Çiğdem ÜLKER – Amin Maalouf “Yüzüncü Ad”(1)da kahramanını ortaçağın Akdeniz’inde uzun bir yolculuğa çıkarır. Ceneviz asıllı Lübnanlı kitapçı Baldassare , atalarının kenti Cenova’ya ulaşınca bitirir tutku dolu yolculuğunu. Baldasarre, Mare Nostrum’un doğusundan çıkar; bir sürü Akdeniz limanından geçer ve Cenova’ya gelince durur, başka bir yere gitmez, gidemez.
İki saat önce kar altında bıraktığım soğuk ve donuk Milano’dan Cenova’ya gelince, Baldassare’a biraz da hak verdim. Akdeniz’in en kuzeyindeki Cenova’da deniz alabildiğine davetkâr ama kent de öyle çekici ve alıkoyucu.
Bu soğuk Ocak’ta ılık güneş ve çamların arasında sarı duvarlı Cenova evleri o kadar cazip ki… Evet, A. Maalouf’un Baldassare’ bu kentte kalmıştır ama,
Kristof Kolomb da çekip gitmiştir işte. Deniz çağırmış, kent tutmuş ve 1451’de Nice’de doğan Kolomb alıp başını Akdeniz’e açılmıştır. Rotası onu ta Amerika’ya kadar götürecek, Yeni Dünya’nın kâşifi kılacaktır.
Belli ki Akdeniz’in çağrısı öyle kulak ardı edilecek, duymazdan gelinecek bir fısıltı değil. Bu deniz, mitolojideki sirenlerin dayanılmaz ve karşı konulmaz sesiyle çağırıyor insanı. 2008 Edebiyat Nobelinin sahibi Jean Marie Gustave Le Clèzio da bu kıyıda, 1940’da Nice’de doğmuş ve o da çağrıya direnememiş. Yazma ve yaşama yolculuğuna karşı kıyı Afrika’dan başlamış Nijerya’ya kadar ulaşmış. Kitaplarının adları bile Mavi Kıyı’dan Cot d’Azur’dan yola çıktığını, onun bir deniz insanı olduğunu belli ediyor.. Göçmen Yıldız, Altın Balık, Okyanus Kokusu, Angoli Mala, Tutanak… Gerçi Akdeniz’e uzak bir kıyıdaki Amerika’daki eleştirmenler; Nice’li yazarı hiç tanımadıklarını ileri sürüp “Le Clezwho” diye dalgalarını geçse de Nobel Komitesi “Hüküm süren uygarlıkların ötesindeki ve aşağısındaki bir insanlığa ve uygarlıklara nüfuz etmeyi başardığı için” diyerek 2009 Nobel’ini ona veriyor.
2009 Ocak’ının ilk günlerinde Bizim Deniz, Akdeniz’in kıyısındayım, İtalya’dan Fransa’ya ulaşan otoyoldayım. Akdeniz’le yürüyor; o durunca ben de duruyorum.
Cannes’da, Nice’de, Antibes’te ve Monaco’da onun kente yumuşak dokunuşunu ve tutkulu bir Fransız öpücüğü ile sarılışını seyrediyorum …Otelin ferforjeli minik Fransız balkonundan eğilip Cot d’Azur’ün bu kıvrımlı, dantelli, dişi kentlerine bakıyorum. En az üç yüz yıldır zengin, bakımlı ve korunmuş kentler. Hitler’in SS’leri bile pek de zarar verememiş bu Akdenizli kentlere. Varşova’da, Petersburg’da yaptıkları gibi topa tutmamış, ama insanlara acımamış. Nobelli hemşerileri J.M.G. Le Clézio, 2. Dünya Savaşında bu bölgede yaşananları, Almanların ve kara gömlekli İtalyanların bölge halkına zulmunü romanlaştırıyor.
