Barlar Sokağı Sanlitun’da bir yaz gecesi

Volkan ACAR – Temmuz. Pekin. Sıcak. Nem. Birkaç kadeh içip biraz serinlemek gerek. Biraz kalabalık da olursa iyi olur. “Gelen geçeni de seyrederim, canım sıkılmaz” Ama nereye gitmeli? “Hohay?” “Boşver, orası uzak şimdi” “Lido Otel?” “Orası da yeterince kalabalık değil” “Neyse, en iyisi yine Sanlitun’a takılmak” Akşam saat dokuz. Arabanın içindeyken bunları düşündü. Sanlitun evin hemen yakınında ama yürüyüp daha fazla terlemek istemedi. Cadde üzerinde bir yere park edecekti, vazgeçti. “Hangi barın önüne parkedersen oraya girme zorunluluğun var” Barlar Sokağı’nı boydanboya geçti. Sağa sapıp İşçi Stadyumu Kuzey Caddesi’ne çıktı. Hemen sağdaki turist alışveriş merkezi Yaşiyu’dan içeri döndü. “Buraları temizledikleri de

Volkan ACAR – Temmuz. Pekin. Sıcak. Nem. Birkaç kadeh içip biraz serinlemek gerek. Biraz kalabalık da olursa iyi olur. “Gelen geçeni de seyrederim, canım sıkılmaz” Ama nereye gitmeli? “Hohay?” “Boşver, orası uzak şimdi” “Lido Otel?” “Orası da yeterince kalabalık değil” “Neyse, en iyisi yine Sanlitun’a takılmak”

Akşam saat dokuz. Arabanın içindeyken bunları düşündü. Sanlitun evin hemen yakınında ama yürüyüp daha fazla terlemek istemedi. Cadde üzerinde bir yere park edecekti, vazgeçti. “Hangi barın önüne parkedersen oraya girme zorunluluğun var”
Barlar Sokağı’nı boydanboya geçti. Sağa sapıp İşçi Stadyumu Kuzey Caddesi’ne çıktı. Hemen sağdaki turist alışveriş merkezi Yaşiyu’dan içeri döndü. “Buraları temizledikleri de iyi oldu. Neydi o kış aylarındaki şişçi, sosisçi, lokanta kalabalığı. Pisliği, kokusu da cabası.”

Karakolu geçti, sola döndü, arabayı Yaşiyu’nun yan sokağına parketti. Baktı, devlet dairesine benzeyen binanın güvenlik görevlileri, dışarı attıkları sandalyelerine oturmuşlar sohbet ediyorlar. Binanın üzerindeki yazıyı okumaya çalıştı: Çaoyang Bölgesi … … … Gerisini okuyamadı. “Biraz Çince de çalışmak gerek.”
Caddeye doğru, sergilerini hala toplamamış ‘sahte’ Tibetlileri gördü. Çarşının
kapandığı bu saatte, buldukları yabancı bir kıza Tibet işi kolye, yüzük, aksesuar satmaya çalışmaktaydılar.
Geriye döndü. Camları demir parmaklıklı polis minibüsü, karakolun önüne parketmek üzere. Ama içinden inenler ‘zanlılar’ değil. Kolsuz mavi-beyaz formalarıyla polisler maçtan dönüyorlar. “Maç sonucu ne oldu acaba?”
Köşedeki Kore Lokantası’nın kaldırıma attığı üç masa da dolu. En dipte tişörtlerini çıkarmış üç Çinli Yencing içip sohbet ediyorlar. “Yencing güzel bira. Ama yine de en iyisi Çingdao. Peki bu Çingdao niye (olması gerektiği gibi) Qingdao diye yazılmıyor da Tsingtao diye yazılıyor?” “Şimdi mi geldi aklına?” “Evet, şimdi geldi. Ne var?” “Yarın sorar öğrenirsin” “Kime?” “Canım, bilen birine sorarsın işte” “Bunu kim bilir ki?” “Uzatma” “Peki”
Sağ sırası yıkılacak, sol sırası yıkılmayacak evlerin arasından ilerledi. Bu evlerin üzerinde uzun süredir koca koca ‘yıkılacak’ yazıları vardı. Yaklaşık 1 metre çapındaki bir daire içine alınmış bu yazılar bir felaket habercisi gibiydi: “Siz! Bu evlerde oturanlar! Sonunuz yakın!” “Hiç komik değil.”
Birkaç ay önce daireler birer birer boşalmaya, yıkıntılardan arta kalan doğramalar ve tuğlalar üç tekerlekli arabalı hurdacılar tarafından taşınmaya başlanmıştı. “Şans böyle bir şey işte. Eğer sağda oturuyorsan kentin merkezindeki evini kaybedip daha uzağa taşınmak zorunda kalıyorsun, altındaki ya da yakınındaki işyerin için de yeni bir yer arama telaşına düşüyorsun. Yok, tesadüfen sol sırada oturuyorsan, hem evinden olmuyorsun, hem de alt kattaki evinin değeri aniden artıyor, bir odanı işyeri olarak kiralayıp para kazanmaya başlıyorsun.”

