İspanyol yazar Juan Goytisolo, Kapadokya’nın olağanüstü görünümünün ilk bakışta kendisine Barselona’yı çağrıştırdığını yazar. Nevşehir’den Ürgüp’e giden yoldan sapıp da Avcılar Vadisi’nde Göreme ve Zelve’nin ünlü kaya kiliselerine yönelecek olan Barselonalı gezgin, kendini şaşırtıcı ve alışılmadık görünümlerin, aşinalık duygusunu yüreğinden silemediği doğal bir çevrede bulur.
Goytisolo makale boyunca, Kapadokya yöresiyle ilgili izlenimlerini yakından tanıdığı o kentin mimari dokusuna göndermeler yaparak aktarır. Girintili çıkıntılı yapısı, insan bedeni gibi kıvrılan volkanik kayaları ve peribacalarıyla ziyaretçisini büyüleyen bir coğrafyanın insana Gaudi’nin Barselonası’nı anımsatması, yalnızca benzetilenin değil benzetmeye konu olan kentin de ne denli çarpıcı olduğunun bir göstergesi elbette. O halde aynı benzetmeyi biz de tersinden yapabiliriz rahatlıkla…
Barselona’nın insan eline ve zekasına borçlu olduğu görünüm, Kapadokya’nın doğal güzelliğini yakından bilenlerde esrarengiz bir aşinalık duygusu uyandırabilir pekâlâ. Bu paralellik üzerinden, Goytisolo’nun yaptığı gibi, sanatla doğa arasındaki gizemli ilişkiye dair hoş fikirler de üretilebilir.
aşinalıktır. Yoksa, Barselona’nın modern yüzü ile Uçhisar’ın, Ürgüp’ün, Göreme’nin, Sinasos’un dingin atmosferi arasında benzerlikten çok tezatlık kurulabilir ancak. Çünkü Gaudi’nin, Picasso’nun, Miro’nun ‘volkanik’ yaratıcılıklarının Barselonası burası. Yaratıcı zeka ürünü güzelliklerin, modern mimarinin, resmin, müziğin ve elbette işlek turizmin enerjik, cıvıl cıvıl başkentine hoşgeldiniz…
GAUDI’NİN BARSELONASI
Yerleşim yeri olarak geçmişi 4 bin yıl kadar öncesine uzanmakla birlikte, kuruluşu MÖ 3. yüzyıla tarihlenen Barselona, ya da o zamanki adıyla Barcino, sırasıyla Romalıların, Vizigot Krallığı’nın, Arapların, Frankların, Aragonların damgasını vurduğu zengin bir tarihsel birikime sahip. Kültürel ve mimari açıdan ülkenin en kozmopolit kenti olması belki de bu yüzden. 1930’larda Franco rejimine karşı en kararlı direniş merkezlerinden biri haline gelmesiyle kimliğine mücadeleci bir nitelik de eklenmiş.
Ancak günümüz Barselonası’na asıl damgasını vuran kişi, geçen yıl 150’nci doğum günü kutlanan Antoni Gaudi olur.
Felsefe ve mimarlık eğitimi almak için geldiği bu kentte, Gaudi geçmişteki bütün krallar ve kontlardan daha fazla iz bırakır. Sanatçı Gotik ve Arap mimarisinden etkiler taşıyan, ama esas olarak doğanın güzelliklerinden esinlenen mimari dehasını, özellikle 1883’de başladığı La Sagrada Familia (Kutsal Aile) Katedrali’ne yansıtır ve hayatının son dönemini neredeyse sırf bu yapıta adar. Zamanının çoğunu küçük stüdyosunda geçirdiği ve sokağa seyrek çıktığı için siması pek tanınmayan Gaudi, 7 Haziran 1926’da, Bailen ve Granvia caddelerinin kesiştiği noktada 30 numaralı hatta işleyen bir tramvayın altında kaldığında, kimse onun Gaudi olduğunu anlayamadı. Üstü başı yoksul göründüğü için taksiler de onu arabalarına almak istemedi. Gecikmeli olarak hastaneye kaldırılan ünlü mimar, iki günlük bir ölüm kalım savaşından sonra can verdi. Cenazesi ulusal bir yas atmosferi içinde kaldırılan Gaudi’nin kemikleri, tamamlayamadığı La Sagrada Familia’nın mahzeninde bir şapelde yatıyor. George Orwell’ın dünyanın en çirkin binası olarak gördüğü ve savaş sırasında yıkılmadığına hayıflandığı bu muhteşem katedralin inşa faaliyeti ise, onun izinden giden bir grup mimar tarafından sürdürülüyor.