Le Clézio’nun iç burkucu romanı “Göçmen Yıldız”ında(2) Esther ve Yahudi ailesi, Alp dağlarını yürüyerek geçmeye, SS’lerden kurtulmaya çalışıyorlar. Le Clézio, bu acılı yürüyüşü, Esther’in ağzından anlatıyor ve hem kenti hem insanları ince duyarlıklarla betimliyor. Romanı bitirince, Nice kenti başka türlü görünüyor gözüme. Bu kentte de insan, türdeşine eziyet ediyor, onu işkenceyle öldürüyor. İşte Le Clezio’nun kaleminden Nice kentinin bir betimlemesi. Esther, yıllar sonra kente dönmüş, Nice’te dolaşmaktadır, savaşta SS’lerin karargahı olan evin önündedir: “Zaman hiç geçmemiş, ölüm ve acı hâlâ buradaymış gibi, ağır ağır dikkatle yaklaştım görkemli dairelere, düzgün görünümlü parka, gürgen fidanlarına ve alçıdan yapılmış her heykele. Parkta ağır ağır yürüyor, ayakkabılarımla ezdiğim çakıllardan çıkan sesi dinliyordum,malikanenin sessizliğinde bu ses sert ve neredeyse tehdit edercesine yankılanıyor. Dün istasyon yakınlarında gördüğüm Excelsior Otelini düşünüyorum,bahçelerini, barok tarzı beyaz cephesini, sorgulamadan önce Yahudilerin önünden geçtiği alçıdan yapılmış, küçük meleklerle donatılmış,büyük giriş kapısını. Ne var ki burada büyük parkın erinci ve lüksü içinde, beyaz evin pencereleri altında, kumruların ve kara tavukların hoş sesine karşın ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Yürümeyi sürdürüyorum. Saint Martin’deki evimizin mutfağından babamın sesini duyuyorum sanki. Bu görkemli binaların gizli bodrumlarında, günlerce işkence gören ve öldürülen insanlardan, akşamları dövülen kadınların çığlıklarından, parkın yeşilliklerinde ve havuzda kaybolan çığlıklardan söz ediyor.Belki de o zamanlar olanları duymamak için kulakları tıkamak yeterliydi. Sarayın yüksek pencereleri altında ilerliyorum. Nazi subaylarının dürbünlerle kentin sokaklarını gözledikleri bu pencereler. Babamın evin adını söylediğini, Ermitage dediğini duyuyorum, her gece mutfağın yarı karanlığında sürekli bu adın söylendiğini anımsıyorum.Ve bu ad bunca zaman tiksindirici bir sır gibi içimde kalmış. Evin önünden geçiyor, cephesine her bir penceresine, işkence görenlerin çığlıklarının yankılandığı karanlık bodrum penceresine bakıyorum. Bugün kimse yok burada, bense, güneş ışığına ve uzakta palmiye ağaçlarının arasından görünen denizin parıltısına karış, içimde bir soğukluk hissediyorum.”(3)
Bu kıyılarda, İtalyanca, Fransızca ve bilmediğim başka diller de konuşuluyor. İtalyanca bol vokalli, p,ç,t,k’leri vurgulu ve aceleci de, Fransızca derin, sıcak parfümlü ve uzun soluklu. Makedonca’dan bildiğim sözcükler de kulağıma çarpıyor. Belki de Roma ordularıyla Adriyatik’i geçmiş, Balkanlar’da kıyıya çıkıp, oradaki dillere tutunup kalmışlar. Ama bu sahilde İtalyanca nerede bitiyor Fransızca nerede başlıyor pek belli değil. Garsona balık iyi pişsin anlamında İtalyanca “potto” diyorum; o bana bir kadeh “porto” getiriyor içeyim diye… Evet, Nice’in “Çiçek Pazarı”(marche fiori) balık lokantalarının da mekânı. Ve İspanyolların paella’sı, ana vatanı Madrit’tekilere çok benziyor burada. Akdeniz’in balıkları ve kabukluları, yemek yazarlarına fotoğraf olacak görüntülerle yayılmışlar tezgâhlara. Fransız mutfağı, deniz mahsülleri konusunda usta ama Moskova’da hatta Üsküp’te mükemmel örneklerini yediğim “steak tartare” a gelince pek farklı. Tatar Biftek, bir Asya yemeği ve bizim çiğ köftenin benzeri, buralarda tamamen çiy bir kıymaya dönüşmesi belki de doğal. İstanbul’un seçkin restoranlarının özel salatası “nisuvaz”ın da Nice salatası anlamına geldiğini hatırlıyorum. Ton balıklı, ançuezli, fasülyeli nisuvaz, Nice restoranlarının elbette baş yemeği. Akdeniz olur da zeytin ve zeytin yağı olmaz mı. Yol boyunca izlediğim zeytin ağaçların yağları, Marche Fiori’de şişeye konmuş, parfüm fiyatına etiketlenmişler.