Sokak kalabalıktı. Yeni işyerlerinin inşaatlarında çalışanlar, Tongli’nin altındaki kafelere gidip gelenler, cep telefonuyla konuşan bir Afrikalı… “Barlarda uyuşturucu satanların tümü Afrikalıymış” “Önyargılı olma!”
Devam etti, caddeye çıktı: San li tun. “Ne demekmiş?” “Üç li uzaklıktaki köy” “Yani?” “1.5 km uzaklıktaki köy” “Nereye?” “Dongcimen’e” “Bravo!”

“Bugün barların sırasından değil karşı kaldırımdan yürüyüp olayı dışarıdan izleyelim”. Bu kaldırım tarafında hiç bar yoktu. Sadece birkaç lokanta: Kebap. Alman lokantası. Sosisleri yaramaz. Diğeri: Arabesk. Kebapçı. Yemeklerinde iş yokmuş. “Kamil öyle söyledi”. Bir de yeni açılan bir yer, adına hiç dikkat etmediği…
Birkaç büfe. Sahipleri arkadaşlarıyla toplanıp kaldırımdaki plastik masa-sandalyeler üzerinde akşamlara kadar kağıt oynayıp bira içerler. “Hah, benim DVD’ci de buradaymış” “Senin DVD’ci mi? Bu adamdan daha önce hiç DVD almadın ki?” “Olsun. İki defa araba yıkattım”. Gene aynı diyalog:
-Ni hav, panyo!* CD? DVD?
-Bu yav**

Image

Yolun bu sırası, artık yıkılmakta olan 30-40 yıllık binalara evsahipliği yapıyor. Bina duvarlarının hemen dışında halkın oturması için boylu boyunca alçak sekiler. “Çocukluğumuzda biz de mahalledeki bahçe duvarlarına oturur çekirdek çitlerdik. Yok hayır: Çiğdem yerdik”.
Aydınlatması olmayan bu yolların ve kaldırımların bütün ışığı karşıdaki barlardan geliyor. Karşı sıraya göre daha geniş olan bu tarafta, duvar üstlerine oturmuş onlarca kadın ve erkek. Hepsi ellisinden fazla. Erkeklerin çoğunun üstü çıplak. “Pekin yazları bu kadar sıcak ve yapış yapış geçerken başka ne yapsınlar?”. Altlarında şortlar, ellerinde yelpazeler. Ama bu yelpazeler Bülent Ersoy’un kullandıklarından değil. Çin usülü: Masa tenisi raketinin biraz büyüğü ve beşgen ya da yuvarlak şekillisi. Üstünü tümüyle çıkarmamış erkeklerse beyaz kolsuz fanilalarını adet olduğu üzere belden koltuk altına doğru kıvırmışlar. Kadınlarda da şort ve ince bir bluz.
Ve her hallerinden buraya yabancı olduğu belli olan bir grup: Göçmen işçiler. Yani, Pekin dışından gelip, tam bir şantiye görünümünde olan Pekin’deki inşaatlarda çalışan ‘eski köylü yeni işçiler’. Kaldırım kenarında, hem bariyer hem de reklam panosu olarak kullanılan 1 metrelik demirlere abanmışlar yolun karşısını seyrediyorlar. Sinema seyreder gibi. “Ya da kasaba düğün salonlarında, düğüne gelmiş kızları seyreden delikanlılar gibi.”
Karşıdaki barların hemen hepsinin perdeleri açık, camlarından içerisi görünüyor. Bütün gün çalışıp terledikten sonra, köylerinde gördüklerinden başka bir Çin olduğunun farkına varmak göçmen işçilerin de hakkı. “Köyden İndim Şehire: Zeki Alasya-Metin Akpınar” “Çok severim” “Bilirim. Her seferinde de gülerek seyredersin.”

