Afrika’nın damında bir krallık: Lesoto

8 dk okuma

Başar KURTBAYRAM – Daha önce iki saatliğine bir kere ata binmiştim, her tarafım tutulmuştu. Şimdiyse Lesoto’nun ücra bir kesiminde bulunan bir çağlayanı görmek için at sırtındayım, yola çıkalı iki saat kadar oldu, nazik yerlerim acımaya başladı bile! Üstelik bu yolculuk iki gün sürecek.” Türk milleti çabuk unutur” diyenler doğru olabilir mi acaba? Neyse bunları bırakıp Lesoto’yu anlatayım biraz.

Lesoto her taraftan Güney Afrika ile çevrili olan, dağlık (en alçak yeri denizden 1600m yukarıda), kendi halinde bir krallık. Nüfusu 2.1 milyon ve ürettikleri pek bir şey yok, işşizlik %50′ lerde, en önemli iki gelir kaynakları: Güney Afrika’ya çalışma gönderdikleri işçiler ve doğa turizmi. Lesoto’nun doğal güzelliklerini dergilerde birkaç kez okumuştum. Uygun bir zaman geldiğinde görmek istiyordum, sonunda Mayıs ayinin ortalarına doğru kendimi Lesoto büyükelçiliği kapısında buldum. Elli dolar karşılığında vizemi ayni gün içinde aldım.

BAŞKENT MASERU

Güney Afrika sınırında görevli pasaportumuza dahi bakmadan geç işareti yapıyor, Lesoto gümrüğünde de görevliler hemen işlemlerimizi bitiriyor Lesoto’nun en kalabalık şehri ve başkenti Maseru’ya dalıyoruz. Yolun her iki tarafında bir sürü seyyar satıcı gelen araba ve minibüslere aklınıza ne gelirse satmaya çalışıyor. Kalabalıktan zorlukla sıyrılıp şehir merkezine doğru sürüyoruz. Eskiden Güney Afrika’dan buraya otobüs seferleri varmış, şimdilerde sadece minibüsler geliyor ama kısa mesafelerden değil. Örneğin Johannesburg (450 km)’ tan buraya her an minibüs bulmak mümkün çünkü oradaki madenlerde yaklaşık 60,000 Lesoto’lu çalışıyor. Madenlerde para ödeme günleri her ayın son Cuma sabahı. Parayı alan gurbetçi madencilerin ilk yaptıkları Maseru’ya bir minibüse atlayıp, sonra paraları bitene kadar içmek onun için biz yola çıkmadan önce Maseru’yu bilenler ” ayın son Cuma”sı dışında ne zaman isterseniz gidebileceğiniz bir yer olarak tanımladılar. Perşembe günü girdiğimiz şehir büyükçe bir kasaba görünümünde. Sokaklarda takım elbiseli, tişörtlü ve battaniyeli bir kalabalık var. Lesotolular bildiğimiz battaniyeyi günlük bir giysi olarak kullanıyorlar. Ülkeye ilk battaniye 1860’ta İngilizler tarafından getirilmiş, o zamana kadar hayvan derisinden giysiler kullanılıyormuş. Battaniye Lesoto’ya girdikten sonra halk çok çabuk benimsemiş, bugünde hemen herkes battaniyeyi günlük giysi olarak kullanıyor. Eski bir Lesoto sözü ” Battaniyesi ve çakısı olan tek başına yaşayabilir, çünkü asla aç kalmaz ve üşümez” diyor ki, bir çok Lesotolu bugünde bu söze göre yaşıyor. Battaniye işinden en çok kim mi kar ediyor, benim gördüğüm kadarıyla Uşaklılar! Bundan 10 sene kadar önce Güney Afrika’ya gelip iş kurmuş Uşak merkezli bir sürü küçük dokuma firması bölgede faaliyette, mağazalarda rafları İstanbul, Bodrum, Gül markalı battaniyeler süslüyor. Sokakta battaniyeden sonra en fazla rastlanan giysi ise tulum ve altına lastik çizme. Sanki herkes sözleşmiş gibi mavi yada turuncu tulumlarla ortalıkta, çizmeler ise illaki siyah.

Maseru’dan ayrılıp iki saat uzaklıkta kalacağımız yere, Malealea Lodge’a doğru yola çıkıyoruz. Yol fena değil ama çok virajlı, arada polis barikatları var. Bir barikattaki polisler servislerinin gelmediğini bizi köylerine bırakıp bırakamayacağımız soruyorlar, onları da alıp devam ediyoruz. Yolda bize biraz Lesoto’yu anlatıyorlar, ikisi de burada yasamaktan şikayetçi; “ülkemizde sadece dağlar ve toz var, Türkiye neresi , oraya nasıl yerleşiriz” diyorlar. Türkiye’nin nerede olduğunu bile bilmeden yerleşmek istemelerini saflıklarına yada buradaki yaşamdan çok sıkılmış olmalarına veriyoruz.

