Adana, Antioch, Aleppo

Sema Öğünlü – Haydarpaşa buz gibi karanlık. Dışarıda jilet kesimi bir soğuk. Gar lokantasında 12.50 de kalkacak olan  Mavi treni bekliyoruz. Birazdan geride bırakacağımız İstanbul, belli ki bizden sonra beyaza bürünmeye hazırlanıyor. 3A formülünde bir yolculuk bu. Adana, Antioch ve Aleppo. Hemene heppisi beş kısa güne sığdırılmış. Yine de heyecanlı. Çünkü Doğu. Çünkü Agatha Christie’nin  Otel Baron’un da sonlanacak. O mistik otelin banyolarında defne sabunlarıyla köpürmüş olacağız biz de. İstasyonda fücceten bakınıyoruz sağımıza solumuza, fazla galebelik değil nedense?! Hanicik trenimiz? Bizi çalkım çalkım çalkalayacak, seldir süldür alıp götürecek  uzaklara. O, seyretmeye doyamadığımız kıvrımlarıyla yol alırken, biz de geçmişten geleceğe salınarak

Sema Öğünlü – Haydarpaşa buz gibi karanlık. Dışarıda jilet kesimi bir soğuk. Gar lokantasında 12.50 de kalkacak olan  Mavi treni bekliyoruz. Birazdan geride bırakacağımız İstanbul, belli ki bizden sonra beyaza bürünmeye hazırlanıyor. 3A formülünde bir yolculuk bu. Adana, Antioch ve Aleppo. Hemene heppisi beş kısa güne sığdırılmış. Yine de heyecanlı. Çünkü Doğu. Çünkü Agatha Christie’nin  Otel Baron’un da sonlanacak. O mistik otelin banyolarında defne sabunlarıyla köpürmüş olacağız biz de.

İstasyonda fücceten bakınıyoruz sağımıza solumuza, fazla galebelik değil nedense?! Hanicik trenimiz? Bizi çalkım çalkım çalkalayacak, seldir süldür alıp götürecek  uzaklara. O, seyretmeye doyamadığımız kıvrımlarıyla yol alırken, biz de geçmişten geleceğe salınarak ona eşlik edeceğiz.

Elvüda İstanbul, Heydi Dualer!

Tren ilk çuf çuflarının ardından yola koyulduğunda, cigaramın dumanı bir yemek vagonu ve hamam sıcaklığında bir yataklı vagonla karşılanıyoruz. Tren iyice karanlıklara dalmadan önce bir soru uyandırıyor bizde: İnsanın bir akşam çantasını toparlayıp  Bostancıda evinin önünden trene binmesi ve Pozantıda inmesi nasıl bir duygudur acaba?

Daha sonra patates salatasının içinde patates olduğunu öğreniyoruz yemek vagonunun sevimli garsonundan. Aynı garson ton balıklı salatalarının bittiğini ama eğer istersek içinde neler olduğunu söyleyebileceğini anlatıyor bize. Tadına doyum olmayan sigara börekleriyle yetiniyoruz biz de.

Kahverengi bir arka plana süzülen ve kurşuni göğe eren trenimiz gece ve gündüz demeden yol alıyor. Onca bozkır yarıp onca çoraklığı arkamızda bıraktıktan sonra zeytin ağaçları karşılar mı bizi? Defne ağaçları eğilir mi bir bir önümüzde?  Apollon bizi de bağrına basar mı? Ham hum açısından  zengin olan kentlerin rehaveti bizi de kucaklar mı?

İşte kafamızın bir köşesinde bunca soru, ertesi akşam çuf çufların eşliğinde günü batırdıktan sonra iniyoruz Adana’ya. Yolları taştan. Çok sevimli bir garı var Adananın. TCDD saltanatı hüküm sürüyor çevresinde. TCDD Misafirhanesi, TCDD lokali, TCDD çalışanları sendikası …uzayıp gidiyor. Belli ki Adana’nın tüm ülkeye bağlanmasına önem verilmiş. Zaten Mustafa Kemal’in, demiryolunun önemini vurgulayan sözleri dökülüyor ilgili bir binanın tepesinden aşağı: ‘Demiryolu bir ülkenin savunması için  topu ve tüfeğinden daha önemlidir.’