Barlar Sokağı’nın ucuna kadar yürüyüp karşı sıraya geçti. 200 metre tek sıra bar. Hepsinin de masaları dışarıda. “Bugün burası çok kalabalık değil. Hafta içi diye herhalde”. Yine de masa ve sandalyelerin daralttığı kaldırımlardan yürümek zor. Bir de buralarda çalışanlar bisikletlerini kaldırım kenarına parkedince, bir-birbuçuk metrelik bir koridordan geçmek zorunda kalıyorsun. İçeriden sesler geliyor: ‘Wellcome to the Hotel California’.
Her barın önünde iki-üç garson. Geçenleri ikna etmeye çalışıyorlar:
-Halo sör. Kam in pliiz.
-Ni hav, panyo.
-Halo sör. Leydi bar, leydi bar!

Image

Barların hemen hepsinde kırmızı Çin fenerleri asılı: “Kırmızı Fener Sokağı” “Bu benzetme iyi oldu. Bir ara kullanırım” 10-15 metrede bir tablalarda sigara-puro satanlar. “Bunlar da sahtedir şimdi” “O kadar da paranoyak olma” “Sözlerine dikkat et. Yarın Paranoyaklar Derneği bir basın açıklaması yapıp ‘Bu yazıda paranoyaklar küçük düşürülmüştür, kınıyoruz’ derlerse görürsün”.

“Nereye otursam? Beyaz mini deri şortlu, beyaz uzun çizmeli Budweiser kızlarının olduğu yere mi yoksa yeşil mini deri şortlu, yeşil uzun çizmeli Heineken kızlarının olduğu yere mi?” “Budweiser ya da Heineken mi içeceksin?” “Yok canım! Dedik ya, en iyisi Çingdao. Hem de neydi: Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı. Çin’de de var mı acaba böyle bir tekerleme?”

Yanından ikişerli sıra halinde dört zabıta geçti. İlk gördüğünde ne demişti bunlar için: Ortaokul çocukları gibi. Gri üniformalar ve şapkalar tek tip, ama ayakkabılar rengarenk. Kollarında kırmızı bantlar. Bazılarının ellerinde coplar. “Bunlara da Türkçe bir isim bulmak lazım. Bunlar zabıta değil ki” “Canım, biliyoruz da Beijing Security’yi Türkçeye birebir çevirip mi kullanalım? Pekin Güvenlik” “Tabii ki olmaz. Şu nasıl peki: Seküriti. Türkçe. Hem de Beyaz Türk Türkçesi” “Çok güzel”.
Biraz daha yürüyüp, barların bitimine yakın bir yere oturdu. İçeride üç kişi, canlı müzik yapıyorlar. “Canlı müzikmiş! Her şeyimiz de İngilizceden tercüme”. Dışarıda birkaçı birleştirilmiş 4 küçük masa. Hepsinin üzerinde birer nargile. “İyi. İçersin” “Steril mi bakalım?” “Ne demek efendim. Bütün ağızlıklarımız içerideki etilen oksit cihazımızda steril edilip siz sevgili müşterilerimizin…” “Ha, ha, ha!” “Sterilizasyona gerek yok ki” “Niye?” “Baksana. Bütün marpuçları alüminyum folyoyla sarmışlar” “Hımm”.
-Ne içersiniz?
“Yarım saattir ne konuşuyoruz burada! Tabii ki Çingdao.”
-Çingdao.

Erkek. Yalnız. Yabancı. Kaldırımda yürüyen kadınlardan birisi hemen yanaştı.
-Sit down? Sit down?
Kadına hayır dedi, gönderdi. “Bu kadın, her zaman kaldırımda bekleyenlerden farklı. 30’larında olmalı”. Mini şortlu esmer bir kadın koşar adımlarla önünden geçti. Biraz ileride, yabancı birine yanaşıp birşeyler konuştu. “Pek şavciye***’ye de benzemiyor ama…”.
Biramız geldi.
-20 yuan.
Paralar peşin. “Ya kaçarsak?”.
Çinli bir çift bakındı, oturmayı düşündü. Vazgeçip gittiler. Yanardöner ışıklı şeylerden satan çocuk önünde durdu. Rozet gibi, küpe gibi nesneler. Kırmızı, mavi, sarı. Sürekli yanıp sönüyor. Mikrofon gibi olanı da var. “Alıp Çinliler gibi kulağıma takayım” “Tabii. Hem de gece karanlığında güvenli olur. Kimse sana çarpmaz”
-Bu yav.