MALEALEA

Malealea Lodge, Lesoto’nun güneybatı ucunda bir iş ve sorumlu turizm vahası. Tesisin sahibi Mick, konaklayanların yerel halkla olabildiğince çok kaynaşmasını sağlamaya çalışıyor, yerel halka iş sağlıyor, gelirinin bir kısmıyla çevre köylerde eğitimi ve yeni iş sahalarını destekliyor. Bu çalışmaları yüzünden almış olduğu 10 kadar irili ufaklı ödül, küçük resepsiyonda sergileniyor.

BURADAN MI İNİYORUZ?? ŞAKA Dİ Mİ?

Akşamdan gideceğimiz rotayı ve atları ayarlıyoruz, sabahleyin iyi bir kahvaltı sonrası atlara uyku tulumu, giysi ve yiyecekleri yüklüyoruz. Atlara binip yola çıkıyoruz, toplam 4 atımız var; ben, eşim, rehber ve yükler için. İki saat kadar mısır tarlaları ve erozyondan dolayı yarıklarla dolmuş ve artık ekilemeyen alanlar arasında ilerliyoruz, sonra arazi birden şekil değiştiriyor. Sol tarafımızda yaklaşık 350 metre aşağıda akan nehrin sesi geliyor, nehre inen yamaçlar yaklaşık 60 derece eğimli ve pek bitki örtüsü yok. Biraz daha böyle devam ediyoruz, rehberimiz atları durduruyor;

– Aşağı inerken ağırlığınızı geriye verin, yukarı çıkarken öne eğilin. Attan düşmeyin.
– Tamam.
– Oldu o zaman, şimdi sola donun.
– Şaka mı??? Orası uçurum be. Atları bırak, biz yürüyerek inemeyiz çok dik.
– Atlar gider, siz düşmeyin. Dehhhh.

Diyor ve atımın kıçına vuruyor. At çok isteksizce sola dönüp ilerliyor ama inişe geçmeye yanaşmıyor. Atın yularına asılıp doğru yola sokuyorum, karnına önce hafifçe sonra hızlıca ayağımla vuruyorum. Ihh hareket yok. Rehberimizin ata birkaç kere daha vurması gerekiyor. İnişe başlıyoruz.

Aşağıya kısacık bakmak bile insanin başını döndürmeye yetiyor, nehire inen yol ancak bir atın geçebileceği kadar ve el büyüklüğünde taşlarla dolu. Atlarımız her adım attığında birkaç taşı hareket ettiriyor, kenarlardaki taşlar kayıp nehre doğru yuvarlanmaya başlıyor. Dördümüzün birbirinden fazla uzaklaşmadan at sürmesi gerekiyor, çünkü birimiz geride kalırsa yuvarladığı taşlar diğerleri için tehlikeli oluyor. Yol devamlı zigzag yaparak iniyor, dönüş anlarında atım yürümeyi durdurup yavaşça olduğu yerde 180 derece dönüp yola devam ediyor. İnsanların bile yürümekte zorluk çektiği bu dik ve kötü yolda atımın sabırlı, ağır ama kendinden emin inişi beni etkiliyor. Lesoto’nun dik dağ geçitlerine uyum sağlamış bu at Lesoto Midillisi olarak biliniyor, diğer atlara göre biraz kısa boylu , kalın bacaklı dayanıklı bir tür. 350 metrelik bu inişi zigzag yapa yapa 45 dakikada tamamlayabiliyoruz, nehrin kenarında durup atların su içmesini bekliyoruz. Attan inip biraz yürüyorum, ayaklarım uyuşmuş artık ata binmekten mi yoksa gerilmekten mi bilemiyorum. Sonra yine atlarla nehri geçiyoruz, kendimi kovboy filmlerinde oynarken hayal ediyorum ama dekor Afrika. Nehri geçince bu kez aynı diklikteki tepeyi çıkmaya başlıyoruz. Atlar inmekten çok, çıkarken rahatlar.

KÖY ve EVLER

Bütün gün boyunca yol alıyoruz, akşama doğru geceleyeceğimiz köye varıyoruz. Köy dik bir yamaçtaki tek düzlüğe kurulmuş 10-15 çamur-saman kulübeden oluşuyor. Atları kalacağımız kulübeye bağlayıp bu kez yürüyerek çağlayana doğru yola devam ediyoruz. Bütün bir gün ata bindikten sonra o kadar yorgunum ki sanki bacaklarım yok. Bir saat kadar çalılıklar arasında ilerliyoruz, sonra nehrin yatağına inip kayalarda zıplayarak yürüyoruz. Sonunda görmek için bu kadar yol geldiğimiz Ribaneng çağlayanı karşımızda… Biraz oturup dinlenmek istiyoruz, ama havanın kararmasına bir saatten az kaldığını farkına varıyoruz. Karanlıkta aynı yolu dönmenin kolay olmayacağını bildiğimiz için acele acele birkaç fotoğraf çekip hızlıca yola çıkıyoruz.