Nice kenti çok ünlü bir kadının adını taşıyor. Antik Yunan’ın zafer tanrıçası Nike’nin adını. Hani Louvre’un giriş merdivenlerinde duran, uçuşan elbiseli ve tek kanatlı mermer kızın kenti burası. Nice…. Tabii şu ünlü spor markası da aynı adda ama benim ilgimi çeken bu değil. Kentin meydanındaki heykeller her türlü çağrışıma açık . Nedense hepsi de de erkek olan sekiz pleksiglas heykel; elleri dizlerinde, yüksek sütunların üzerinde oturuyorlar. Bu heykel adamlar, hava kararınca renklenmeye ve renk değiştirmeye başlıyorlar. Kan kırmızısından ustura yeşiline, keskin maviden kahverengine dönüşüp duruyorlar.… Göz yanıltan bir yavaşlıkla renk değiştiriyor ve insanı düşündürüyorlar…
Nice’deki bu heykel adamlar “erkeğe güvenilmez, ne renk olursa olsun; nasıl görünürse görünsün mutlaka değişecektir ” mesajı mı veriyorlar ya da İtalyan erkeklerinin mesela Kazanova’nın tarihe geçmiş çapkınlığını mı anlatıyorlar bilemem. Gerçi, Verdi’nin Rigoletto’daki meşhur İtalyanca aryası “la donna e mobile” diyerek vefasızlığı kadınlara yüklüyor ama bu heykeller de hafifmeşrep bir donna’dan çok daha hareketliler. Heykel sanatının modern bir yorumu, klasik sanata bir meydan okuma ve Nice kentinin simgesi olarak Rue de Medecin’in ortasında habire renk değiştiriyorlar. Adını General Jean Medecin’den alan eczanelerle dolu bu Medecin sokağının şu ünlü Medici ailesi ile bir ilgisi var mı bilmiyorum; onlar güney İtalya’da Floransa’da yaşamış, sanatın ve edebiyatın koruyucusu olmuş mesen bir aile, ama Floransa’yı dantel dantel işleyen bu Medicilerin Fransa sarayı ile de sıkı bir akrabalıkları var. Aleksandr Dumas’ın Kraliçe Margot romanında Michel Zevaco’nun da Pardayanlar’da anlattığı olaylar Fransa tarihinde en kanlı dönemi başlatan Catherine de Medici’nin öyküsüdür bir bakıma. Floransalı Medici ailesinin kızı Catherine, Fransa kraliçeliğine kadar yükselecek ama Paris’te 23 Ağustos 1572 gecesi yaşanacak olan feci Saint Barthelmy katliamının da hazırlayıcısı olacaktır. Kahin Nostradamus da Catherine Medici’nin falcısıdır ama o bile yaşadıkları dönemi anlatan Kraliçe Margot adlı filmin 1994’te Cannes Film Festivalinde “Altın Palmiye”ye aday olacağını, İsabella Adjani’yi dünya sinemasının kraliçesi yapacağını tahmin edememiştir herhalde. Filmin yönetmeni Patrice Cheneau da, Virna Lisi’ye Catherine Medici rolünü verirken ne denli yerinde bir seçim yaptığını Cannes’da anlamıştır.