Peşinden bir ressam yanaştı. Elindeki eski karakalem çizimlerini göstererek portresini çizmeyi teklif etti. “Hayır”.

Birden kaldırımın hemen yanındaki sandalyede oturan adam dikkatini çekti. “Patron mu acaba?”. Garsonlar da onunla ne konuşuyorlar, ne de ilgilenir gibi duruyorlar. Saçları asker traşı. Spor yapıyor, belli. “Belki de sivil polistir”. Yanında da içecek hiçbirşey yok. Bira da içmiyor. “Çinli değil mi yoksa?” “Ha, ha!”
Gülcü geçti, ister misin diye sormadı. Gülcünün arkasından bakarken, kızıl saçlı bir şavciye, yürüyen iki Çinli gence yanaştı. Konuşmaya başladı. Uzaklaştılar, kalabalıktan ne olduğunu göremedi.
“En şanslı seyirci sensin. Sırtını duvara verdin, oturdun. Önünde işlek bir Barlar Sokağı. Sağını, solunu, önünü rahatça görebiliyorsun. Herkes senin için oynuyor: Garsonlar, gülcüler, DVD’ciler, ressamlar, şavciyeler, ‘namuslu’ kadınlar, yaşlı İngilizler, genç Almanlar, kongre için gelmiş Japonlar, göçmen işçiler, ana-babalarının gözetiminde dilenen çocuklar, herkes, herkes”

Bu arada mini şortlu esmer kadını geri dönerken döndü. Elinde birşeyler var. Ama ne olduğunu anlamadı.
Heineken kızı, gülerek yan masaya oturan yabancılara yanaştı: Heineken isterler miydi? Hayır, istemezlermiş. Kız yine gülerek ayrıldı. Ayakta, beklemeye devam etti.
Yan barın önüne bir araba yanaştı. Garsonlar hemen atlayıp tabureleri yoldan çektiler, park yeri açtılar. Araba park etti. İçinden iki kız, bir erkek indi. Kaldırımda durdular. Garsonlar boş masa gösterdiler. Kızlar beğenmedi. Çocuk içeri baktı, vazgeçti, çıktı. Bir süre daha ayakta kararsız kaldılar. Sağdaki soldaki diğer barlara bakındılar. Biraz ilerideki müziksiz yeri gözlerine kestirdiler, oraya yöneldiler. Garsonlar ikaz etti: O zaman arabayı buraya park edemezsiniz. “Ben size demiştim”. Kızdılar ama yapacak birşey yok. Kendi aralarında biraz daha tartışıp sonunda yan masaya oturdular. “Yazık! Otopark mafyasına teslim oldunuz”.

Garsona boş şişeyi gösterdi. Çocuk hemen içeriden ikincisini getirdi. “Biliyoruz. 20 yuan”. Birayı açarken hangi ülkeden olduğunu sordu. “Tahmin et”. Yok, bugün muhabbet etmek istemiyor.
-Türkiye.
Garson gülümsedi, sonra kendi adını söyledi.
-Benim adım Silvester.
“Çok güzel. Adın hazır. Biraz da vücut yapsan filmlerde oynayabilirsin” “Dalga geçme çocukla” “O da kendine başka isim bulsun”

Baktı, kızıl saçlı geri dönüyor. Tek başına. Demek ki çocukları razı edememiş. Sağ taraftan gelen biri kadın biri erkek 2 polis, kendi aralarında konuşarak kızıl saçlıya bakmadan yanından geçip gittiler. Bu sefer başka bir yanardönerci geldi. “Ne! Bu uyduruk şeye 20 yuan mı?”
-Yarım yuan veririm.
“Böyle kaçar gidersin işte”

Almanca konuşan orta yaşlı bir çift barın önünde durdu. Dışarıda mı otursak içeride mi diye biraz düşündüler. Dışarıya oturmak istediler ama… Silvester hemen birleştirdiği masalardan birini ayırdı. İşte, Almanlar için masa hazır. Bu arada nargile diğer masada kaldı. Almanlar otururken Silvester sordu:
-Do you want this?
This? Baktılar: Nargile. İstemediler.

