutfağının şaheserlerini, ülkenin her yanından gelen usta şeflerin emeğiyle, festival ortamında tatma şansı buluyormuş.
Brezilya denince zaten hayatın kendisi festival. Tiradentes bundan azade değil. Rio’ya nazire yapıp, şubat sonu ya da mart başına denk gelen yerel karnaval en önemlisi. Veyahut haziranda yapılan “Harley Davidson Zirvesi”, dünyanın her yanından motosikletçileri buluşturan bir başka etkinlik.
Bu arada kasabanın bir başka turistik “olmazsa olmazı” buharlı treni. Yüz yıl öncesinin kara treni, kasaba istasyonundan 13 kilometrelik bir yola koyuluyor. Güzergah Komşu São João Del Rey kasabasına yarım saatlik keyifli bir yolculuk. Orada da bir iki saat geçirip yine huzurun kucağına, Tiradentes’e dönmek farz.
Eğer Tiradentes’e giderseniz, üç saat daha kuzeye gidip, benzer kolonyal geçmişin izini taşıyan Ouro Preto kasabasını da görmeye değermiş. Zaten oraya kadar giderseniz, yakındaki büyük şehir Belo Horzonte’ye varmak, hatta oradan Rio ya da Sao Paulo’ya uçmak en kolayı. Biz ne yazık ki daha ileri gidemeden döndük.
Tiradentes, ağaç işçiliğinin şaheserleriyle dolu. Aslında turist kapanının dışındaki en gözde artizan işlikler, kasabaya birkaç kilometre ötedeki Bichinho mahallesinde. Orada, İkea fiyatlarına özel tasarım öyle mobilyalar, hele de yüzlerce yıllık ağaçların can verdiği öyle masa ve sehpalar görüyor ki insan, evinin bir köşesine onları koymanın yakıcı arzusunu hissediyor. Agosto Shop, yerel sanatçıların birinci sınıf eserlerinin vitrini. Ama heyecanınız, coşkunuzu bastıran acı gerçek var: Türkiye’den neredeyse bir günlük uçuş mesafesindesiniz ve yanınıza alıp götürebileceğiniz “hediyelik”ler değil bunlar. Damarlarına defalarca dokunduğum, ağacına da tasarımına da hayran olduğum güzelim sehpalarla vedalaşıp, sadece bavulumda yer tutmayacak birkaç küçük kaşıkla “Tiradentes hatırası” kontenjanını dolduruyorum. Ağaç heykellerle mecburen vedalaşıyorum.
Gezdiğim gördüğüm kadarıyla Brezilya’yı neyle özdeşleştireceğim sorulsa ne samba gelir aklıma, ne futbol… Hiç düşünmeden “caipirinha” (kaypirinya) derim. Brezilya’nın milli içkisi şeker kamışından yapılan “cachaça” (kaşasa). Lime dilimlerini bir bardakta biraz toz şekerle ezip, kırılmış buzları boca edip, üstüne de aldığı kadarıyla “cachaça” koyarsanız, Brezilya’nın tadı boğazınızdan akmaya başlıyor. Küba’da su gibi “mohito” içiliyorsa, Brezilya’da bizdeki çay sıklığıyla “caipirinha” içmek farz. Tiradentes’in sıcağında sık sık vereceğiniz “sıvı ihtiyacı mola”ları da onsuz olmuyor. Birkaç kadehi mideye indirdikten sonra, belki kafelerin gözdesi yerel karamelalı tatlılardan mideye indirip, otelinize dönüp akşam serinliğine ve yemek vaktine kadar kestirmek en iyisi.
Size otellerden restoranlara, barlara kadar klasik “rehber tavsiyeleri” sunmayacağım. Onlar, işin ehli kalemlerden çıkma internet kaynaklarında ziyadesiyle var. Benim derdim daha çok şehirlerin, kasabaların bende uyandırdığı hisleri, coğrafyanın “bir Türk gezgine akseden” ruhunu sizinle paylaşmak. Ama Tiradentes’in zaten Brezilya’nın en gözde restoranlarını, en otantik butik otellerini (posuda) barındırdığını bilin; gerisi yolu düşeceklere kalsın. Sadece Minas Gerais eyaletinin, -tüm sıcak iklimlerin ortak paydası olan- lezzetli ama sosuyla, yağıyla, etiyle hayli ağır yerel yemeklerinde (comida minieria) domuz ya da tavuk etinin baskın olduğunu, bolca yerel baklagillerin ve “manyok” denen Latin Amerika’da yaygın (patatesimsi) sebzenin kullanıldığını söyleyeyim. Ama bu kasabanın, gözünüzü, gönlünüzü, ruhunuzu mest ettiği kadar damaklarınızı da memnun edeceğinde kuşkum yok.
Olimpiyatlar için dümeni Rio’ya kırdıysanız, bir yolunu bulup rotanızı Tiradentes’e kırın derim. Pişman olmazsınız!