Kentlerin yolları, sokakları, dokuları kadar kokuları da önemli. Chicago sokakları ne kadar  jazz kokuyorsa ve Havana sokakları salsa, Sibirya’nın küçük istasyon kasabaları nasıl dağ çileği ve kar kokarsa, Adana sokakları da kebap kokuyor. Gecenin bir saatinde koşarcasına gittiğimiz Kazancılarda dalıyoruz  ‘İstanbul Kebapçısı’na. Adanaya gidip İstanbul Kebapçısında yemek her yiğidin harcı olmasa gerek. Masadaki renkler çoğul; kırmızı, yeşil, sarı ağırlıklı. Kokular ise tekil. Seslere gelince. Gecenin bir saatinde yan masanın yanı başında klarnet ustalarıyla beliren romanların söylediği  kulaklarımızdan gezi boyu inmeyecek:

“yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
annesinin bi tanesini hor görmesinler
uçan da kuşlara malum olsun
ben annemi özledim…
hem annemi hem babamı
ben köyümü özledim”

Antakyada ise yoğun bir karabiber ve kimyon kokusu hakim.
İşte bu nedenle Antakya kahverengi. Defneye rağmen. Rivayet odur ki, bir tanrıyla sevişirse başına gelebileceklerin bilincinde olduğu için Apollondan köşe bucak kaçan Defne, kendisini koruması için toprak anaya yakarır: sakla beni, ört beni; ve sonunda bir ağaca dönüşür. Odunlaşan gövdesinin içinde sımsıcak atmaya devam eder yüreği yine de. Bundan böyle, kış kıyamet demeksizin yemyeşil yapraklarıyla tanrıların, kralların ve kazananların başını süsleyerek yaşamına devam eder Defne. Defne bugün hala Harbiye’de ağlıyor.Gözyaşları şelale olmuş, misafirlerini ağırlıyor. Bir de sabun olmuş, nice erkek ve kadına tanrısal güzellik vaat ediyor.

Büyük İskender İran ve Asyanın diğer bölgelerinden gelen kervanların uğrak yeri Antioch’u kurduğunda Defne’nin gözyaşlarını dinlemiş midir acaba? Sonra Romalılar, Persler, Bizanslılar, 525’teki yangın, 526’da 250 000 kişinin ölümüyle sonuçlanan deprem, sonra yine 528 depremi, Persler, Araplar, Haçlılar, Memluklar, Osmanlılar, Fransızlar… Defne asırlardır ağlıyor. Kenti göbeğinden ikiye ayıran Asi nehri ise isyan ediyor, yüzyıllardır  tersleniyor kaderine.

Daha MÖ 1 yy da ana caddeleri mermer döşeli olan Antakyanın  geri bırakılmışlığına, dünyanın en ihtişamlı mozaiklerini barındıran bu kentin yalnızlığına insan isyan ediyor. Bugün, hava alanı ya da demiryolu ile ulaşım sağlanamayan bu kent, akti zamanında o muhteşem tapınakların, su kanallarının, sarayların ve tiyatroların, hanların hamamların merkezi olan Antioch mu gerçekten? Peki neden? Neden cezalandırılıyor bu kent?  Hristiyanlığın temelleri ilk kez burada atıldığı için mi? Hristiyan sözcüğü ilk kez burada kullanıldığı için mi?  Yakın döneme kadar ana dili Arapça, ikinci dili Fransızca olduğu için mi? Adanadan 3 saat uzaklıktaki bir kent oysa. Ve Adanaya inat, dünya kültürlerinin başkentliğine aday bir lezzetler kenti Antakya. Çoğul tınıların ve  kokuların kenti.

Yolculuğumuzun üçüncü A’ sı Aleppo’ya gitmek üzere yola koyuluyoruz. Dönüş yolu üzerinde çok sevgili Antakyayı bir kez daha kucaklamak üzere bir taksiyle anlaşıyoruz.

Kişi başı 5 milyon, yani 5 YTL. Halep- Antakya arası çalışan taksi ya da otobüsler asıl kazançlarını Suriyede doldurdukları benzin depolarını Türkiyede boşaltarak elde ettikleri için  yolculardan aldıkları ücret umurları değil. Konu mankeni olarak yolcuya ihtiyaçları var çünkü. Antakya Halep arası  otoyol oldukça düzgün. Cilvegözünde ise Hafız Esad’ın koca bir portresi gülümsüyor hala. Yolculara hitaben yazılmış, ‘My brother traveller’ ve ‘My dear traveller’ ile başlayan  ‘hoş geldiniz beş gittiniz pek de iyi ettiniz’  tabelaları duvarları süslüyor. Suriye topraklarına girer girmez şoförümüz kişilik değiştiriyor adeta! İlk iş olarak emniyet kemerini  fırlatırcasına atıyor üzerinden. İkinci olarak basıyor klaksona. Bir kamyonet klaksonu taktırmış taksisine. Bir gaz pedalı, bir klakson şeklinde ilerliyoruz. Keyifler gıcır. Sonra eline alıyor cep telefonunu. ‘Alo Aleppo’! Adeta tüm Halepi arıyor. ‘Sen nerdesin, ben nerdeyim… Akşama var mı bir durum?’ Birazdan onun kırık Türkçesi bizim kırık Arapçamız sayesinde anlıyoruz neşesinin nedenini. Bir kere emniyet kemeri takmak zorunda değildi. İkincisi, klakson senfonik bir durum Suriyede. Bizse Halepte otobüs garının biraz ötesindeki Baron caddesine varır varmaz en dehşetli bir şekilde bunun  farkına varacaktık. Üçüncüsü, yıllarca yasaklı olan cep telefonu artık serbestti ve Suriyeliler iletişim canlısı  insanlardı.