Mini şortlu esmerin, bu kez yaşlı şişman bir yabancının peşisıra yürüdüğünü farketti. Elindekileri sayfa sayfa açıp adama gösteriyor. Elindekiler… “Elinde ne var?” Albüm. Fotoğraf albümü. Faydalı bir yöntem. “Çeşitlerimiz içeridedir”. Adam istemedi. Şortlu fazla ısrar etmeden döndü. Geçerken baktı, albümü gösterdi, güldü.
-Bu yav.
Baktı, karşıdaki sivil polis de kendine bakıyor. “Ne var? Hayır diyemez miyim?”

Dörtlü seküriti kolu tekrar geçti. Gürültücü bir turist grubu bunlara bakarak güldüler. “Turist grubu… Biz yerliyiz ya” “Tabii yerliyiz. Neredeyse iki yıldır Pekinliyiz” “İçinden mi?”.

Dört genç yabancı, birkaç barın önünde kararsız kaldıktan sonra oturduğu barın önünde durdular. Garson (Silvester olmayanı), hemen elindeki indirimli bira listesini gösterip ikna konuşmalarına başladı. Gençler pek içki promosyonuyla ilgilenmediler, içerideki müzisyenlere bakıp birşeyler anlamaya çalıştılar. Galiba ne çaldığını merak ettiler. Silvester olmayan cevap verdi:
-Müziğimiz yarım saat hızlı, yarım saat yavaştır.
Çocuklar tekrar içeri kafalarını uzattılar:
-Şimdi ne çalıyor? Yavaş mı hızlı mı?.
Silvester olmayan sonunda konuyu anladı:
-Siz ne tür müzik istersiniz?
-Hızlı.
-Müziği şimdi hızlandırıyorum, hemen içeri buyurun.
İçerideki müzisyenlere seslendi: 4 yabancı geliyor, hızlı müzik istiyorlar!. Birkaç dakika sonra müziğin temposu biraz hızlandı ama yine de içeride ne çaldığını anlamak pek mümkün değil.

Image

Bunları düşünürken önünden bir tane daha ‘Sit down?’ geçti, ona da hayır dedi.
Üçüncü bira siparişiyle birlikte Silvester fıstık da getirdi. “Bu ne kadardır? 10 yuan mı?”. Silvester para almadı. “Müessesenin ikramı ha! Sevdim burayı”. Oturduğu barın adını ya da numarasını görmek için başını yukarı kaldırdı. Birşey göremedi. Silvester hemen yanına geldi. “Yok birşey Silvester. Öylesine bakındım”. Baktı, sivil polis de yukarı bakıyor.
Gülcü kadın tekrar geçti. Yine birşey sormadı. “Niye sorsun ki?”
Kızıl saçlı da hala buralarda. Bu akşam ona ekmek yok galiba. “Bu kötü bir benzetme oldu” “Ne yapayım. Türkçe çok lastikli bir dil”.
Bu arada önünden, üç tekerlekli arabalarıyla iki tane Uygur helvacı geçti. “Uygurlar helva diyor ama görünüşü de tadı da aynı cezeryeye benziyor”. Helva arabanın üzerindeki tahtada küçük bir tepecik halinde. Üzeri de jelatinle kaplı. “Hijyenik”
Bir ressam daha. Ama bu yeni Çinlilerden. Saçlarını uzatmış, atkuyruğu yapmış. “Bunun çizimleri daha iyi”. Buna da hayır dedi.
Uzun topuklu ayakkabılı, Çin elbisesi giymiş bir kadının salına salına yürüdüğünü farketti. Önünden geçerken kadına dikkatlice baktı. Kadın da ona baktı, güldü. Biraz yürüdükten sonra kadın ileriden geri döndü. Önünde durdu. “Yoksa bu da mı?”. Çince birşeyler söyledi. “Anlamadım”. Kadın bu sefer kendini zorlayarak İngilizce konuşmaya çalıştı ve ‘Do you want a Chinese girl sit with you?’ gibi bir şeyler söyledi. “Evet öyleymiş” “Hayır, istemem”.
-Bu yav.

Sivil polisle tekrar gözgöze geldiler. Kadın uzaklaştı. “Bu akşam hep ‘hayır’ dedin” “Ne deseydim?” “Evet de diyebilirdim hayır da. Ben seçme hakkımı kullandım” “Seçme ve seçilme hakkı. Eğitim ve öğrenim hakkı. Seyahat özgürlüğü.” “Evet, seyahat özgürlüğüm var. Artık istediğim ülkeye gidebilirim. Ha, ha, ha!”