SIKILMAK İMKÂNSIZ
Gaudi’nin geride bıraktığı Parc Güell, Battlo ve Mila evleri bugün de kentin en çok görülmeye değer yapıtları arasında. Gaudi’den çok daha önce yapılmış olsa da, İspanya’nın en büyük Gotik yapılarından olan La Seu Katedrali de, aynı mirasın tarihteki izdüşümü olarak görülebilir. Hıristiyanlığı seçtiği için Romalılar tarafından katledilen Santa Eulalia’ya adanmış bu dev yapının bahçesinde beyaz bir kaz sürüsüne rastlarsanız şaşırmayın. Onlar, Azize’nin bekaretinin simgesi olarak beş yüzyılı aşkın bir zamandır buradalar! Bu görmüş geçirmiş kentin ziyaretçisini oyalayacak maharetleri saymakla bitmez. Vaktiniz elveriyorsa eski kentin civarını keşfetmeye çıkabilir, Eixample’deki sokakları arşınlayabilirsiniz. Kent cangılından sıkıldığınız anda, merkezden uzaklaşıp çevre mekânlara, sözgelimi şehrin en geniş yeşil alanını oluşturan yakınlardaki Montjuic’a gitme şansınız var. Özellikle Parc de Mar ile 1929’daki sergi için inşa edilen geleneksel İspanyol köyü buranın gözde yerleri arasında.
PICASSO’NUN İZİNDE
Barselona’nın bir sanatsever için en oyalayıcı yanı ise, kuşkusuz çağdaş sanat müzeleri. Sayıları kırkı bulan müzeleriyle, Madrid’le boy ölçüşecek denli zengin bir sanat koleksiyonları silsilesine sahip. Yalnızca İspanyol sanatını değil, bütün bir yirminci yüzyıl resmini kökten etkileyen Pablo Picasso, gerek gençlik yıllarını gerekse en verimli dönemini (özellikle Mavi dönemine denk gelen 1901-04 arasını) burada geçirdi. 1904’te Paris’e göç ettiğinde bile burayla bağlarını koparmadı. Her fırsatta, kendisini bir Katalan gibi hissettiğini dile getirdi. Picasso Müzesi’nin dışında, ünlü ressamın kentteki izlerini sürmek, yaşadığı ve çalıştığı mekânlara uğramak, bir sanatsever için Barselona seyahatinin en heyecan verici kısmını oluşturabilir. Şehirde izi sürülebilecek başka büyük ressamlar da var, Joan Miro ve Antoni Tapies gibi. Bu ressamların yapıtlarına adanmış galeri ve müzeler size yeterli gelmediyse, modern resim turuna Çağdaş Sanat Müzesi’nde devam edebilirsiniz. Montjuic yakınlarındaki müzede, Katalan sanatının 19. yüzyıl ortalarından başlayarak günümüze kadarki gelişimini izlemek mümkün.
BARSELONA MADRİD’E KARŞI
Barselona, yalnızca mimari ve sanatsal şaheserlerin kenti değil elbette. Sırf gece yaşamının ve olağanüstü zenginlikteki Katalan mutfağının tadına varmak için bile gidilebilecek, gastronomik bir cazibeye sahip. Lorca’nın “dünyada, sonu olmasın dediğim tek cadde” dediği Ramblas, gece vakit geçirmek için biçilmiş kaftan. Caddedeki insan seline bakıp da, adının Arapça’da ‘sel’ anlamına gelen bir kelimeden (ramla) türediğini ve eski bir nehir yatağı olduğunu öğrenince, insan tarihsel bir ironiyle karşı karşıya olduğunu düşünüyor. Pek çok ülkede merkezin temsilcisi başkentle rekabet halinde olan, ‘dışarıda’ kalmışların alternatif bir kenti vardır. İstanbul’un Ankara’ya, St. Petersburg’un Moskova’ya, Berlin’in eski Bonn’a göre konumu neyse, Barselona’nın Madrid karşısındaki konumu da öyledir. İspanya’nın ikinci büyük kenti ve Katalonya’nın merkezi olması, Barselona’yı tarih boyunca başkentle sıkı bir rekabet içine sokmuş. Bu güç savaşını, 1992 Olimpiyatları’nın burada yapılmasıyla birlikte lehine çevirmiş.Barselona isminin çoğumuzun kafasında sportif bir çağrışım yapması boşuna değil.
Elbette, bunda iddialı futbol takımının da katkısı var. Ama kente Montjuic’deki olimpik stadyumu ve halen ilgi odağı olmayı başaran bir Olimpiyat Köyü kazandıran 11 yıl önceki büyük organizasyon belleklerde hâlâ taze. Kent, ekonomik getirisi de fazla olan bu avantajı iyi kullanarak, albenisini günümüze kadar taşımış.
Türkiye’yi yakından bilen Goytisolo’nun cümleleriyle başlamıştık yazımıza. Yine Goytisolo’nun bir başka tespitiyle nokta koyalım. Ünlü yazar bu kez İstanbul’u anlatan bir başka yazısında, Çiçek Pasajı’nın müdavimlerine bakınca, bir zamanlar (öğrencilik yıllarında) Ramblas’a indiğinde karşılaştığı, Escudillers Sokağı ile Plaza Real’i dolduran kalabalığı anımsamadan edemiyor. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’den Barselona’ya gidenler birçok açıdan kendilerini evde hissedeceklerdir.
Kaynak: Skylife – Necati Sönmez