Köyde evler daire şeklinde penceresiz, çamur ve samandan yapılmış, 8-10 metrekarelik kulübeler. Bütün aile burada yatıp kalkıyor. Tipik bir aile anneler (poligami var), baba ve 6-7 çocuktan oluşuyor. Evlerde hemen hiç eşya yok, geceleyin herkes bir battaniye alıp olduğu yere kıvrılıyor; yatak yok. Evlerin ortasında bir ocak var. Burada yemek yaptıklarında içeride göz gözü görmüyor, havalandırmanın tek yolu kapıyı açmak, çünkü baca yok. Aynı ocakları gece ısınmak için yakıp öyle yatıyorlar, artık kaç tanesi geceleyin gaz zehirlenmesinden mevta oluyor bilmiyorum. Köylülerin ana yemeği “pap” adını verdikleri bir çeşit mısır ekmeği. Mısır ununa biraz, su, süt ve (varsa) yağ katıp yapıyorlar. Sonra bunu kahvaltı ve akşam yemeğinde yiyorlar. Bizim kaldığımız köyün civarında mısır dışında ekili sebze-meyve göremedik, varsa yoksa mısır! Sadece mısır ile beslenen bir nesil ne kadar sağlıklı olabilir?

Kalacağımız köyün etrafı tamamen dağlık ve dağlar gün ışığını erken kesiyor. Hava saat altıda tamamen kararıyor. Bizde diğer köylüler gibi yer ocağında yiyecek bir şeyler hazırlıyoruz, rehberimiz bize bu konuda yardımcı oluyor. Onun kalacağı kulübede ne yatak ne battaniye var. Kuru bir oda, ” gece üşümez misin?” diyorum. Rehber: ” Hani ata zarar gelmesin diye eğer ile sırtı arasına bir keçe koyuyoruz ya. İşte o çok sıcak tutar, birazdan atın üzerinden alırım” diyor. İyice yorulmuşuz, uyku tulumlarımızı açıp yayıyoruz. Köyde hemen herkes yatmış, uykudaki insanların sesleri dışında hiç ses yok. Saate bakıyorum henüz yedi buçuk. Eh, çok geç olmuş, yatıyoruz.

GERİ DÖNÜŞ

Sabah altı gibi kalkıyoruz. Gece soğuk geçmiş, toprak donmuş durumda. Geldiğimizden farklı bir yoldan Malealea’ya dönüyoruz, bu yol en büyüğü 30 evden oluşan bir çok küçük köyün içinden geçiyor. Yine uçurumlardan inip çıkıyoruz ama bu kez alışmışız, fazla gerilmiyorum. Yalnız iki gün boyunca ata binmek hiç kolay değil, artık her tarafım sızlıyor. Akşam üzeri kalacağımız yere varıyoruz. Geceleyin Malealea yakınında köydeki gençlerin teneke yağ kutularından yaptıkları ilginç aletler ile çaldıkları şarkıları dinliyoruz. Yemeğimizi yedikten sonra koşarak yatağıma uçuyorum, sadece kafamın yastığa değdiğini hatırlıyorum.

Önceki Yazı

Maputo’da Eylül

Sonraki Yazı

Sanal şehir Dubai ve çölün ortasında bir vaha: Abu Dhabi

Yoldan Notlar son yazılar

BAE Yollarında 9 gün

Birleşik Arap Emirlikleri Seyahati Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), keşfetmeyi göze alanlar için pek çok sürprizi de

Kuzey İspanya’da 8 gün

İspanya’yı Madrid’le tanıyıp, Barcelona ile sevmiştim. Granada’nın Alhambra Sarayını, Cordoba’nın sütunlu camisini, Ronda’nın uçurumlarını gördüğümde bu

Kopenhag’ dan Malmö’ye

Noel tatili dolayısıyla Kopenhag sokaklarında in cin top oynadığından, programımda ani bir değişiklik yaparak İsveç’e gitmeye

Katmandu’ya doğru…

Mel Ozsimsek – Ilkokul donemimde istanbul un mahallerinde kosup oynarken, dar geldi o sokaklar bana, agaclar

Mozart’ın Evinde

Tüm Avusturya’ya  Mozart’ın kokusu sinse de  Salzburg’un ayrı bir yeri var. Ne de olsa Mozart’ın doğduğu