Cannes Film Festivalinin kırmızı halısı bu kış günü hâlâ serili ve merdivenlerde fotoğraf çektiriyor turistler. Aklımda Medicilerin sıra dışı kadınları, kaldırımda İsabella Adjani’nin el izleri. Zaten Cannes’da ve bütün bu kıyıda kentler ve isimler öyle iç içe ki sokakta George Coloney’le ya da Madonna ile burun buruna gelmek hiç de sürpriz değil. Yol boyunca karşımıza çıkan köylerden birinin adı da pek tanıdık. Barbarosso. Bu ad, bizim denizler fatihi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Kaptan-ı Derya’sı Barbaros Hayrettin’e atfen olabilir mi diye düşünüyorum. Öyle ya Barbaros Hayrettin Paşa, 1543’te Nice’i de katmış fethedilmiş kentler portföyüne. Türk edebiyatının ilk otobiyografisi sayılan ve kendi söyleyip Seyid Murad’a yazdırdığı “Gazavat-ı Hayrettin Paşa”(3) adlı kitabında Nice gazavatını tatlı tatlı anlatır. Tarih, 20 Ağustos 1543’tür ve Nice şehri Barbaros tarafından zaptedilmiştir. Hani şu Selanik yakınlarındaki Vardar’da doğan ve on beşinci yüzyılda Akdeniz’i evinin havuzuna çeviren çılgın Türk Barbaros buraların pek de yabancısı değildir.
2008’de ise bir başka Türk’ün adı, yine unutulmazlar arasına yazılır ama bu seferki fetih, gemilerle filan değil filmlerle olacaktır. 61. Cannes Film Festivalinde, Nuri Bilge Ceylan, “Üç Maymun”la En İyi Yönetmen ödülünü alır ve o dramatik konuşmasını yapar. 61.Altın Palmiye’sini “Tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülkeye Türkiye’ye ” adar.
Nice’de bu yılbaşı tatili, bana çocukluğumun geçtiği Akdeniz kentini hatırlatıyor. O uçsuz bucaksız ve güneşli sahil boyunda, Promenade des Anglais’de her yaştan insan, bebekleri ve köpekleri ile geziyor ve nedense benim dilimin ucunda hep Nazım’ın dizeleri: “Bugün pazar / bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar / ve ben ömrümde ilk defa/ gökyüzünün bu kadar benden uzak/ bu kadar mavi/bu kadar geniş olduğuna / şaşarak kımıldanmadan durdum” Dönüşte ilk okuduğum haber ise Nazım’ın Türk vatandaşlığına dönüşü oluyor.
Hotel Mediterrane’in tam karşısındayım; bütün şatafatıyla kıyıya kurulmuş oturuyor ama çatısında pleksiglastan bir kadın heykeli, puanlı bikinisiyle suya atlama pozunda Akdeniz’i selamlıyor. Bu postmodern manzara, Nice’i doğrusu iyi betimliyor.
Şatafatın yanında sadelik, modernizmin yanında klasizm, alçakgönüllülük ve ukalalık hepsi bir arada ve Nice’de, kıyı boyunda el ele yürüyor. Bir kent yaşamının olmazsa olmazları (Otoyol haline getirilmiş Ankara’da biz çoktan unutmuş olsak da) yürüyüş yolları, meydancıklar, bebek arabalı genç çiftler, yaşlılar, şık kadınlar hepsi güneşin Akdeniz’e batışını seyrediyorlar. Biraz Fellini filmleri havası var ortalıkta. Sanki herkes birbirini tanıyor ve az sonra o büyük beyaz gemi yaklaşacak limana.
Nice’in Doğu Yakası Mezarlığı’nda ise kim uyuyor dersiniz? 1924’de ülke dışına çıkarılan Osmanlı hanedanının sabık reisi Sultan Abdülhamit’in torunu Orhan Osmanoğlu.
1. Yüzüncü Ad, Amin Maalouf, Yapı Kredi Yayınları,2000
2. Göçmen Yıldız, J.M.G. Le Clézio, Can Yayınları 1996
3. Age ,sayfa 252
4. Gazâvat-ı Hayrettin Paşa, Hazırlayan: A. Şimşirgil, Babıali Kültür Yayıncılığı