Başka bir çiçekçi geçti önünden. O da bakmadan yoluna devam etti. Kızıl saçlı hala yoldan geçen Çinli erkeklerin peşinde.
Hızlı müzikçiler içeriden çıktılar. Onlar için yeterince hızlı değilmiş. “Hızlı gençlik ha!”. Silvester olmayan, onları kapının dibindeki boşalan masaya aldı. Hızlı gençliğin altı + iki bira promosyonundan faydalandığını farketti. “Altı da bir üstü de birdir yerin” “Gerçekten öyle mi acaba?”

Birden sol taraftan seküritilerin koşa koşa geldiklerini gördü. Önünden geçip sağa doğru devam ettiler. İlerideki barın önü de kalabalık gibi. “Olay mı var?”. Ya kavga ya da şavciye vakası. “Vaka Takdimi: Bir Şavciye Nedeniyle” “Bu tıbbi makale başlıkları da…” Aklına geldi. Sivil polis? Evet, gerçekten polismiş. Çoktan olay yerine gitmiş. “Teşhislerimde asla yanılmam!” “Bunu kim söylemişti?”

Saat te geç oldu. Artık kalkmak gerek. Evde çoluk çocuk bekler. “Çocuğu anladık da çoluk ne oluyor?” “Karın” “Onun adı hanım değil miydi?” “Karım diye söylemiyorum. Bizim hanım bir içli köfte yapar, parmaklarınızı yersiniz” “Öyle mi? Peki, benim niye haberim yok?” “Böyle söyleme. Alınır sonra”.

“Hadi Silvester, ben kaçıyorum”
-Güle güle. Yine bekleriz.
“Bekle bakalım”
“Kaç bira içtim? Dört? Beş?” “Bu ne ki? Hiç unutmam, bir seferinde…”.

Karşı kaldırıma geçti. Daren’in karşısındaki sokaktan içeri girerken yanına bir adam yanaştı. Çince bilip bilmediğini sormadan konuşmaya başladı: Bu akşam için Çinli kız ister miydim? İstemezmişim. Ama, hemen şurada arabanın içindeymişler, bir gözatabilirmişim.
-Bu yav, bu yav.
Yürüdü. Köşedeki manav, üstü çıplak oturmuş televizyon seyrediyordu. Başını çevirdi, seslendi: Ni hav, panyo! CD? DVD? “Sana da bu yav”

Poacher’s’ın sokağı yine kalabalık. Gece şişçisi, dumanı tüten mangala koyduğu şişleri çeviriyor.
-Yav ma, panyo****?
“Kardeşim, siz laftan anlamaz mısınız? Bu gece ‘hayır’ gecem”
-Bu yav

“Evet mi, hayır mı?” “Hayır” “Niye peki?” “Hayırda hayır vardır da ondan” “Seçim kampanyalarımız da çok renkli geçer”
“Evet mi hayır mı?” “Önümüzde iki seçenek mi var?” “Evet” “Hem evet hem hayır desem?” “Olmaz” “Ne evet ne hayır desem?” “O da olmaz. Onu Oğuz Atay söylemişti” “Oğuz Atay nereden geldi aklına şimdi, durup dururken” “Durup dururken ha!”

Tongli’nin köşesinden döndü. Karakola kadar sokak tümüyle karanlıktı. Karakolun önünde de kimse yoktu. Kore Lokantası’ndaki Çinlilerse hala muhabbetteydiler. Masanın üzeri silme bira şişesi.

Döndü, arabaya yanaştı. Sahte Tibetliler (ya da gerçek Çinliler), satış için giydikleri Tibet kıyafetlerini çıkarmış gündelik şort ve tişörtleriyle kalan malları bisikletlerinin sepetlerine yüklemekteydiler. “Eee. Herşey özüne döner” “İyi ya işte. Ben de evime dönüyorum”.

Volkan ACAR

* Selam arkadaş.
** İstemem, hayır.
*** Birebir sözcük karşılığı ‘küçük abla’. Tezgahtarlar, garsonlar, kısaca hizmet sektöründe çalışan yaşı sizden küçük tüm kızlar için, ayrıca günlük hitap tarzı olarak da kullanılıyor. Ama artık anlam değiştirmiş durumda ve sokak dilinde ‘fahişe’ anlamında kullanılıyor.
**** İster misin arkadaş?

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ

OKUMA ÖNERİSİ