Fırat ve Akdeniz arasında kalan Halep, Suriyenin en  kuzeyinde kalan kenti.Eyyübilerin sosyal yaşam açısından en hareketli kenti, nüfus sayısı açısından ise Osmanlıların İstanbul ve Kahireden sonra üçüncü büyük kentiymiş. Bedestenleri, labirent çarşıları, medreseleri, ve Halep Kalesi ile romantik bir kent. Hele ki kulaklarınızı klakson seslerine, gözlerinizi de arabaların yarattığı görsel kirliliğe kapatırsanız zaman tüneline düşüp, tam anlamıyla gerçek Halep’e kavuşursunuz. Onca istila görmüş olan bu kent, ne amaçla gelmiş olursa olsun her geleni bağrına basmış sanki. Zengin mutfağını, babahanuşunu, muhammarasını, kibbesini, kiraz  kebabını, zahterini sunmuş gelenlere. (Al tanrım aklımı, ki bende değil!) Sanki Unesco salt bu nedenle 1993te Halep’i Dünya Kültür Mirası ilan etmiş!

Halepte yapıların dış yüzlerini boyamak yasak. Dolayısıyla dayanıklı taştan yapılan binaların ve evlerin görünümleri doğal, ve dolayısıyla muhteşem.

Baron Otel yolculuğumuzun en doğu noktası. İstanbul Pera Palas’ın  Aleppo şubesi. 1909 da inşa edilmiş. Türkiye’den uçup giden  mazlum kişi Koko Mazlumyan  oteli işletiyor uzun yıllar. Şimdi ise Madam Clara  güzellik katıyor bu antik butik otele. Mustafa Kemal, Agatha Christie, T.E Lawrence (Lawrence of Arabia) ve Theodore Roosevelt otelin konukları arasında. O Sadece bir gece konaklayacağımızı öğrenen Madam Clara, ‘Neden?’ diye soruyor. ‘Mustafa Kemal bile yedi gece kaldı, siz niye bir gece kalıyorsunuz?’. Otele adım atar atmaz zaman tüneline düşüyoruz. Barında bize eşlik eden müzik 60’lı yıllardan. Bir ihtimal burada kalanların hediye ettikleri CDler.  Otelin TV odasındaki camekanlı bir dolapta T.E Lawrence’ın ödemediği bir otel faturası adeta onur kaynağı olmuş otel çalışanları için. Otel, kolonyel dönemin mimarisini yansıtıyor. Yüksek tavanları, görkemli sütunları, muhteşem yer karoları ve güler yüzlü çalışanları ile karşılıyor sizi. Ve işte tam da burada, bu barda Suriye birası Al-Chark  sevdiklerinizi anımsamak için iyi bir fırsat oluyor.Yıllar öncesi uğurladığımız arkadaşımız Alice için bir Al Chark da bizden: Otel’in önündeki ağaç dallarını ıslatıyor.

Otelin barı akşamüstüne doğru hareketleniyor. Günlüklerine not düşen yalnız turistler, ‘traveller’s book’ yazanlar, ve Agatha Christie’nin gizemini koklamak isteyenler burada kalmasalar bile yollarını buraya düşürmüşler.

Halep ilklerin kenti. Siz hiç hayatınızda bir taksiye binip tüm kenti dolaştınız mı bir ATM bulabilmek için? İşte sol yanımda gözleri sürmeli, kara gözlü  pür neşe Halepli bir taksi şoförü, teypte Hasan Esmer bangırdıyor  ‘Azep!’ ve azap içinde bir bankamatik arıyoruz Halepte. Yakışıklı şoförümüz Türkiyenin  İbo’su varsa Suriyenin de Hasan’ı var diyor, Sibel Can hala İstanbulda mı diye soruyor ve biz de bu arada kentte bulunan iki  bankamatiğin de  çalışmadığını öğrenmiş oluyoruz!  Azep ki ne azep!

Halepe elveda demek zor. Halep, ancak geri dönülmek üzere terk edilecek bir kent. Çünkü güvenilir ve istikrarlı.  Yıllar sonra da gitsek, bizi orada öyle usul usul bekliyor olacak. Şer üçgeninin bir ayağı olmak iddiasıyla yerle bir edilmediği sürece.

2005

Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Sevgili İstanbul - Remzi Gökdağ
Başka Şehirler - Remzi Gökdağ

Başka Şehirler

Remzi Gökdağ’ın yeni kitabı Başka Şehirler, E Yayınları'ndan çıktı. Keşfetme